Ulül-azm peygamberlerden olan İbrahim Aleyhisselâm’ın iki oğlu vardı. İlk oğlu Hazret-i İsmail’in annesi Hâcer, ikinci oğlu Hazret-i İshak’ın annesi ise Sâre idi. İsrailoğulları İshak Aleyhisselâm’ın soyundan gelmektedir.
İbrahim Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın emrine uyarak küçük yaştaki oğlu İsmail’i annesi Hâcer ile birlikte Filistin’den alıp sahraları ve çölleri geçerek Hicaz’a götürdü. Onları Mekke’deki Mescid-i Haram’ın bugün bulunduğu yerin civarında bir gölgeliğin altına bıraktı.
Sonra:
“Ey Rabb’im! Bu şehri emniyetli kıl!” (İbrahim: 35)
Diyerek duâ etti ve döndü.
O zaman Mekke’de ne bina, ne insan, ne de içecek su vardı.
Hacer Vâlidemiz oğlu İsmail ile bu ıssız vadide yerleştiler. Allah-u Teâlâ onlar için zemzem suyunu çıkardı. Daha sonra Cürhüm kabilesi gelip oraya yerleşti, evler barklar yaptılar. Mekke artık bir şehir haline gelmeye başladı. İsmail Aleyhisselâm bu kabileden bir kızla evlendi. Kendisi İbrânî, Cürhümlüler Âribe yani halis araplardandı. Bu sebeple İsmail oğulları’na “Araplaşmış Araplar” mânâsına gelen “Müsta’rabe” denilir.
İbrahim Aleyhisselâm uzun bir müddet oğlundan uzak kaldı. Nihayet bir gün tekrar Mekke’ye geldi. Allah-u Teâlâ kendisine Kâbe’yi bina etmesini emir buyurmuştu. Oğluna durumu bildirdi, hatta yerini de gösterdi. Oradaki yüksekçe bir yere Kâbe-i muazzama’nın temellerini attılar. İbrahim Aleyhisselâm duvar örer, İsmail Aleyhisselâm taş getirirdi. Yapı yükselince, şimdiki Makam-ı İbrahim denilen yerdeki taşı getirip babasının ayağının altına koydu. O yüksekte, İsmail Aleyhisselâm aşağıdan taş veriyordu. Nihayet yapıyı tamamladılar ve yeryüzünün ilk mabedini ibadete açtılar.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz ki insanlar için ilk kurulan Beyt, Mekke’deki mübarek ve âlemlere hidayet kaynağı olan Kâbe’dir.” (Âl-i imrân: 96)
Kâbe-i muazzama’nın faziletli kılınmasının sırrı; kalpleri cezbetmesi, gönüllerin onu sevmesi, onu görmeyi arzu etmesi hususunda açıkça görülür. Müminler dünyanın dört bir yanından onu ziyarete gelirler, fakat ziyarete doyamazlar. Ne kadar fazla ziyaret etseler, o nisbette arzuları artar.
Kendisini Hacc ve Umre yaparak ziyaret edenler için hayır ve bereketi çoktur. Yeryüzündekilerin kıblesi olduğundan dolayı, onlar için hidayet ve nur kaynağıdır.
Kâbe-i muazzama Hacc ibadetinin sebebi idi. Beytullah’ın inşâsı tamamlandıktan sonra Cebrâil Aleyhisselâm gelerek kendilerine Hacc ibadetinin yerine getiriliş şeklini öğretti.
Hacc’ı ilân etme vazifesi de İbrahim Aleyhisselâm’a verilmişti:
“İnsanları Hacc’a çağır, yürüyerek ve uzak yollardan gelen bineklere binerek sana gelsinler.” (Hacc: 27)
Bu emir üzerine adı geçen taşın üstüne çıkarak kıyamete kadar gelecek insanları Hacc’a çağırmış ve o yıl oğlu ile Hacc yapmıştır.
İshak Aleyhisselâm da arasıra gelir, kardeşi İsmail Aleyhisselâm’a misafir olur, onunla birlikte haccederdi.
Mekke-i mükerreme artık İslâm dâvetinin merkezi olmuştu.
İlk zamanlar Kâbe ile ilgili görevler İsmail Aleyhisselâm tarafından yürütülüyordu, sonra oğluna geçti. Daha sonra Cürhümlüler bu görevi üzerine aldılar. Fakat bunlar her türlü adaletsizliği uyguladıkları için Huzaa kabilesi, İsmail oğulları’nın da yardımı ile Cürhümlüler’i Mekke’den sürüp çıkardılar. Cürhümlüler intikam almak için, Kâbe’ye hediye edilmiş altın geyik heykelleri ile diğer değerli eşyayı zemzem kuyusuna atıp, üzerini toprakla doldurup belirsiz hale getirerek Mekke’den kaçtılar. Zemzem kuyusu bu sebeple uzun müddet kapalı kaldı. O günlerde Mekke’de başka kuyular da olduğu için, halk bu mucize suya ihtiyaç hissetmedi, gönüllerde yarı unutulmuş bir hatıra olarak kaldı.
