Muhterem Okuyucularımız;
İslâm dini beşeriyete sunduğu ilâhî hükümlerle, ortaya koyduğu hudutlarla insanların dünya saâdetini ve âhiret selâmetini kazanmalarını hedef almıştır. Toplumun her türlü ihtiyaçlarını karşılayan tam ve mükemmel bir nizamdır. Çünkü o Allah-u Teâlâ’nın dinidir ve bütün insanlığa gönderilmiştir. Artık İslâm’dan sonra kıyamete kadar yeni bir din, yeni bir peygamber gelmeyecektir. Çağlar boyunca insanlığın maddî mânevî bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir özelliğe sahiptir.
Hükümleri her zaman için toplumun seviyesinden üstün olup, toplum seviyesi ne kadar yükselirse yükselsin, İslâm’ın hükümleri o seviyeden daha üstündür. Bu hükümler yılların, asırların değişmesiyle değişmeyip, bütün zaman ve mekâna hitap eder.
İslâm’ın doğuşundan bu yana bu kadar zaman geçmesine rağmen, toplum düzeni defalarca değişip altüst olmuş, birçok yeni keşif ve icatlar bulunmuş, buna rağmen Allah-u Teâlâ’nın değişmez nizamı değişmemiş, hâlâ indiği şekliyle dimdik ayakta durmaktadır.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum: 30)
Bilmeden, hevâların heveslerin peşinde koşarlar ve dosdoğru yoldan ayrılırlar.
İslâm hem dünyevî hem de uhrevî mevzularda, boşluk bırakmayacak şekilde hükümler koymuştur. Çünkü İslâm, din ve dünya işlerinin düzenleyicisidir. Her zaman ve çağın dinidir, âlem-şümul bir nizamdır.
İslâm’da toplum seviyesi ne kadar yükselirse yükselsin, bu yüksek seviyeyi koruyacak hükümler vardır. Belli bir bölge ile sınırlı değildir, insandan insana farklılık göstermez. Sabit ve istikrarlı olduğu için, yıllar ne kadar geçerse geçsin, zaman ne kadar ilerlerse ilerlesin, değişmeyi kabul etmez. Mekânın değişmesi ona tesir edemez, tazeliğini yıpratamaz. Bu şekilde olmamış olsaydı, on dört asırdan beri yaşayamazdı.
•
Yarının olgun insanı olacak olan çocukların yetişmesi ve terbiyesi ile ilgili olarak da İslâm’ın bütün çağları içine alacak şekilde hükümleri vardır.
Bu Din-i mübin’i tebliğ etmekle görevlendirilen, en güzel ahlâkın temsilcisi ve terbiyecisi olan sevgili Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in; başyazımızın konusu olan çocuklarla, çocuk sevgisiyle, bakımıyla, doğumundan itibaren büyüyünceye kadar yetiştirilmesiyle, onlara verilmesi gereken değerle ilgili olarak pek çok Hadis-i şerif’leri mevcuttur. Bu ulvî beyanları ile, âile ve çocuklar hususunda gerekli olan her şeyi aydınlığa kavuşturmuştur.
Çocuklar yetiştirmek, terbiye etmek ve onları istikbale hazırlamak kolay bir iş değildir ve insanın en zor mesleklerinden birisidir. Çok güç olan bu vazife mutlaka başarılmalıdır. İnsanın yetiştirilmesi için, insanı yetiştirecek anne ve babanın mutlaka iyi yetiştirilmeleri gerekmektedir. Eğitilmemiş kimselerin insan eğitmeye kalkmaları muhaldir.
Âile efrâdı, karı-koca ve çocuklarından teşekkül eder. Allah-u Teâlâ âile fertlerinin her birine karşılıklı vazifeler ve mesuliyetler yüklemiştir. Bu karşılıklı vazifelerin Allah-u Teâlâ’nın çizdiği sınırlar dahilinde yapılması âile yuvasının huzur ve saâdetini temin eder.
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
“Çocuklarınızı Peygamber’inize, Ehl-i beyt’ine ve Kur’an okumaya muhabbet gibi üç hasletle terbiye ediniz.”
(Câmiü’s-sağir)
İnsan hayatı doğumdan başlayıp ölüme kadar süren bir bütündür ve çocukluk, ergenlik, yetişkinlik, yaşlılık olarak belirlenen bazı devrelere ayrılır. Bu devrelerden her biri bir öncekinin etkisi altında meydana gelmekte, hususiyetle insanın bedenî ve ruhî gelişmesinde çocukluk devresine çok önem verilmektedir.
Çocuk sahibi olmak, anne ve babalar için büyük bir nimettir.
Üreme bütün canlılarda ilâhî bir kanundur. İslâm’a göre evlenmenin gayelerinden biri, hatta en önemlisi çocuk sahibi olup neslin devamını sağlamaktır, şehevî arzuyu tatmin değildir. Şehvetin yaratılmasının ve nikâhın meşru kılınmasının hikmeti, üreme ve cinsin devamıdır. Aslında her insanda, bu dünyada kendi nesebini ve zürriyetini devam ettirmek için içten gelen fıtrî bir arzu vardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde çocuğu, “Kalplerin meyvesi” mânâsına gelen “Semeretü’l-kulûb” ve “Gözbebeği” mânâsına gelen “Kurretü’l-ayn” gibi vasıflarla anmıştır.
Bir tek candan erkek ve dişi çeşidinin yaratılmış olmasının hikmeti de budur. Bundan dolayıdır ki erkek ve dişi birbirine nikâhlanmıştır.
Âyet-i kerime’de umumiyetle insanların Allah-u Teâlâ’dan kusursuz, iyi bir çocuk istedikleri bildirilmektedir:
“Eğer bize sâlih bir çocuk verirsen muhakkak ki şükredenlerden olacağız.” (A’raf:189)
İnsanlar doğacak çocuğun kusursuzluğundan emin olmadıkları için, çocuğun sağlam ve kusursuz, selim bir fıtrata sahip olması, sağ salim doğması noktasında Allah-u Teâlâ’dan yardım isterler.
İbrahim Aleyhisselâm, oğlu İsmail Aleyhisselâm ile beraber Beytullah’ın temellerini yükseltirken yaptıkları duânın bir noktasında şöyle niyaz etmişlerdi:
“Neslimizden de yalnız sana boyun eğen, müslüman bir ümmet yetiştir.” (Bakara:128)
Bu duâ bütün beşeriyet için bir numunedir.
Bir müslümanın kendi çocuğu için ve ümmet-i Muhammed için ne derece duâ etmesi gerektiğinin ifadesi çıkıyor.
Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm’ın, putlara tapınmaktan kaçınılması hususundaki niyâzını Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“Ey Rabbim! Bu şehri emniyetli kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!” (İbrahim:35)
İbrahim Aleyhisselâm âlî bir peygamber olduğu için putlara tapmaktan müberrâdır. Böyle bir duâda bulunması, başkalarına numune-i imtisal olmak içindir.
Bu husustaki diğer bir duâsı da şöyledir:
“Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namaz kılanlardan eyle! Ey Rabbimiz! Duâmı kabul buyur.” (İbrahim:40)
Zekeriyâ Aleyhisselâm da şöyle niyaz etmişti:
“Ey Rabbim! Tarafından bana hayırlı bir nesil bağışla. Doğrusu sen duâyı işitensin.” (Âl-i imran:38)
Allah-u Teâlâ bütün müslümanlara duâlarında, kendilerine göz nuru olacak eşler ve çocuklar vermesini Zât-ı akdes’inden niyaz etmelerini istemektedir.
“Ey Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve zürriyetimizden gözümüzün aydınlığı olacak insanlar lütfeyle ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” (Furkan:74)
Bu dilek, âile ve evlat terbiyesine verilen önemi gösterir.
Bir müminde bulunması gereken vasıflardan biri, arkadan gelecek zürriyetinin istikbali için Allah-u Teâlâ’dan talepte bulunmaktır.
İslâm’da kişinin çocuk sahibi olması, büyük sorumluluk gerektiren bir durumdur. Nitekim ana-baba ile çocuk arasındaki münasebet hem ahlâkî hem de hukukî yönden belli esaslara bağlanmıştır. Durum böyle olunca çocuğun varlığı ciddiye alınmalı, iyi bir insan ve samimi bir müslüman olarak yetişmesi için her türlü gayret ve fedakârlık gösterilmelidir. Çocuğun dünya saâdetini ahiret selâmetini gözetmek, onu dünyaya getiren insanların önemle üzerinde durmaları gereken bir husustur. İslâmiyet bu hususta birinci derecede babayı sorumlu tutar.
