Musibet tıpkı deniz dalgası gibidir, birbiri ardınca devamlı gelir. Allah-u Teâlâ isabet ettirmemeyi dilemişse, denizin dalgasını seyrettiğin gibi olursun. Dalgalar sana gelir, fakat hiç dokunmaz, dışarıdan seyredersin. En hayırlısı dışarıdan seyretmek.
Bütün kâinat düşmanın olsa, O seni hıfz-ı himaye etmeyi dilemişse:
“Allah’ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez.” (Teğâbûn: 11)
Âyet-i kerime’si mucibince bir tek kılına zarar gelmez.
Bütün kâinat dostun olsa, kahretmeyi murad ettikten sonra, kıl kadar kimsenin sana yardımı olamaz ve seni kurtaramaz.
Sanki o musibet, bizâtihi insana yönelmiş, isabet etmek için Allah-u Teâlâ’nın iznini beklemektedir.
Nice musibetler vardır ki, sabırlarından dolayı fazla sevap almak, günahları örtmek ve benzeri başka bir şey için insana gelip çatar.
Kişinin işlediği bir kötülük sebebiyle başına gelen musibetler de ancak Allah-u Teâlâ’nın izni ve iradesi iledir.
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir.” (Şûrâ: 30)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.
Buradaki musibetten maksat, herhangi bir musibettir. Vücuduna batan bir dikenin acısı, her türlü üzüntü, sıkıntı, korku ve her türlü hastalıklar birer musibettir. İbtilâ bununla da kalmaz, insanın malında, aile efradında, çocuklarında da olabilir.
Hakk yolda bulunan bir müminin karşılaştığı sıkıntılar onun sadece günahlarına kefaret olmakla kalmaz, Allah katındaki derecesini de yükseltir.
“Kim de Allah’a inanırsa ona hidayet eder, gönlünü doğruya yöneltir.” (Teğâbûn: 11)
O iman sebebiyle kalbine büyük bir inşirah verir, doğruyu düşündürür. O kimse ölünceye kadar Hakk yolda sabır ve sebat eder. Başına gelecek olanın mutlaka geleceğini, gelmeyecek olanın da ona isabet etmeyeceğini bilir. Hakk’ın takdirine râzı, hükmüne gönülden teslim olur.
“Allah her şeyi bilendir.” (Teğâbûn: 11)
Kimin gerçekten iman ettiğini, kimin imanında ne kadar samimi olduğunu bilir. Hiçbir şey O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli kalmaz. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resulullah Aleyhisselâm’a mutlak itaat edilmesini emrederek:
“Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin.” buyuruyor. (Teğâbûn: 12)
Allah-u Teâlâ ona itaati kendisine yapılacak itaatle birlikte emretmiş; ona yapılan itaati kendisine yapılan itaat, ona muvafakatı kendisine muvafakat gibi saymıştır.
Kişi ona itaat etmekle Allah-u Teâlâ’nın emrine itaat etmiş olur. Ona itaat etmeyen ise Allah-u Teâlâ’ya da, gönderdiğine de iman ve itaat etmemiş olur. Bu hakikati böyle bilmek lâzımdır. Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne tam bir teslimiyetle itaat etmek, imanın kemâli ve gereğidir.
“Eğer yüz çevirecek olursanız biliniz ki, Resul’ümüze düşen apaçık bir tebliğdir.” (Teğâbûn: 12)
Yüz çevirirseniz, siz ancak kendi kendinize yüz çevirmiş olursunuz. Ne Allah-u Teâlâ’ya ne de Resulullah Aleyhisselâm’a hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. Bu din, dimdik ayakta duran bir dindir.
O risaletini tebliğ etmiş ve ilâhî emaneti yerine getirmiştir. Sizin kabulünüzden dolayı onun bir menfaati yoktur, yüz çevirmenizin de ona bir zararı olmaz.
Görülüyor ki bu durum doğrudan doğruya iman ile alâkalıdır. Resulullah Aleyhisselâm’a tâbi olanlar gerçek iman ehlidirler. Amma Resulullah Aleyhisselâm’ın hükmüne râzı olmayanlar imandan mahrumdurlar.
Allah-u Teâlâ’yı her türlü noksan sıfatlardan tesbih etmenin, tehlil ve tekbir getirmenin çok büyük önemi vardır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah öyle bir Allah’tır ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur.” (Teğâbûn: 13)
Tapılacak, ibadet yapılacak, kulluk edilecek, mabud tanınacak başka hiçbir mabud yoktur, yalnız ilâhlık kendisinin hakkı olan Allah vardır.
Uluhiyet ve ubudiyet yalnız O’na mahsustur. Kulluk edilmeye lâyık olan sadece O’dur ve sadece O’na kulluk edilmesi gerekir.
