Harfi harfine Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh-Hazretleri’nin açtığı çığır üzerinde yürüdüler, hiçbir çığır açmadılar ve “Velilerin Hâtem”ine emaneti teslim ederek 27 Kasım 1950 = 7 Safer 1370 Pazartesi günü, yaşları seksen beş civarında olduğu halde vuslata erdiler.
Düzce Merkez cami-i şerif’inde huşu ve hüzünle karışık bir hâlet içinde namazı kılındı. Görenlerin ifadesine göre çok kalabalık bir sevenler topluluğu vardı. Bilhassa Akçakoca’dan gelenlerin çokluğu dikkati çekiyordu. Mübarek tabutu eller üzerinde gitti. İhvanından Hafız-ı kurra Hasan Efendi’nin talebeleri defin işi devam ederken dakikalar içinde hatimler indirdiler.
Sevenleri kabrinden yarım avuç toprak alabilmek için âdeta üşüşüyorlardı.
•
Türbe-i şerif yapılmadan önceki mezar taşına aşağıdaki beyt yazılmıştır:
“Vâsıl-ı Hakk olmaya eylersen heves
Aşka ulaş gayrıdan gönül kes!”
Halil Fevzi -kuddise sırruh-Efendi Hazretlerimiz’in
Düzce’de bulunan Türbe-i şerif’lerinin dıştan görünümü.
Yaşayanlar ve Görenler Anlatıyor:
“Dünyanın gerçekten rahat ve istirahat yeri olmadığını, bununla beraber yalnız ibadet ve Hazret-i Allah’ın lütuf rızâsını kazanmak için gelindiğini çok iyi bildiklerinden, daima huzurda bulunurlar. Dolayısı ile de edep hali husule gelir.
Gönül ister ki onu bir defacık görseydiniz.
Otururken hep ayaklarını toplarlar, daha da olmazsa elleriyle çekerlerdi. Hayatı boyunca huzurda idiler, öylece âhirete intikal ettiler, öylece kabre kondular. Ki hayat boyunca Huzur-u saâdette idiler, kabre dahi o halle intikâl ettiler.
Buna çok pişman oldum. Halbuki Efendi Hazretleri kabirde olsun ayaklarını uzatsaydı, buna birşey denilmezdi. Hiç olmazsa kabirde rahat ettirecektik. İlgisizlikten onu da yapamadık.
Onun için Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh-Hazretlerimiz: “Ölüm ne rahattır ne rahattır. Hiç olmazsa insan ayaklarını uzatır da yatar.” buyurmuşlar.
Bugünkü düşüncemiz olsaydı, ne yapıp yapıp, zorla da olsa ayaklarını uzatır ve o şekilde yatırmaya gayret ederdik.
Dünyada değil, kabirde bile o durumdalar.
Allah’ımız onların yüzü suyu hürmetine bizi af ve mağfiret etsin.”
•
Yaşayanlar ve Görenler Anlatıyor:
“Efendi Hazretleri âhirete intikâl eder etmez, evde haliyle bir ağlama koptu. Kendimize baktık, zerre kadar ağlama hissi olmadı. Orada bulunanlardan âdeta utandık. Yeni gitmişlerdi, birkaç dakika sonra Efendi Hazretleri aynen şöyle buyurdu: “Sen de mi riyakârlardan olmak istiyorsun?” Ve sonra dışarı çıktığımızda o ağlama halini verdiler.”
•
Yaşayanlar ve Görenler Anlatıyor:
“Efendi Hazretleri’nin vefatından sonra iki mânâ zuhur etmişti.
Bir mânâ şöyle ki: Bir ekmek, yarısı yenmiş yarısı kalmış. Bununla hali lisanla şunu ifade etmek istiyorlardı. “Oğlum, benim bu kadar daha ömrüm var, amma gitmeyi arzu ediyorum.”
Ve gittiler.
Diğer mânâda ise: Büyük caminin doğu kapısından çıkıyoruz. Tahminen yedi-sekiz metre ötede Efendi Hazretleri bulunuyor. Ellerinde bir bohça vardı, içerisinde ne olduğunu bilmiyoruz.
Yaşlı olduğu için Efendi Hazretleri’ne zahmet vermesin diye düşünerek onu ellerinden aldık.
Meğer öyle ağırmış öyle ağırmış ki, o bohçayı nasıl taşıdıklarına hayret ettik.
Elimize aldığımızda, Efendi Hazretleri bize Hazret-i Allah’ı bildiriyordu. “Allah öyle bir Allah!” buyurduklarında kendilerinde bir cezbe hali belirdi. Tamamen cezbelendiler. “Öyle bir Allah!.. Öyle bir Allah!..” buyururken kendilerinden geçmişlerdi. Çok cezbeli bir halde idiler, âdeta elektrikli bir halde dönüyorlardı.
Bu hâl epey devam etti. Beraber bir noktaya kadar peşlerinden yürüdük, aman kaybetmeyelim derken birden kayboldular.
Efendi Hazretleri’nin ilk huzuruna gittiğimizde “Allah!” dediler. Son giderken “Allah!” dediler. Onlardan yalnız ve yalnız Hazret-i Allah’ı duyduk, başka bir ses duymadık. Hazret-i Allah’ın kendi muhabbeti ile doldurduğu, ihâta ettiği kimselerden başka bir şey çıkmaz, çıkmasına da imkân yok. Öteki sesler boşluktan sızmıştır.”