İşte bunun içindir ki çocuğumuz daha doğarken İslâm terbiyesini uygulamaya başlamak gerekmektedir.
Çocukların ahkâma uygun olarak yetiştirilmeleri ilâhî bir emirdir:
“Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.” (Tahrim:6)
Ateşin taşla tutuşturulması, hararetinin fazlalığındandır.
İnsan bu ilâhî emir ile mükellef olduğu gibi, evlâd-u ıyâlini bu emre tâbi tutmakla mükelleftir. Aksi halde mesuldür.
Bu ise ancak ilâhî emirleri bizzat yapmakla, yasaklardan öncelikle kendisi sakınmakla ve böylece âilesine güzel numune olmakla mümkündür.
Âile efrâdının cehennem ateşine sürüklenmelerine sebep olacak fitne ve isyandan koruyarak Allah-u Teâlâ’nın emirlerine itaat yoluna götürür. Çünkü âile reisi kendisinden sorumlu olduğu gibi âilesinden ve çocuklarından da sorumludur.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Erkek âile fertlerinin muhafızı durumundadır ve onların hukukundan sorumludur.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh:487 - Müslim:1829)
Müslümanların gerek kendilerine ve gerekse âilesine karşı mükellefiyetleri çok ağırdır. Anne de bu sorumluluğa ortaktır, âilenin iç düzeniyle birlikte çocukların bakımı ve yetiştirilmesi onun sorumluluk dâiresine girmektedir.
Çocuğun en mükemmel bir şekilde yetişmesi ve:
“Onlar Rablerine inanmış gençlerdi.” (Kehf:13)
Âyet-i kerime’sinde belirtilen imanlı gençlerden olması için ana-babanın bütün imkânlarını kullanarak gayret sarfetmeleri gerekir. Çocuğun dünya saâdeti ve ahiret selâmetini hedef alan böyle bir terbiye, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından ana-babanın çocuğuna bırakacağı “En güzel miras” olarak vasıflandırılmıştır.
Saîd bin Âs -radiyallahu anh-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Hiçbir baba evlâdına güzel edep ve terbiyeden daha değerli ve üstün bir miras bırakamaz.” (Tirmizi:1953)
Bir baba için en önemli vazife, çocuklarının terbiyesini hakkıyla yerine getirmektir.
Çocuk eğitmek zor ve sabır gerektiren bir iştir. Çocukların üzerine titremek gerekiyor. Güç bir vazife olmakla birlikte, her müslüman çocuklarını koruyup kollamak mecburiyetindedir.
•
Allah-u Teâlâ’nın ateşten koruma emr-i şerifini bilen biliyorsa da, nerede ve nereden başladığı bilinmediği için herkes kabahati çocukta arıyor. Kendi kusurunu hiç bilmiyor ve görmüyor.
Yuva kurmaya karar verdiğin zaman asil bir âileden, dindar, iffetli ve temiz bir kız aradın mı?
Çünkü Allah-u Teâlâ Mâide sûre-i şerif’inin 5. Âyet-i kerime’sinde mümin, hür ve iffetli kadınlarla evlenmeyi emrederken, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:
“Mezbelelikte biten yeşillikten sakınınız.” buyurmuşlardır. (Deylemî)
Bu evliliğin Rızâ-i ilâhî’ye uygun olup olmadığına dikkat ettin mi?
Helâl yiyip helâl yedirdin mi? Çünkü kişi haramla kendisini de, âilesini de, çocuğunu da helâk eder ve yakar.
Çocuğa güzel bir isim verip ilâhî ahkâmı öğrettin mi? Ekilmemiş gönül bahçesine Allah ve Resul’ünün sevgisini ektin mi?
Göz, kulak, el, ayak gibi bütün âzâlarının Hazret-i Allah tarafından verildiğini; sıhhat, âfiyet, rızık ve maîşet gibi sonsuz nimetler verdiği gibi, ahirette de daha nicelerini vereceğini haber verdin mi? Ölüm, kabir, mahşer, sırat, cehennem gibi vartalardan kurtulması için nasıl hazırlanması gerektiğini bildirdin mi? Cennet ve Cemâlullah’a kavuşması için kendisine yardımcı oldun mu? Bu uğurda harcanan masrafın en kıymetli sadaka-i câriye olduğunu ve ona bırakılacak en kıymetli mirasın din terbiyesi olduğunu bildin mi?
Çocuklarından şikâyetçi olanlar, bu hususlara dikkat ettiler mi?
Bize düşen vazifelerimizi yapmamışsak, onlardan bir şey beklemeye de hakkımız yoktur. Ne verdik ki ne bekleyeceğiz?
Evine helâl lokma, seçme lokma kazanıp getirdin mi?
Helâl lokma o kadar mühimdir ki; alttan, göz görmemiş, gizli ve kapalı olanını tercih edilmeli, açıkta satılanlardan alınmamalıdır. Çünkü onu almaya gücü yetmeyen vardır, gözü kalmıştır.
Haramla beslenen bir vücut hep kötü şeylere meyleder. Bu gibi kimselerin âsi olması gayet tabiidir.
•
İslâm’da çocuğun eğitimi kadının hamilelik dönemi ile başlar ve ömür boyu sürer.
Bu hususta bir temsil arzedelim:
İstanbul’da medfun bulunan Şeyh Vefa Hazretlerinin küçük oğlu, yoldan geçen sakaların su tulumlarını iğne ile delmeyi âdet hâline getirmiş. Sakalar bu durumu bu sâlih zâta söylemeye utanırlar. Nihayet bir gün tahammül edemeyip Şeyh Vefa Hazretlerine meseleyi intikal ettirirler.
O da kendi kendine bunda çocuğunun değil, ya annesinin ya da kendisinin suçu olabileceğini düşünür ve derin bir murakabaya dalar. Bir hatasını göremeyince hanımına sorar. Hanımı iyice düşünür ve der ki:
“Efendi ben bu çocuğa hamile iken komşuya misafirliğe gitmiştim. Masanın üzerinde portakallar vardı. Çok canım istedi, söylemeye utandım. Bir ara ev sahibinin yokluğundan faydalanarak elimdeki iğneyi batırdım ve portakaldan çıkan suyu azıcık emdim.”
Bu cevabı alan Şeyh Vefa Hazretleri: “Hemen git komşudan helâllık al.” buyurur. Ertesi günden itibaren, hiç tembih etmedikleri halde çocuk da bu huyundan vazgeçer.
Bu durumdan çok hislenen anne: “Benim güzel yavrum, en ufak hatamı bile gizlemedin!” der.
Görülüyor ki hamile olsun veya olmasın her kadının yediklerine ve içtiklerine dikkat etmesi, küçücük hatalarının gelecekte çocuğa yansıyacağını unutmaması gerekir.
•
İkinci bir temsil:
Fatih Sultan Hazretleri İstanbul’un fethinden sonra annesine: “Anneciğim! İstanbul’u fethettim.” der. Annesi: “Oğlum! İstanbul’u sen değil ben fethettim.” karşılığını verir. Fatih: “Nasıl olur? Askerleri denizden, gemileri karadan yürüten ordunun başında ben vardım.” dediğinde annesi şöyle söyler:
“Hayır oğlum, İstanbul’u ben fethettim. Çünkü ben hamile kaldığımda harama, helâle, tesettürüme o kadar dikkat ettim ki, bırak akrabalarım, yakınlarım dahi hamile olduğumu anlayamamışlardı. İşte bu sebepten dolayıdır ki Allah-u Teâlâ bana senin gibi bir evlât verdi. Ben böyle olmasaydım, sen İstanbul’un fatihi olamazdın.”
Fatih: “Haklısın anneciğim!” diyerek annesinin elini öper.
Bir kimsenin âilesi, geçimlerini üstlendiği hanımı ve çocuklarıdır. Anne ve babası gibi yakınları yardıma ve korunmaya muhtaç iseler, aynı şekilde onların da gerekli ihtiyaçlarını temin edecektir.