Her cihetten tektir. Varlığına şahid yine kendi varlığıdır. Her varlık O’nun kudretinin eseridir. Var olan ne ki varsa O’nunla var olmuştur.
İradesini yerleştirmek ve kudretini göstermek için her şeyi sonradan ve yoktan var etti, yoksa ihtiyacı için değil. O Samed’dir, hiç kimseye muhtaç değildir, herkes O’na muhtaçtır.
Allah-u Teâlâ şerefi en üstün olan Şerif’tir, azameti en yüce olan Azîm’dir, hilmi en mükemmel olan Halîm’dir, ilmi en mükemmel olan Âlim’dir. Her türlü şeref ve yücelikte mükemmelin kendisidir. O’ndan başkası için bu sıfatlar kullanılmaz.
“Müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Teğâbûn: 13)
Her hususta ve her şeye karşı O’na tevekkül olunur. O her şey üzerine ve her şeye karşı vekildir.
Mekkeli bazı müslümanların hicretine, Medineli bazı müslümanların cihada çıkmasına engel olan eş ve çocukların bu davranışları üzerine Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurdu:
“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının!” (Teğâbûn: 14)
Dini hayata, hayır ve infaka, ahlâk ve fazilete karşı olan her davranış bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girmektedir.
Kimi eşler vardır ki kocalarının, kimi çocuklar da vardır ki babalarının düşmanıdırlar. Bu düşmanlık onları sâlih amellerden alıkoymak mânâsınadır. İbâdet ve taatten meşgul ederler. Haram kazanca ve günah olan işlere sevk ederek büyük mesuliyetlere maruz bırakabilirler.
Onların sebebiyle gelmesi düşünülen dünyevî ve uhrevî zarar ve ziyanlardan kaçınmalı, dikkatli ve tedbirli olmalıdır. Bununla beraber sakınacağız diye bunaltıp sıkmamalı, ahkâm ölçüleri dahilindeki kusurlarını bağışlamalıdır.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyurulmaktadır:
“Affeder, kusurlarına bakmaz, günahlarını örterseniz, şüphe yok ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Teğâbûn: 14)
Eş ve çocukları baştacı edip bütün mesaisini onlara ayıran, helâl ve haram sınırlarını gözetmeden onların rahatı için gecesini gündüzüne katıp uğraşırken ibadet ve taatı terkeden, yapması gereken infak ve hayırları yapmayan, böylece Hakk’tan uzaklaşan kimseler için mal ve evlat birer fitnedir. Kalbi dünya ile meşgul ettikleri için onlara fitne denmiştir.
Avf bin Mâlik el-Eşcâî -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in de katıldığı bir savaşa gitmek isterken eşi ve çocukları sızlanıp kendilerini acındırarak onu alıkoymuşlardı. O ise bu davranışının yanlış ve hatalı olduğuna kanaat getirerek derin bir pişmanlık duymuş ve Allah-u Teâlâ’ya yönelerek tevbe ve istiğfarda bulunmuştu.
Bu sebeple inen Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Şüphesiz ki mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır. Büyük mükâfat ise Allah’ın yanındadır.” (Teğâbûn: 15) (Bakınız: Enfâl: 28)
Bu imtihan Allah-u Teâlâ’ya itaat edenle isyan edenin bilinmesi için yapılır.
Kul bu nimetin hakkını ödeyerek şükür mü edecektir, yoksa öfkelenip âsi mi olacaktır? İmtihan sadece sıkıntı ve mahrumiyetle olmaz. Bazen bolluk ve genişlikle de olur. Mal ve evlât da bu bolluk ve genişliğin bir ifadesidir.
İşin hakikati şu ki, Allah-u Teâlâ kullarını imtihana tutmaya muhtaç değildir. Ezeli ilmi ile geçmişi de geleceği de bilir. Fakat kullarının iş ve icraatlarını ortaya koymak ve kendilerine de göstermek için, hikmetinin iktizası olarak imtihan sahnesinde bulundurmaktadır.
Mal ve mülk, evlât ve iyâl her ne kadar dünyanın ziyneti, hayatın intizamı için gerekli ise de; ana ve babasına meşru durumlarda itaat etmeyen evlattan, kocasına itaat etmeyen kadından daha ziyade insan için düşman olamaz.
Çünkü itaatsiz evlât insanın gönlünü daima rencide eder, işini sekteye uğratır, huzurunu bozar. İtaatsiz ve ahlâksız bir kadın da böyledir. Dünyaca zararları yanında âhiretçe de zararları olacağında şüphe yoktur.
Şu kadar var ki hepsinin böyle olmadığı da bir gerçektir.
İman, ibadet ve infak... Birbirine zincirleme bağlı üç temel prensiptir.