•
Mektûbât adlı eserinin 93. Mektûb’unda da Şeyh Es’ad Erbilî -kuddise sırruh-Hazretleri, Halil’inin büyüklüğünü ve ihtişamını kendi kalemi ile ifade etmişler ve mektupta: “Cemâl-i Cânânı gören gözlerinin müşâhedesiyle tenvîr-i uyûn eyleriz.” buyurmuşlardır.
Hazret-i Allah’ın cemâlini müşâhede ettiğinin ifadesidir. Hazret-i Allah’ın nuru onu ihâta etmiş ve kendisini kaybetmiş.
Bir mahlûk kendisini ifnâ edince, Var olanın varlığından başka hiçbir varlık kalmaz. Nitekim Halil Fevzi -kuddise sırruh-Hazretlerimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Ben, ben değilim ben. Bir varlığım var, benden içeri.”
Muhterem okuyucu!
Hakikat Dergimizin yayın hayatına başladığı 1993 yılının Ekim ayından itibaren devam eden “Silsile-i Sâdât” yazı dizimizi burada noktalamış bulunuyoruz.
Bu yazı dizisinin bu kadar uzun sürmesine, onlara karşı duyduğum derin muhabbetim vesile oldu. Bir türlü sonuca bağlayamadım. Yine onların himmeti olacak ki, durup dururken mevzular ortaya çıktı. Bu durumdan dostlarım da memnun oluyor, kesilmesini istemiyorlardı. İnşallah-u Teâlâ bu muhabbet gönüllerimizde kesilmez ve eksilmez.
Cenâb-ı Erhamerrahimîn Hazretlerimizden; yazacak kalemleri olup silecek silgileri olmayan o muhteşem Zevât-ı kiram’ın muhabbetiyle kalplerimizi diriltmesini, gönül bahçemizi o muhabbetle neşv-ü nemâ eylemesini niyaz eyleriz.
O bizim Mevlâmız, o bizim en güzel yardımcımız, o bizim Mahbub’umuz! Her iyilik O’ndan, her güzellik O’ndan, her lütuf O’ndan...
O ki; Sevgili Peygamberlerini, onların kesildiği zamandan itibaren de birbirinin peşi sıra peygamber vekili olan velilerini göndermiş, kendisine varan yolu göstermiş, hiçbir asırda kullarını inâyet-i ilâhî’den umutsuz bırakmamıştır.
Zâhiri ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtıni ilimleri öğretmek için Hakikat ehlini de eksik etmemiştir.
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve hak ile hüküm verirler.” (A’râf: 181)
Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu üzere Allah-u Teâlâ’nın vazife için ileriye sürdüğü kimseler bunlardır; Hakk’ı tebliğ eden ve halkı Hakk’a çağıranlar da yine bunlardır.
Onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ’nın Kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir.
Onların kalbinde yalnız Hazret-i Allah olduğu için, Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah’a götürürler.
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan büyük şeref tasavvur edilemez.
O’nun dostlarını sevmek ve onların sevgisini kazanmak büyük bir nimet, dünya ve âhiret sermayesidir. Onlara Allah için gönülden bağlı olanlar, âhirette de onlarla beraberdirler. Onların gönüllerine girenler onlara ilhak olurlar.
Şeyh Muhammed Es’ad Efendi -kuddise sırruh-Hazretlerimiz:
“Sâdât-ı kiram ve Pirân-ı izam Efendilerimiz hakkında besleyebildiğim cüz’i bir muhabbetten başka bir sermayem yoktur.” buyurmuşlardır. (31. Mektup)
O böyle buyurursa bize ne düşer?
Yusuf Aleyhisselâm bir peygamber olduğu halde:
“Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da âhirette de benim yârim ve yardımcım sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlihler zümresine kat!” (Yusuf: 101)
Diye duâ ettiğini Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde haber veriyor.
O, bu dilek ile âhirete intikâl etmiştir. Gerçekten Allah’a gönülden can atacakları arzu ve gaye işte bu sondur.
O sâlihler zümresine yakın olan feyz ve berekete nâil olur.
Duâlarında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in:
“Ey Allah’ım! Bana kendi sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve beni sana yaklaştıracak olanların sevgisini nasip eyle!” (Tirmizî)
Buyurmaları, bu sevginin çok mühim olduğunu ifade etmektedir.
Biz de sevdiğimizi iddiâ ediyoruz. Rabb’imizden bu muhabbetimizi samimi kılmasını istirham eyleriz. Bizi bu muhabbetle yaşatsın, bu muhabbetle emanetini bizden alsın! Bu muhabbetle kabirde de, mahşerde de, cennetlerde de onlarla haşır-neşir eylesin. Onlar ne güzel arkadaş, ne güzel dostturlar!
Allah’ımız bizi o altın halkanın dairesinden, kıyamete kadar devam edecek olan kaynaktan mahrum etmesin!
Cümlemizi bu tâifenin neşesine ve neşvesine ererek yaşamaya muvaffak kılsın! Âmin!
Gönül sultanlarımızın muhabbetiyle bizi ihyâ eden Rabb’imize sonsuz şükranlarımızı arzederiz.