İnsanın âilesine karşı sorumlu olduğu bu maddî ihtiyaçlarının yanında bir de mânevî ihtiyaçları vardır. Onlara inanmaları gereken iman esaslarını, yapmaları gereken ibadet esaslarını ve uymaları gereken ahlâk esaslarını öğretmek, âile reisinin sorumluluğu altındadır. Bu mânevî ihtiyaçların temin edilmesi daha mühimdir. Onların mânevî eğitimlerini sağlamak para ile doğrudan ilgili olmadığı için, omuzlarındaki bu sorumluluk hiçbir zaman düşmez.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah sizi ana karnından kendiniz hiçbir şey bilmiyorken çıkardı.” (Nahl:78)
Bunun içindir ki insan hayatta kendisine lâzım olacak bütün bilgileri sonradan almak mecburiyetindedir.
Meselâ bir buzağı doğar doğmaz hemen kalkıyor, annesinin memesine yapışıyor. Fakat bir bebek, insan olduğu halde niye yapışmıyor? Çünkü Allah-u Teâlâ ona müşfik bir hizmetçi tayin etmiş, öbürünün hizmetçisi yok ki! Bebeğin bakım ve korunmasını, onun doğumunu hasretle bekleyen anne-babası şefkatle üzerlerine almaktadırlar.
İnsanı yaratan Allah-u Teâlâ ona bir takım mükellefiyetler yüklemiş, önüne emir ve yasaklar koymuş, bir zaman sonra da kendisinden hesap soracağını bildirmiştir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyamet:36)
İnsanların çoğunun anlayışı böyledir. İlâhî emir ve yasakların yükümlülüğü altına girmek, ilâhî bir terbiye görmek istememektedirler. Halbuki kâinatta hiçbir şey boş, mânâsız, hikmetsiz ve gayesiz yaratılmamıştır. İnsan nasıl başıboş bırakılabilir?
Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım istenecek, kapısına başvurulacak yegâne mabud O’dur.
Bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Allah, rızâsını arayanları onunla kurtuluş yollarına eriştirir ve onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları dosdoğru bir yola iletir.” (Mâide:16)
Bebeklik döneminden itibaren uygulanmaya başlanan alıştırmalarla çocukta sağlam bir ahlâkî yapının meydana gelmesi hedef alınmalıdır. Bunda davranış eğitimi her şeyden önce gelir. Küçük yaşlarda çocuktaki yanlış davranışların önüne geçilmediği takdirde, ileriki yaşlarda bunların telâfisi imkânsızlaşır.
Küçük yaşlardan itibaren kızlarına çeyiz düzmekle uğraşan anne ve babalar, çocuklarının en büyük çeyizi olan edepli ve ahlâklı olmayı gözardı etmektedirler. Bugün evde ihtiyaç duyulan şeyleri almak veya eksikleri gidermek kolaydır, fakat kızın edep, hayâ ve ahlâk eksikliğini gidermek zordur. Bunun içindir ki anne ve babaların çocukları adına yapmaları gereken ilk şey, küçüklüklerinden itibaren onları en güzel şekilde terbiye etmektir.
Çocuk ana-babaya ilâhî bir hediye, ilâhî bir emanettir. Kalbi tertemizdir, ekilmemiş bir tarladır, hangi tohum atılırsa o büyür. İyilik telkin edilir, iyi işler yaptırılırsa iyi bir insan olur. Dünya ve ahirette saâdet ve selâmete erer. Böyle güzel bir terbiye ile yetiştirdikleri için anne ve babası da onun ecir ve sevaplarına ortak olurlar.
Eğitim işi, verimin artması için ekinlerin arasında yetişen yabani otları ve dikenleri temizleyen çiftçinin işine benzer.
Müslümanların gerek kendilerine ve gerekse âilesine karşı mükellefiyetleri çok ağırdır.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Çocuklarınıza gereken ikramı yapın ve terbiyelerini güzel yapın.” (İbn-i Mâce:3671)
Şayet iyi terbiye edilmezse kötü bir insan olur. Anne-baba onun kötülüğünden mesuldürler, günahına da ortak olurlar.
İlk terbiye ocağı ana kucağıdır. İkincisi eğitim, üçüncüsü de muhittir.
Ana-babası çocuğunu güzel şeylerle doldurur, öğretmen o şekilde yapar, muhit de güzel olursa, çocuk güzel yetişir.
Öğretmenlik çok güzel bir vazifedir, sahası geniştir. Bir çok yavruların kalbine nur ekilebilir. Tevhid ekilebilir. Tevhid’in ekildiği yerde kalpler nurlanır.
Öğretmen bir ekici gibidir. Ekilmemiş bir tarla öğretmenin yanına geliyor. Öğretmen güzel tohumlar saçarsa, o tohum zamanı gelince neşv-ü nemâ bulur.
Çalışılırsa büyük vazifeler olabilir. Öğretmen bunun kıymetini bilmeli ve çalışmasını layık-ı veçhile yapmalıdır.
Verimli olabilmek için, evvelâ güzel bir hâlâta sahip olmalı, helâl lokma yemeli, herkes uyurken uyanarak ibadet ve taatla meşgul olmalı, Allah-u Teâlâ’ya niyaz etmelidir.
Allah’ımız o hâli ihsan buyurursa, söz söylenmese de o hâl çocuğa geçer.
Öğretmen dolu ise çocuğu dolduğu ile doldurur. Boş ise, zaten kendisi boş, çocuğa ne dolduracak? Kendisine tesir edemiyor ki, başkasına nasıl edecek? Evvelâ kendisi dolacak ki, başkasını doldurabilsin.
Eğer kişide nur varsa, o nur karşısındakine akseder. Kişi fâsıksa, fıskı akseder.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“İnsanın kazandığı şeylerin en değerlisi yetiştirdiği evlâdı ve hiyanetsiz olan alış-verişidir.” (Ahmed bin Hanbel)
Çocuğun iffetli, faziletli bir kimse olabilmesi için helâl lokma yedirmeye, helâl giydirmeye itina gösterilmeli, eğitim ve terbiyesine dikkat edilip ahkâm-ı ilâhî öğretilmelidir.
Bir Hadis-i şerif’lerinde ise:
“Çocuklarınızı Peygamber’inize, ehl-i beytine ve Kur’an okumaya muhabbet gibi üç hasletle terbiye ediniz.” buyuruyorlar. (Câmiü’s-sağir)
Sâlih bir evlâdın yetişebilmesi için kişi yatakta dahi edebini muhafaza etmelidir. Eğer böyle yaparsa Allah-u Teâlâ da o çocuğa edep ihsan eder.
Anne ve babanın çocuklarına güzel bir numune olmaları da çok mühimdir. Çünkü çocuk iyi veya kötü olarak gördüklerini onlardan öğrenir.
Ana-babasının havâî şeylere daldığını gören bir çocuk, ahlâkî değerleri öğrenemez.
Ana-babasından devamlı surette katılık, öfke, sinir ve parlama, ezâ ve cefâ gören bir çocuk düzenli olamaz ve kendine hâkim olmayı, dil tatlılığını, nezih konuşmayı öğrenemez.
Allah’ım nur içinde yatırsın, babam çocuk terbiyesini çok iyi bilirdi. Çok disiplinli, çok tertipli bir insandı. Ondaki tertip bize sinmiş olacak ki, şimdi bile çok faydasını görüyoruz.
Üç kardeştik, odanın bir kenarında ellerimiz diz üstünde, saatlerce hiç kıpırdamadan otururduk, birbirimize bakamazdık. Babam bize bakar diye; döver diye değil! Bizi öyle yetiştirmiş...
Annem anlatmıştı:
“Kendini tanımayacak kadar küçüktün. Yemek yerken başkasının önüne uzandın. Baban elinin tersiyle öyle bir vurdu ki, sofradan devrildin. Taaccübüme gitti. ‘Senin bu yaptığın ne? Bu daha çocuk değil mi?’ dedim. O zaman bana döndü ve: ‘Ben bunu senin için yaptım. Bu çocuk bu yaptığına alışacak, bir yere misafir gittiğinde bu alışkanlığını devam ettirecek ve senin yüzün kızaracak. Onun yüzü bir defa kızarır, hayat boyunca senin bu çocuktan bir daha yüzün kızarmaz.’ dedi.”