Kâbe muhafızlığı üç asır kadar Huzaalılar’da kaldıktan sonra, Kilâb’ın oğlu Kusayy bölgenin hakimiyetini ele geçirdi. Kureyş’in başına geçerek Huzaalılar’ı bölgeden çıkardı. Kâbe’nin etrafında bugünkü Mekke şehrini kurdu.
Önceleri Kâbe civarına bina yapmak hürmetsizlik sayılırdı. Kureyşliler bu anlayışı yıkmış, Kusayy zamanında çadırların yerine Kâbe’nin çevresine taş binalar yapılmıştır. Bu durum, Kâbe çevresinde şehir hayatının çıkmasına sebep oldu, Mekke büyük bir refaha kavuştu.
Hacılara ve Mekke fuarına gelen ziyaretçilere yardım için halka senelik Rifâde vergisini de koyan odur. Ayrıca kırk yaşını geçenlerden, kamu işlerini müzakere etmek için toplandıkları Dâr’ün-nedve adıyla tanınan geniş bir ev inşâ ettirdi.
Mekke’ye İslâm’dan önceden beri Ümmül-kurâ yani şehirlerin anası denilmektedir.
Allah-u Teâlâ Hazret-i İbrahim peygamberin Mekke-i mükerreme’yi emniyetli kılmasına dâir yapmış olduğu duâsını kabul buyurmuş, o beldeyi emniyetli kılmış, bütün zâlimlerin zulmünden korumuştu.
Âyet-i kerime’sinde:
“Ve bu güvenilir şehre andolsun ki!” buyuruyor. (Tîn: 3)
Emniyet, hayatın en önemli şartlarından olduğu için “Şehirlerin anası” üzerine yemin edilmiştir.
Mekke-i mükerreme ziraate elverişli olmayan, ekin ve bitki bitirmeyen kurak bir vâdide kurulmuştu.
Yine İbrahim Aleyhisselâm’ın:
“Çeşitli meyvelerden bunlara rızık ver.” (İbrahim: 37)
Diyerek yaptığı duânın bereketiyle her şeyin ürünü Allah katından bir rızık olarak oraya götürülüyordu.
Allah-u Teâlâ onların basiretlerini açtı. Geçimlerini ve maişetlerini kazanmanın yollarını aradılar ve ticaret yolculuklarına çıkmaya başladılar. Komşu memleketlerle ticari anlaşmalar yaptılar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kureyş kabilesi alıştırıldığı (uzlaşması ve anlaşması sağlandığı) için. Kış ve yaz seyahatlerinde alıştırıldıkları için.” (Kureyş: 1-2)
Böylece onlar yaz mevsiminde serin bölgeler olan Şam ve İran taraflarına, kış mevsiminde ise sıcak olan Yemen ve Habeşistan taraflarına doğru ticaret kervanları çıkarırlardı.
Bu yolculuklarında onlar huzur ve güven içinde olurlardı. Hiç kimse onlara kötülük yapmaz, onlara ses çıkarmaya cesaret edemezdi.
Taşıdıkları “Kâbetullah’ın Hizmetçileri” ünvanından dolayı hiç kimse onlara dokunamazdı. Geçtikleri yerlerin halkı: ”Bunlar Allah’ın evinin komşuları, Harem’in sakinleridir, bunlar Allah dostlarıdır, bunlara eziyet ve zulüm etmeyin!” derlerdi.
Bir Kureyşli yalnız olarak yolculuk yaparken saldırıya uğrasa: “Ben Allah’ın haremindenim!” dediği zaman kendisine hiç kimse bir şey yapamazdı. Hatta onlara doğru gidenler ve onlarla birlikte yolculuk yapanlar da onlar sayesinde emniyet içinde olurlardı.
Allah-u Teâlâ onlara verdiği nimetleri hatırlatarak Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Öyleyse kendilerini açken doyuran ve korku içindeyken her türlü korkudan emin kılan bu beytin (Kâbe’nin) Rabb’ine kulluk etsinler.” (Kureyş: 3-4)
Bu yolculuklar Allah-u Teâlâ’nın onlara lütfettiği en açık nimetlerdendi. Onların rızıklarını genişletti. Emniyet yollarını onlara döşedi. Halk arasında itibarlı kıldı.