Birincisi; Küfür ve nifaktan kurtarır, saâdet kapılarını açar.
İkincisi; Hakk’a yaklaştırır ve insanı, şükreden bahtiyarlar mertebesine çıkarır.
Üçüncü ise; İlâhî rahmete erdirir, Hakk’ın sevgisine vesiledir.
Allah yolunda infakta bulunmak, kişinin imanının sadâkatına delildir, O’na yönelmenin belirtisidir. Hazinelerine hazinedar bulunmayan, vergi ve ihsanlarının muhasibi bulunmayan Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğinize olarak mallarınızdan infak edin.” (Teğâbûn: 16)
Rızâ-i Bâri için yapılan azıcık bir iyiliğe bile büyük ecirler vererek onu büyültür. İnfak edenler aslında doğrudan doğruya kendileri için infak etmekte, kendileri için hayır hazırlığında bulunmaktadırlar.
Nefsin cimriliğinden korunmak da şüphesiz ki ilâhi bir lütuftur.
Âyet-i kerime’nin devamında Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Teğâbûn: 16 - Haşr: 9)
Bu korunmak ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’nın korumasına sığınmakla olur. Bu gibi kimseler insanlar arasında teveccühe erecekleri gibi, Allah katında da büyük ecirlere nâil olacaklardır. Allah-u Teâlâ yaptıkları az amellerine karşılık onlara ebedi sevaplar ihsan eder.
•
Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği malı, kişinin Rızâ-î Bâr-î yolunda sarfetmesini, Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde “Güzel Bir Borç” mânâsına gelen “Karz-ı hasen” olarak vasıflandırmaktadır. “Karz-ı hasen” Kur’an-ı kerim’de yedi Âyet-i kerime’de geçmektedir.
Mal ve mülkün hakiki sahibi Allah-u Teâlâ’dır, insanlar ancak O’nun malını tasarrufta vekildirler. Kim O’nun koyduğu şartlara uygun şekilde, rızasını kazanmak için farz olan zekâttan başka tamamen kendi isteğine bağlı olarak malını hayır yolunda infak ederse; günahlarını kapatır, yok eder, günahlardan dolayı mesul tutmaz.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor: “Eğer Allah’a güzel bir ödünç takdiminde bulunursanız, Allah onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Allah şükrün karşılığını verendir, ceza vermekte acele etmeyendir.” (Teğâbûn: 17)
Hâlis bir niyetle Allah yolunda infak edilen her şey bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girer.
Allah-u Teâlâ kullarını infaka teşvik için, Allah yolunda vermeye tahrik için, sarfettikleri şeylerin zâtına verilmiş bir borç olduğunu belirtmektedir.
O’nun yolunda, rızâsı uğrunda infak edilen şeyler, kasa ve keselerde para saklamaktan, hatta meşru ticaretten ve kazançtan daha kârlıdır. O’nun dini gönüllerde yer tutsun diye, imkânı olanların servetinin bir bölümünü ayırması, zenginler zengini olan Allah-u Teâlâ’ya takdim edilen en güzel bir ödünçtür. O ise bu borcu geri vermeye değil, eğer gerçekten Rızâ-î Bârî için vermişse, daha da fazlasını ödeyeceğine dair söz vermiştir.
İnfakın karz-ı hasen olabilmesi için; gönül hoşnutluğu ile verilmesi, mümkün oldukça gizli verilmesi, riya karıştırılmaması, verdiği her ne kadar çok olsa da az kabul edilmesi, verilirken başa kakılmaması şarttır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah gece yarısı yahut gecenin son üçte birinde dünya semasına nüzul ederek: ‘Bana kim duâ eder ki ona icabet edeyim veya kim benden bir şey diler ki ona vereyim.’ buyurur. Sonra: ‘Yoksul olmayan ve zulmetmeyen Allah’a kim ödünç verecek?’ buyurur.” (Müslim)
Allah-u Teâlâ kuluna verdiği rızkın fazlasını ödünç olarak istemekte, sonra da bu borcun karşılığını kat kat iâde edeceğini vâdetmektedir. Dünyada malına bereket, kendisine saâdet ve selâmet verir. Âhirette ise mükâfat olarak bir çok sevaplar ihsan buyurur, ecrini kat kat katlandırır.
“Görüleni görülmeyeni bilendir.” (Teğâbûn: 18)
Hiçbir gizli O’na gizli kalmaz. Açık yapılanları da bilir, gizli yapılanları da bilir. Olanları da bilir, olacak olanları da bilir.
“Azîz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Teğâbûn: 18)
Her şey O’nun hükmüne bağlıdır. Dilediği olur, dilemediği olmaz. Her şeyi hikmetiyle idare eder.