Annem der ki: “Ve hakikaten ömrüm boyunca benim senden dolayı yüzüm kızarmadı.”
Yemek yiyorduk. Ekmeği nasıl tuttuysam: “Oğlum kaçmaz!” dedi. Hatamı o zaman anladım. Çünkü çocuk onun hatalı olduğunu ne bilir?
Zengindi, fakat bir kuruş para verdiğini ve harcadığımızı hatırlamıyoruz. Bir çocuğun ne ihtiyacı varsa alır eve getirirdi. Biz de bu şekilde tutumlu yetişmiş olduk.
Sert mizaçlı ve disiplinli idi. Bizi dövmezdi, lâkin o sert hali bizi terbiye ederdi, bakışlarından ne demek istediğini anlardık. Sevmekle beraber hiç taviz vermezdi, her bakımdan çok tabiatlıydı.
Ve katiyetle yalanı istemezdi. Yaptın mı? Yaptım. Yaptığın bir şeye “Yaptım” dersen, bir şey demezdi. “Yapmadım” dediğin zaman çok kızardı.
Baba ile anne, çocuğun dünyaya gelişine sebep oldukları ve ona güzel bir terbiye vermek suretiyle yetiştirdikleri için, onların bir nevi kazancı sayılır ve ahirette karşılığını alırlar. Bu ise büyük bir saâdettir. Çocuklarını cehennemden korudukları gibi, kendileri için de bir ahiret sermayesidir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“İnsan ölünce yapmakta olduğu hayırlı işleri durur. Ancak üçü müstesnâdır:
Sadaka-i câriye, yani kesilmeden devam eden hayır yapanların, faydalı ilim bırakanların, arkasından kendisine duâ eden hayırlı bir evlâdı olan kimselerin amel defterleri kapanmaz.” (Müslim:1631)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir başka Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Şüphesiz ki bir adamın cennette makamı yükseltilir. Bunun üzerine adam: ‘(Ey Rabbim!) Bu nereden geldi?’ diye sorar. Kendisine: ‘Çocuğunun sana istiğfarı sebebiyledir.’ denilir.” (İbn-i Mâce:3660)
Mümin ana-babanın geride bıraktıkları çocuğun onlar için yaptığı duâ ve istiğfarı, günahlarının bağışlanmasını dilemesi kendilerine yararlıdır. Çünkü çocuk ana ve babanın bir kazancı ve eseridir.
Şeytan, Allah yolunda bulunmaktan ve O’na itaat etmekten nesli uzaklaştırmak için bütün gücüyle mücadele eder.
Allah-u Teâlâ’nın engin rahmetinden tardedildikten ve cennetten çıkarıldıktan sonra, şeytan son çare olarak kıyamete kadar kendisine mühlet verilmesini istemişti.
Bu hususta Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Eğer kıyamet gününe kadar beni ertelersen, yemin ederim ki pek azı dışında onun neslini kendime bağlayacağım.” (İsrâ:62)
Üzerlerine üstünlük kurarak aldatacağım ve dilediğim tarafa sevkedeceğim. Ancak ihlâslı olanlar müstesnâ kalabilecek.
Zâtına isyan edenlere cezâlarını hemen vermeyen, hiçbir yaratığın herhangi bir dilek ve duâsını toptan reddetmek şânından olmayan Allah-u Teâlâ da dilediği bir hikmete binaen; muhalefet edilemeyen, karşı gelinemeyen meşiyeti ile onun bu istediğini kabul etti.
Bunun içindir ki şeytanın müdahalesinden önce, tecrübe ve istikamet kazanmak için Allah-u Teâlâ insanlara günahsız çocukluk dönemi vermiştir. Binaenaleyh ana-baba bu dönemi ihmal ederler, çocuklarının terbiyesi ile ilgilenmezlerse, bu çok büyük fırsat kaçırılmış olur.
Ana-babanın, büyüme ve yetişme döneminde çocuklar üzerinde büyük önemi vardır. Dinini diyânetini bilen ana-babanın çocukları da istikamet üzerinde büyür ve yetişirler.
Hızır Aleyhisselâm ücretsiz olarak bir duvar yapmıştı. Musa Aleyhisselâm, ücret almamasının sebebini sorması üzerine de şu cevabı vermişti.
“Babaları da sâlih bir kimse idi.” (Kehf:82)
O hazine onlara iyi bir babanın mirası idi. Helâlinden kazanılmış ve Allah yolunda harcanmak için iyi niyet ile konmuştu.
Babalarının sülehâdan bir zat olması sebebiyle, Allah-u Teâlâ bu hazineyi onlar için korudu. O iki yetim yalnız yetim olduklarından dolayı değil, babalarının iyiliğinden faydalanarak o hazineyi elde edeceklerdi.
Babalarının sâlih kimse olması çocuklara fayda sağlar, köklerinin sağlam olması dallara fayda verir.
“Rabbin diledi ki onlar erginlik çağına ulaşsınlar ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar.” (Kehf:82)
İlâhi irade onların büyüyüp güç kazanmalarını, sonra da duvarın altındaki hazineyi çıkarmalarını istemişti. Allah-u Teâlâ’nın Hızır Aleyhisselâm’ı bu şekilde hareket ettirmesi, o iki çocuk için bir lütuftur. Zira o zaman bu kendi malları olan hazineyi koruyacak güce sahip bulunurlardı.
•
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde hayırlı bir evlâdın numune olan durumunu beşeriyete takdim etmektedir:
“Nihayet o güçlü çağına erip, kırk yaşına varınca der ki:
Ey Rabbim! Bana ve ana-babama verdiğin nimete şükretmemi ilham et ve beni hoşnud olacağın yararlı işler yapmaya sevk eyle! Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir! Ben sana yöneldim ve ben kendimi sana verenlerdenim.” (Ahkâf:15)
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde dinine bağlı olan anne-babasına karşı isyankâr olan evlâdın durumunu tasvir etmektedir:
“Annesine ve babasına: ‘Öf size! Benden önce nice nesiller gelip geçmişken, beni (mezardan) çıkartılmakla mı tehdit ediyorsunuz?’ diyen kimseye, anne ve babası Allah’a sığınarak: ‘Yazıklar olsun sana! İman et! Allah’ın vaadi gerçektir.’ dedikleri halde: ‘Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir.’ der.” (Ahkâf:17)
•
Allah-u Teâlâ’ya iman eden ve imanında sadâkat gösteren nesiller, cennette birbirleriyle karşılaşacaklardır.
Allah-u Teâlâ kullarına olan lütuf ve ihsanlarının bir nişanesi olarak müminleri yine kendileri gibi mümin olan zürriyetleri ile cennette karşılaştıracak ve bir arada bulunduracaktır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İman edenleri ve kendilerini iman ile takip eden zürriyetlerini kavuştururuz.” (Tur:21)
Bir baba ile evlat arasında dünyada olduğu gibi âhirette de şefkat ve merhamet bulunacaktır. İnsanın âilesi, çocukları ve yakınları ile bir araya gelip sohbet etmesi, halleşmesi nasıl ki bir bahtiyarlık ise cennette de bu böyledir.
Müminlerin nesilleri, imanda babalarına tâbi oldukları zaman, her ne kadar babalarının amellerine erişememiş olsalar da, Allah-u Teâlâ babalarının bulundukları mertebelerde oğulları, kızları ve torunları ile gözlerinin aydın olması için onları babalarının derecelerine eriştirir. En güzel bir şekilde onları bir araya toplar. Ameli eksik olanı, ameli en mükemmel olanın derecesine yükseltir.
•
Hârise bin Numan -radiyallahu anh- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin huzuruna gelmişti. Bir kimse ile konuştuğu için selâm vermeden oturdu. Cebrâil Aleyhisselâm: “Şâyet selâm verseydi, selâmını alırdık!” dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Onu tanıyor musunuz?” diye sorunca şu cevabı verdi:
“Evet tanırız. Bu şahıs Huneyn gününde sabır ve metanet gösteren seksen kişidendir. Onların ve çocuklarının rızkı cennettedir.” (El-İsâbe)
İbrahim Aleyhisselâm ömrünün sonuna doğru evlâtlarına dine bağlı kalmalarını vasiyet ettiği gibi, torunu Yakub Aleyhisselâm da aynı şekilde vasiyette bulunmuştu:
“Oğullarım! Allah bu dini sizin için beğenip seçmiştir. Siz de ancak müslüman olarak can verin.” (Bakara:132)
Onlar da babalarına bu hususta söz vermişler, din işlerine dikkat edeceklerini belirtmişlerdi.