Halbuki o dönemlerde Arabistan yarımadasının diğer bölgelerinde emniyet diye bir şey yoktu. Baskın ve kaçırma hadiseleri yaygındı. İnsanlar gece rahat uyuyamazlardı. Her an bir saldırıya uğrama tehlikesi ile karşı karşıya idiler. Hiç kimse kendi kabilesinin dışına çıkmaya kolay kolay cesaret edemezdi. Çünkü ya birileri tarafından öldürülür veya yakalanarak köleleştirilirlerdi.
Kervanların yol üzerinde her an önleri kesilebilir, malları her an yağmalanabilirdi.
Bununla beraber Mekke’deki Kureyş kabilesi emniyet içinde idiler. Kâbe-i muazzama’nın kudsiyeti sayesinde büyük ve küçük kafilelerle her yerde serbestçe dolaşabilirlerdi. Bu yüzden kendilerine geniş rızık kapıları açılmıştı. Yaz ve kış aylarında yapılan ticari seyahatlere alışmışlar ve âdeta gelenek haline getirmişlerdi.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Doğrusu ben bunları da atalarını da, kendilerine hak ve onu açıklayan bir peygamber gelinceye kadar geçindirdim.” (Zuhruf: 29)
Onlara uzun ömürler, bolca nimetler verdim. Ne yazık ki bu nimetlerin kıymetini bilemediler, kendilerine verilen mühlete aldandılar. Hakk’a dönecek yerde, şehvetlerinin peşine takıldılar.
“Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken (öldürülürken, ya da esir edilirken) bizim Mekke’yi güven verici bir harem yaptığımızı görmediler mi?” (Ankebût: 67)
Allah-u Teâlâ o bölgeyi asırlar boyunca bütün karışıklıklardan, yağma ve talandan korumuştu. Herkes emniyeti o mübarek Beyt’in çevresinde bulabiliyordu.
Böyle olmakla beraber onlar Allah-u Teâlâ’nın emniyet yurdu kıldığı o mübarek Beyt’i putlarla doldurmuşlardı.
Âyet-i kerime’nin devamında Allah-u Teâlâ harem sakinlerini kınamakta ve şöyle buyurmaktadır:
“Onlar hâlâ bâtıla inanıp Allah’ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?” (Ankebût: 67)
Ne yazık ki onlar kendilerine verilen bu yüksek değeri, şeref ve izzeti anlayamadılar. Kâbe’nin Rabb’ini bırakıp putlara taptılar, bu mübarek mâbedi bir bakıma puthane haline getirdiler.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde bir kısım müşriklerin eski kavimlerin izmihlâle uğramış yerleşim yerlerini gördükleri halde, onlardan ibret almadıklarını beyan buyurmaktadır:
“Resul’üm! Andolsun ki onlar, belâ yağmuruna tutulan o memlekete uğramışlardır. Onlar onu görmüyorlar mıydı? Hayır! Onlar tekrar dirileceklerini ummuyorlardı.” (Furkân: 40)
Bu dirilmeyi, ardından da ahirette ceza görmeyi inkâr ediyorlardı.
•
Allah-u Teâlâ Mekke sakinlerine bütün bu nimetlerin yanında bir de son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’ı bu belde halkından seçip göndermiş, Kitab-ı kerim’ini de bu beldede indirmiştir.
Onlar ise iman etmemek için mazeretler ileri sürdüler.
Dediler ki:
“Seninle beraber doğru yolda gidersek yerimizden oluruz.” (Kasas: 57)
Eğer Peygamber’e uyarlarsa korkuya düşeceklerini, düşmanlarının saldırılarına maruz kalacaklarını, başlarına felâket ve musibetler geleceğini zannediyorlardı.
Allah-u Teâlâ onların bu vehimlerini şöylece cevaplandırdı:
“Biz onları kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin mahsulünün toplanıp getirildiği emniyetli ve hürmetli (dokunulmaz) bir yere yerleştirmedik mi? “ (Kasas: 57)
O harem bölge tarıma elverişli olmadığı halde, ihtiyaçları olan gıda maddeleri her taraftan kendilerine geliyordu. Güneydeki Yemen’den kuzeydeki Şam’a kadar uzanan iki büyük kervan yolu onların yakınından geçiyordu. Kendileri de ticaret erbâbı idiler, oralara gidip geliyorlardı.
Onlar putlara taptıkları, çevredeki Araplar birbirleriyle çarpışıp durdukları halde, harem bölgede Allah-u Teâlâ’nın lütfu ile emniyet ve sükûnet içinde yaşıyorlardı.
“Fakat onların çoğu bilmezler.” (Kasas: 57)
Onların çoğu câhil oldukları için, bu nimetin kadrini anlayamadılar. Korkunun nereden, emniyetin nereden geleceğini bilemediler. Çünkü imandan mahrum idiler. Bununla beraber Allah-u Teâlâ’nın hidayetine tâbi olur olmaz, çok kısa bir zamanda yeryüzünün doğusunu ve batısını hakimiyetleri altına aldılar.