Allah-u Teâlâ onun bu tavsiyesini Âyet-i kerime’sinde bütün beşeriyete numune bir vasiyet olarak takdim ediyor.
Yakub Aleyhisselâm ikinci mühim tavsiyesini vefat etmek üzere iken yaptı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O zaman Yakub, oğullarına: ‘Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?’ diye sormuştu. Onlar da: ‘Senin Allah’ın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın Allah’ı olan tek Allah’a kulluk edeceğiz. Biz O’na teslim olanlarız.’ dediler.” (Bakara:133)
Yakub Aleyhisselâm Mısırlılar’ın türlü türlü putlara taptıklarını görmüştü. Aralarında bırakacağı oğullarına, eskiden yaptığı vasiyetin yerine getirilmesini tekrar hatırlatmak için, dünyadan ayrılacağı sıralarda bu soruyu sormuştu. Oğulları da onun arzusu doğrultusunda cevap vererek, o vasiyetin yerine getirilmesine dair azim ve gayretlerini göstermiş oldular.
Çocuğu iman bakımından olgunlaştırmak, ahlâkî ve ruhî yönden geliştirmek için öğüt vermenin, yapıcı güzel sözlerin faydası çok büyüktür. Çocuğun gerçekleri görebilmesine, ahlâkî faziletlerle bezenmesine yardımcı olur.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Öğüt ver, hatırlat. Çünkü öğüt ve nasihat müminlere fayda verir.” (Zâriyat:55)
Gaflete düşmemelerine, imanlarının kemalleşmesine, kalplerinin itminan olmasına, bilmediklerinin öğrenilmesine sebep olur.
Allah-u Teâlâ Lokman Aleyhisselâm’ın, oğlu için yapmış olduğu yol gösterici nasihat ve vasiyetlerinden bir kısmını Lokman sûre-i şerif’inde anmak suretiyle hem kadrini yüceltmiş, hem de onun lisanından kıyamete kadar gelecek olan müminlere, uymaları gereken öğütlerde bulunmuştur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Lokman oğluna öğüt vererek şöyle demişti”: (Lokman:13)
Lokman Aleyhisselâm kendisine insanların en sevimlisi olan oğluna vasiyette bulunmuş, şirkin büyük bir zulüm olduğunu hatırlatarak sözlerine başlamıştır:
“Oğulcuğum! Allah’a şirk koşma, doğrusu şirk koşmak çok büyük bir zulümdür.” (Lokman:13)
Zulüm; adaletsizce davranmak, bir şeyi hakkından mahrum etmek, vazifeyi ehil olmayana vermek demektir. Allah-u Teâlâ’ya ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.
Lokman Aleyhisselâm oğluna Allah-u Teâlâ’yı tanıtmaya çalıştı ve şöyle buyurdu:
“Oğulcuğum! Yapılan iyi veya kötü bir iş hardal tanesi ağırlığınca da olsa, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, Allah onu mutlaka çıkarır. Şüphesiz ki Allah Lâtif’tir, her şeyden haberdardır.” (Lokman:16)
Bu bilgi ve iman insanın hayatını düzene sokar, iç ve dış dünyasını tanzim ettirir. Kişi attığı her adıma, ağzından çıkan her söze dikkat eder.
Lokman Aleyhisselâm oğlunu şirkten sakındırıp, azamet-i ilâhînin her şeye tesirini, ilminin her şeyi ihâta ettiğini beyan ettikten sonra; Rabbine ibadet etmesini, O’na şükretmenin ve kulluk vazifesini yerine getirmenin ilk basamağı kabul edilen namazı kılmasını tavsiye etti:
“Oğulcuğum! Namazı kıl!” buyurdu. (Lokman:17)
Kalpleri tenvir, ruhları tasfiye eden namaz; yalnız ümmet-i Muhammed’e değil, geçmiş ümmetlerin hepsine de farz kılınmıştı.
Başkalarını da kemale ulaştırmak, istikamete götürmek için; iyilikleri emredip, kötülüklerden sakındırmasını emir buyurdu:
“İyiliği emret, kötülükten vazgeçir! Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan!” (Lokman:17)
Bu kolay bir vazife değildir. Bu vazifeyi yapanların başlarına bir takım musibetler ve sıkıntılar gelmesi mümkündür. Bu sıkıntılara sabretmek lâzımdır.
Bir de şu var ki, bu vazife cesareti ve metaneti gerektiren işlerdendir. Malını ve canını o yolda fedâ edenlerin işidir, korkak kimselerin harcı değildir.
Nitekim Âyet-i kerime’nin nihayetinde:
“Çünkü bunlar azmedilmeye değer işlerdendir.” buyuruluyor. (Lokman:17)
Lokman Aleyhisselâm nasihat ve vasiyetlerine devam ederken; insanları Allah yoluna dâvet etmenin edebini oğluna anlattı:
“İnsanları küçümseyip yüz çevirme!” buyurdu. (Lokman:18)
Halka yol göstermek, Hakk’a davet etmek, yanlışlıklarının giderilmesini hatalarının düzeltilmesini sağlamak, onların üzerinde üstünlüğü ve böbürlenmeyi gerektirmez.
Bu vazifeyi ifâ etmeye memur olanların tevâzu kanatları daima yerdedir, herkes basar da geçer. Kendisini herkesten küçük görür, herkese değer verir.
Tevâzu müminin şiârıdır. İnsanları küçük görmemek, onlara karşı büyüklük taslamamak bir emr-i ilâhîdir.
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zira Allah kendini beğenip öğünen ve böbürlenen kimseleri asla sevmez.” (Lokman:18)
Kibriyâ ve azamet Allah-u Teâlâ’ya mahsustur, büyüklük ve ululuk ancak O’na yakışır. Kula yakışan tevâzudur, alçak gönüllülüktür.
Allah-u Teâlâ insan haysiyetini ayaklar altına alan büyüklenmekten, kendini beğenip başkalarından üstün görmekten kullarını sakındırmak için diğer Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü sen ne yeri yarabilir ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” (İsrâ:37)
Lokman Aleyhisselâm oğlunu böbürlenerek yürümekten sakındırırken, en güzel yürüme tarzını da açıkladı. Ne çok çabuk, ne de çok yavaş gitmemesini, ölçülü hareket etmesini öğütleyerek:
“Yeryüzünde mütevâzi ol!” buyurdu. (Lokman:19)
Bir kimsenin kibir ve gururu yürüyüş biçimine de akseder. Takvâsı olmayan bir zenginlik, sahibini gururlu hâle getirir. Âmirlik, ilimde yükselmek, kuvvetli olmak, herhangi bir dalda tanınmış olmak... gibi şeyler o insanı gururlu bir hale getirir ve bu hal yürüyüşünde de kendini gösterir.
Lokman Aleyhisselâm’ın, oğlunun şahsında bütün beşeriyete öğüt ve tavsiyeleri devam ediyor:
“Söz söylerken yavaş sesle söyle! Şüphesiz ki seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.” (Lokman:19)
Lüzumsuz yere sesini yükseltenler, ölçüsüz konuşanlar netice itibarı ile eşeklere benzetilmiştir. Ayrıca o, Allah katında buğza uğramıştır.
•
Âyet-i kerime’lerde nakledilen ve sadra şifâ olan öğütlerden başka, kendisinden birçok hikmetler ve nasihatler rivâyet edilmiştir:
Onlar peygamber oldukları halde, çocuklarına bir bir nasihat ettiler, uyandırdılar. Biz ne yaptık?
Akrabalık alâkası ile birbirlerine bağlanan fertlerin bir araya getirdiği topluluğa âile denir. İslâm bir âile dinidir.
İslâm dini bu küçük topluluğa büyük önem vermiş, insanların âile kurmaları muhtelif Âyet-i kerime ve Hâdis-i şerif’lerle teşvik edilmiştir.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“O’nun kudretine delâlet eden âyet ve alâmetlerden birisi de, kendileriyle kaynaşmanız için kendi cinsinizden eşler yaratması, aranızda sevgi ve merhamet koymasıdır.” (Rum:21)
Çünkü âile hem kişinin huzur bulduğu bir yuva, hem neslin devamı için bir vesile, hem de kişiyi günah sayılan çeşitli kötülüklerden alıkoyan bir vasıtadır.
Âile İslâm toplumunun çekirdeğidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Evlenmek benim sünnetimdir. Sünnetimle amel etmeyen kimse ümmet-i kâmilemden değildir.
Ve evleniniz. Çünkü ben (kıyamet günü) diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar ediciyim.” (İbn-i Mâce:1846)
Neslin devamı, ahlâkın korunması, toplumun sağlam temel üzerinde tutulması, milletin bekâsı için evlenip âile yuvası kurmak müekked sünnetlerden birisidir.
Karı-koca âilenin, âile ise cemiyetin temelini teşkil eder. Bunun içindir ki dinimiz âileye ve âilenin çekirdeği mesabesinde olan erkek ve kadın haklarına çok önem vermiş ve bu hususta son derece kuvvetli kaideler koymuştur. Çünkü bir binanın sağlam olması, temelinin sağlam olmasına bağlıdır.
Ana babaya âit olan neslin korunması vazifesi, büluğ çağına gelen evlâdın bir yuva kurmasına imkân hazırlamasıyla yerine getirilmiş olur.
Evlenme çağına gelmiş olan çocuğun fazla bekletilmeden evlendirilmesi gerekir. Mâzeretsiz olarak bunun ileri yaşlara ertelenmesi neticesinde doğabilecek bazı kötü sonuçlardan anne-baba da sorumlu olur.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde; çocuk büluğa erince babasının onu evlendirmesini, aksi halde çocuğun günah işleyebileceğini, onun bu günahının da babaya âit olduğunu beyan etmiştir.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- buyururlar ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana şu tembihte bulundu:
‘Yâ Ali! Üç şey vardır, sakın onları geciktirme: Vakit girince namaz, hazır olunca cenâze, kendisine denk birini bulduğun bekâr kadın.’ (Tirmizî)
Bu Hadis-i şerif’te kadınların erkenden evlendirilmesinin daha mühim olduğuna dikkat çekilmiştir. Evlenmesi geciken erkeklerin eş araması kolay olmasına rağmen, evlenmesi geciken kadınların eş aramalarının zorluğu göz önüne getirilince, bu emr-i nebevînin ne kadar yerinde olduğu görülür.
Kendisine denk bir namzedin beğenilmeyerek, imkânları zorlayan şartlar koşulması, bu sebeple daha uygun tâlipler beklenmesi, bu Hadis-i şerif’e muhaliftir. Nikâhın zorlaştırılması İslâm’ın ruhuna aykırıdır.
•
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimize bir adam gelerek: “Oğlum bana ezâ-cefâ ediyor, beni dövüyor.” diye şikâyette bulundu.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz çocuğu çağırarak: “Hiç Allah’tan korkmaz mısın? Hiç evlat ana-babasına isyan eder mi? Babanın evlât üzerindeki haklarını bilmiyor musun?” diye sorunca:
“Güzel yâ Emîrel-müminin! Buna karşılık evlâdın da ana-babasının üzerinde bir takım hakları yok mudur?” dedi.
Bu haklı itiraz karşısında Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
“Evet vardır. İffetli ve asâletli bir hanımla evlenmeli, çocuğuna güzel bir isim koymalı, ilâhî ahkâmı öğretmelidir.” buyurdu.
Genç de şunları söyledi:
“Babam sizin bu saydıklarınızdan hiçbirini yapmamıştır. Annem olan kadını esir pazarından satın almıştır. Bana, pislik yuvarlayan böcek mânâsına gelen Cuâl adını takmıştır. Ahkâm-ı ilâhiye’ye âit hiçbir şey de öğretmemiştir.”
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz çocuğun babasına dönerek:
“Oğlum bana isyan ediyor diye bir de şikâyet ediyorsun. Aslında sen ona fenalıkta bulunmuşsun. Bu hatâyı önce sen işlemişsin.” buyurdu.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- bu sözü ile çocuğunu terbiye etmeyi ihmal eden, onun sorumluluğunu kendi üzerinde taşımayan bir babaya asıl sorumluluğunu hatırlatmıştır.
Beşeriyet âleminin bir ahenk ve intizam dairesinde devam etmesi nikâha bağlıdır. İnsanlık silsilesinin kıyamete kadar muntazam bir surette devamı nikâh sayesinde kâbil olabilir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Dini ve ahlâkı sizi memnun eden birisi kız talep ederse onu evlendirin. Böyle yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve geniş bir fesat çıkar.” (Tirmizi:1084)
İslâm dini âile yuvasını sağlam temellere oturtmak, faziletli nesiller yetişmesine zemin hazırlamak için meşru ölçüler içinde evlenmeyi hem emretmiş, hem bir takım müeyyidelerle onu câzip hale getirmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Aranızdaki bekârları ve kölelerinizden, câriyelerinizden sâlih olanları evlendirin. Eğer fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir.” (Nur:32)
Bu evliliği haklarında geçim kolaylığına vesile kılmış olur.
Kızın ana-babası, yoksul diye dindar bir eşi reddetmemeli, erkeğin ana-babası da evlenme zamanı gelen çocuklarının evlenmesini ertelememelidirler.
Gelir düzeyi yeterli olmasa bile, kişi Allah-u Teâlâ’ya tam bir iman ve teslimiyetle evlenmelidir.
Kur’an-ı kerim’de ilâhî ahkâma âit pek çok ulvî Âyet-i kerime’ler mevcuttur.
Ezcümle şöyle buyurulmaktadır:
“Bu, indirdiğimiz ve içindeki hükümleri farz kıldığımız bir sûredir. Belki düşünüp öğüt alırsınız diye onda apaçık âyetler indirdik.” (Nur:1)
Bu hükümlere uyulması gerekmektedir.
Evliliğin uzun ömürlü olması için iyi bir eş seçimi yapılması gerekir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir erkeğin kadında arayacağı meziyetleri Hadis-i şerif’lerinde şöyle beyan buyurmaktadır:
“Kadın dört şey için nikâh edilir. Malı, soyu, güzelliği ve dini. Dindar olanları tercih ediniz ki, elleriniz hayır görsün.” (Buhârî, Nikâh 15 - Müslim :1466)
Yani erkekler evlenirken bu dört hasleti göz önünde bulundururlar. Bu hususların hiçbirini aramayan erkek yoktur denilebilir. Bunların içinde en az rağbet gören haslet de dindarlığıdır. Halbuki kadının tercihe şâyan olan hasleti dindarlığı, dinine bağlılığıdır. Hadis-i şerif’te bu haslet sonraya alınmıştır. Bunun hikmeti ise, halkın ilk üç haslete gösterdikleri rağbetin yersizliğine ve bunlardan vazgeçip, son haslete önem verilmesine işaret etmektir. En önemli haslet olarak kadının dindarlığı esas tutulmalıdır. Diğer hasletlere tâli derecede yer verilmelidir.
Yuvayı kuracak inançlı bir ananın yetiştirilmesi için çok fazla ihtimam göstermek gereklidir. Böyle bir yuva kurmak isteyenler, öncelikle İslâm’a gönül vermiş bir eş araştırmalıdırlar. Böyle bir kadın saâdet vesilesidir.
•
Doğacak çocuğun asâletli olması, iyi terbiye alması ve huyunun güzel olması için, soyunun köklü ve iyi bir âileye dayanması da mühimdir. Çünkü asil azmaz.
Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Hadrâ-u dimen’den uzak durunuz!” buyurduklarında Ashâb-ı kiram: “Hadrâ-u dimen nedir yâ Resulellah?” diye sordular.
“Mezbelelikte yetişen güzel kadın.” cevabını verdi. (Deylemî)
Çevrenin insan üzerinde çok büyük etkisi vardır. Bunun içindir ki, evlenecek genç güzelliğe aldanıp da kötü bir çevreden evlilik yapmamaya dikkat etmelidir.
Görülüyor ki çocuk terbiyesi evlilik öncesi başlamaktadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Zina eden erkek, zina eden veya müşrik olan bir kadından başkası ile evlenemez.” (Nur:3)
Onların süflî tabiatları ekseri böyle süflî kimselere meyyal bulunur. İşi gücü zina etmek ve fısk olan pis fâsık, namuslu bir hanımla evlenmeyi arzulamaz. O ancak kendisi gibi pis bir fâsık veya müşrik bir kadınla evlenme arzusu duyar, şehvetini tahrik edip hevâ ve hevesine uyduklarından dolayı onlara kapılır. Nikâha ve evlenmeye rağbet etmez. Şayet evlenecek olursa, alacağı kadın da öyle birisi olur. Zira iffet ve namusun kıymetini bilmez, iffetli olanları takdir etmez, kendi dengini arar. Bu şekildeki adamın iffetsizliği, iffetsiz kadına düşmesine sebep olur. İmanı ve namusu olan temiz ve nezih kadınlar ondan nefret eder, ona tenezzül etmezler.
“Zina eden kadın da zina eden veya müşrik olan erkekten başkası ile evlenemez.” (Nur:3)
Zinaya düşkün olan iffetsiz kadınlar da, namuslu ve iffetli erkeklerle evlenmeye meyletmezler. Huyları ve hareketleri arasında bir benzeyiş bulunmayan kimseler arasında ülfet ve muhabbet görülemez. Onu nikâh etse etse, zina suçu işlemiş veya zinadan sakınmamak âdetleri olduğundan dolayı ancak bir müşrik nikâh eder.
“Bu, müminlere haram kılınmıştır.” (Nur:3)
Çünkü böyle bir nikâh birçok fenâlıklara, hususiyetle nesep hakkındaki kötü zanna sebebiyet verebilir. İşte zinanın neticesi böyle mahrum bırakmaktır. Mümin olanların zinadan sakınmaları ve cezasını uygulamaları farz olduğu gibi, zina eden erkek veya kadını nikâhlamaktan kaçınmaları gerekir.
Ancak gerçekten tevbe etmiş olanlar başka.
“Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler ise kötü kadınlara yaraşır.” (Nur:26)
Eteği kirli, namusu temiz olmayan karılar murdar erkeklerin dengidir. Murdar kadının kocası da murdar olur. Murdar erkekler de murdar kadınlar içindir. Pislikler pis kişilerin hususiyetidir, pis kişiler de pisliklerin hususi yerleridir.
“Temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır.” (Nur:26)
İffetli, namuslu, nezih, temiz kadınlar pak erkekler içindir. Pak erkekler de pak kadınlar içindir. Pak olmayanları ne alırlar, ne de tutarlar. Onlara yaraşan, onlardan beklenen de budur.
“Bunlar, onların söylediklerinden uzaktırlar. Kendileri için mağfiret ve bol rızık vardır.” (Nur:26)
O temizler için ahiret gününde engin bir merhamet, sonsuz bir rızık vardır. Orada cennetlere nâil olurlar.
Cinsî temas öncesi besmeleyle başlamak ve duâ etmek, doğacak çocukların şeytanın şerrinden korunması için gereklidir.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Sizden bir kimse eşine temas etmek isteyince:
(Bismillâhi Allahümne cennibneş-şeytâne ve cennibiş-şeytâne mâ razektenâ)
‘Bismillâh. Ey Allah’m! Bizi şeytandan uzaklaştır. Şeytanı da, bize ihsan ettiğin çocuktan uzak kıl!’
Derse ve o birleşmeden bir çocuk takdir olunursa, şeytan ona hiçbir zaman zarar veremez.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh:1812)
Bu Hadis-i şerif Allah-u Teâlâ’ya gönülden teslim olmanın en güzel numunesini ortaya koymaktadır. O, kendisine sığınanı ve doğacak çocuklarını şeytanın zarar ve iğvâsından korur.
Doğacak çocukların iyi bir müslüman, iyi bir insan olarak yetişmesini ve yaşamasını arzu eden ana-babanın bu tavsiyeye uyması gerekir.
Mehir, nikâhın sahih olmasının şartlarından birisidir. Mehir olmaksızın nikâh sahih olmaz.
Evlenen kadının mehir almasının meşru oluşu Kur’an-ı kerim, Sünnet-i seniye ve İcmâ ile sâbittir.
Mehir son derece ciddî ve mühim bir hükümdür. Bu büyük vebâlden kurtulmak için, evlenecek olanların mehir hususuna çok dikkat etmeleri, evli olanların da; eğer nikâh akdinde hanımlarına mehir vermemişlerse hemen vermeleri ve yeniden nikâh kıydırmaları lâzımdır. Zararın neresinden dönülürse kârdır.
Mehrin nikâh için şart olması, Allah-u Teâlâ’nın kelâmı olan Kur’an-ı kerim’de yer almış olmasından ve emr-i ilâhi olmasından ileri gelir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Nikâhınıza aldığınız kadınların mehirlerini bir hak olarak seve seve verin. Bununla beraber eğer mehirlerin bir kısmını kendiliklerinden gönül hoşnutluğu ile size bağışlarlarsa, onu âfiyetle yiyin.” (Nisâ:4)
Buradaki emir vücûb içindir, mehrin vâcip olduğuna delâlet eder.
Mehirin kadınların ellerine teslim edilmesi gerekir. Zira mehir kadının şahsi malıdır, onu dilediği gibi tasarruf eder, kimse karışamaz, kimse icbar edemez, kocası ondan faydalanamaz. Fakat kadın arzu ederse, mehirinin tamamını veya bir kısmını, kadını buna mecbur bırakması sebebiyle değil de gönül rızâsı ile kocasına hibe edebilir. Bu hibenin gönül hoşluğu ile olması şarttır. O da onu alır, temiz ve helâl olarak dilediği işinde tasarruf eder.
Nikâh şartları, başka şartlardan daha çok yerine getirilmesi gereken, öncelikle riayet edilmesi lüzumlu olan bir şarttır. Bu şartların zedelenmemesine çok dikkat edilmelidir.
Nikâh ile sifâh (zina) arasını ayıran hususlardan birisi de mehirdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Bir kimse az veya çok bir mehir üzerine bir kadınla evlenir ve hakkını ödemek niyetinde olmayıp onu aldatırsa ve ödemeden ölürse, kıyamet günü zina yapmış olarak Allah’a mülâki olur.” (Taberânî )
Nafaka; yiyecek, infak edilen şey, hane reisinin sağlamak zorunda olduğu yiyecek, giyecek ve buna benzer şeyler demektir.
Nafaka ikiye ayrılır: Kişinin kendisine gerekli olan nafakası ve kişinin başkalarının geçimini sağlamak için gerekli olan nafakadır.
Bir erkek eşinin ve belirli yaşa ya da iş sahibi oluncaya kadar çocuklarının geçim masraflarını temin etmekle mükelleftir. Eğer anne-baba ve diğer nesep hısımları fakir düşerlerse onların da geçimini sağlamakla yükümlüdür.
İhtiyaçları karşılamak ilâhî bir emir olduğu için çocuğun terbiyesinde mühim bir yer tutar.
Kız ve erkek çocukların nafakaları babaya âittir. Çünkü çocuk babadan bir parçadır. Baba nasıl kendisini beslemek mecburiyetinde ise, çocuklarını da beslemek mecburiyetindedir.
Harcamalarda israf ve cimrilik yapılmamalıdır, orta yolu tutmak gerekir. Bu durum aynı zamanda gelişmekte olan çocuğu normal harcamaya ve ev idaresine alıştırmak demektir.
Nafakanın şümulüne çocukların yiyecek, giyecek ve ev ihtiyaçları girer.
Babanın erkek çocuğuna bakma yükümlülüğünün tahakkuku için, erkek çocuk bülûğ çağına gelmemiş olmalıdır. Ancak çocuk bülûğ çağına geldiği halde sakat, felçli ve kendine bakamayacak şekilde hasta olursa, babanın nafaka yükümlülüğü devam eder.
Kız çocuğunda bûlüğ çağı ve yaş aranmaz. Nafaka yükümlülüğü kız çocuğu evleninceye kadar babaya âittir. Evlendikten sonra bu yükümlülük kocasına geçer. Kocası ölür veya boşanırlarsa kadın yine babasının evine döner ve çalışıp kazanmak için zorlanmaz.
Nafakaya teşvik eden, bundan dolayı kişinin sevap kazanacağını, hatta bunun bütün sadakaların başında geldiğini ifade eden birçok Hadis-i şerif’ler vardır.
Nesep; sayı, hısımlık, bir kimsenin kan bağı olan kişilerle soy bağlantısı mânâsına gelir. Terim olarak ise, çocuğu ana babasına ve âilesine bağlayan kan ve soy bağını ifade eder.
Âile fertleri neseple biri diğerinin cüz’ü ve parçası olacak şekilde bağlanır. Bir çocuğun anne ve babası belirli olarak dünyaya gelmesi ve bir âile yuvasının sıcaklığını, hısımlarının sevgi ve yakınlığını duyarak yetişmesi Allah-u Teâlâ’nın büyük bir nimetidir.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“İnsanı sudan yaratarak, onların arasında soy ve hısımlık meydana getiren O’dur.” (Furkan:54)
Bir insandan meydana gelen nesle “Zürriyet” denilir. İslâm, babalara çocukların nesebini yasakladığı gibi, kadınları da çocuğun nesebini gerçek babadan başkasına nisbet etmeyi yasaklamış ve bunu cennetten mahrum kalma sebebi olarak bildirmiştir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre çöl halkından bir kimse Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e geldi, şöyle konuştular:
–Yâ Resulellah! Benim karım siyah doğurdu (ondan şüpheleniyorum).
–Senin develerin var mı?
–Evet var!
–O develerin renkleri nasıldır?”
–Kırmızıdır.
–Bunların içinde beyazı siyaha çalar boz deve var mıdır?
–Evet vardır!
–O boz renk nereden oldu?
–Belki soyunun bir damarı çekmiştir.
–Senin bu oğlun da eski bir soy köküne çekmiş olabilir! (Buhârî)
“Bir kimsenin terbiyesini üstlenmek.” demek olan “Hıdâne”nin terim mânâsı; çocukları veya çocuk hükmünde olan deli, bunamış gibi âciz kimseleri, yetkili olan kimselerin koruyup terbiye etmeleri, yiyecek içeceklerine bakmaları, zararlı şeylerden korumalarıdır.
Hıdâne bir çeşit velâyettir. Hıdâne; sevgi, şefkat, merhamet ve sabır isteyen, ahlâk, edep ve faziletle yürütülmesi hedeflenen bir bakım işidir. Bu işe kadınlar daha yatkındırlar. Allah-u Teâlâ belli bir yaşa kadar çocuklarının gıdasını annesinin göğsünde yaratmıştır. Emzirme sırasında ana kucağının sıcaklığı kadar çocuğa huzur ve mutluluk veren bir zemin düşünülemez. Bunun için önce anne ve onun yokluğunda diğer kadınlar hıdâne hakkında önde gelirler.
Çocuğun şahsı ve malları ile ilgili işler ise şahıs ve mal velâyetini kullanacak olan baba ve babanın yokluğunda onun yerine geçen diğer velilerce yürütülür. Hıdâne çağından çıkan çocukların eğitimi ve meslek sahibi olması gibi işlerde, baba ve onun yerine geçen veliler daha uygun ve güçlüdürler.
Nesebi belli olsun olmasın, başkasına âit bir çocuğu, kendi çocuğu olarak kabul etme mânâsındaki evlât edinme haramdır. Bir baba, kendi yatağında doğan çocuğunun nesebini inkâr edemediği gibi, kendi sulbünden gelmeyen bir çocuğu da evlâtlık edinemez.
Ağızla söylenen söz hakikatı değiştirmez. Uzağı yakın, yabancıyı akraba, evlâtlığı evlât yapamaz. İnsanın kalbine babalık şefkatini, çocuğun gönlüne de evlât hislerini sokamaz.
Resulullah Aleyhisselâm, nübüvvetten önce Ümmül-müminin Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemizin kendisine hediye ettiği Zeyd bin Hârise adlı köle çocuğu, âilesinin satın almak istemesi üzerine âzad etmişti. Fakat Zeyd Resulullah Aleyhisselâm’ın yanında kalmayı tercih etmiş, bunun üzerine onu evlâtlık edinmişti. Hatta ona “Muhammed oğlu Zeyd” deniliyordu.
Bu durum, Medine döneminde Allah-u Teâlâ’nın şu buyruğu nâzil oluncaya kadar devam etti:
“Allah evlâtlıklarınızı, öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmamıştır. Bunlar sizin dillerinize doladığınız sözlerden ibarettir. Allah gerçeği söylemektedir. Doğru yola O eriştirir.” (Ahzab:4)
O halde başkasını değil, O’nun irşadını dinleyiniz.
Çocuğun gerçek babasına nisbet edilmesi, adaletin ve hakkın gereğidir. İslâm ise hak ve adalet dinidir.
Evlatlığın nesebi, evlat edinene bağlanmaz. Aralarında mahremiyet meydana gelmez ve mirasçılık ilişkisi doğmaz. Nitekim Resulullah Aleyhisselâm eski evlatlığı Zeyd bin Hârise -radiyallahu anh-in boşadığı eşi Hazret-i Zeyneb -radiyallahu anhâ- Vâlidemizle evlenmiş ve böylece evlâtlık edinmenin, bütün sonuçlarıyla geçerliliğini yitirdiğini göstermiştir.
•
Yetimlere iyilik yapmak başka, evlât edinmek başkadır. Dinimiz, hayatta baba himayesinden, anne şefkatinden mahrum kalmış yavrulara şefkat ve merhamet göstermeyi farz kılmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sana yetimler hakkında sorarlar. De ki: Onları ıslah edip yetiştirmek daha hayırlıdır.
Eğer onlarla beraber olursanız, unutmayın ki onlar sizin kardeşlerinizdir.” (Bakara:220)
Din kardeşliği ise nesep kardeşliğinden aşağı değildir. İnsan olan kardeşini atamayacağı gibi, müslüman olan da din kardeşini atamaz, kardeşlik hukukunu hakkıyla gözetir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Yetimlere, gayet merhametli ve şefkatli olan baba gibi olunuz.” buyurmuşlardır. (Münâvî)
Bir Hadis-i şerif’lerinde ise, yetimin işlerini üzerine alan kimse ile cennette beraber olacağını müjdelemiştir.
Onların ıslahını düşünmek, tâlim ve terbiyelerine bakmak, her türlü maddi ve manevî ihtiyaçlarını, üzüntülerini gidermeye çalışmak, yetimlere yapılacak en güzel iyiliklerdir; aynı zamanda İslâm dininde yüksek bir mertebedir.
•
Evlat edinmenin birçok mahzurları vardır:
Gerçek mirasçılar kısmen veya tamamen mirastan mahrum edilmiş olurlar. Nesil karışır, hısımlar tanınmaz hale gelir. Oysa ki dinimiz nesebe son derece önem vermiştir. Birçok fıkıh hükümleri neseb bağına dayanır. Bu sebeple nesebin inkârı, neseplerin birbirine karıştırılması, pek çok haramların işlenmesine, hukukun karışmasına sebeptir.
Kişi bakımını üzerine aldığı bir çocuğa malının bir kısmını vermek isterse; hayatta iken malının bir kısmını bağışlayabileceği gibi, ölmeden önce malının üçte birini ona vasiyet edebilir. Üçte biri aşan kısım için mirasçıların rızâsı şarttır.
Hicretin üçüncü yılında Ramazan-ı şerif ayında Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ-nın bir oğlu dünyaya geldi.
Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ- validemizin doğumunda hazır bulunan Sevde binti Misrah -radiyallahu anhâ-dan rivayet edildiğine göre; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz doğum sancısı başlar başlamaz geldi ve kızının hâlini-hatırını sorduktan sonra:
“Çocuk doğunca bana haber vermeden çocuğa birşey yapmayın!” buyurdu.
Çocuk doğunca Sevde -radiyallahu anhâ- göbeğini kesti ve sarı renkli bir beze sardı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz az sonra geldi, doğum olup olmadığını, kızının hâl ve hatırını sordu.
Sevde -radiyallahu anh-in: “Yâ Resulellâh! Çocuk doğdu, göbeğini kestim ve sarı bir beze sardım.” demesi üzerine celâllendi ve:
“Bana âsi oldun!” buyurdu.
Sevde -radiyallahu anh-: “Allah’a ve Resul’üne âsi olmaktan Allah’a sığınırım yâ Resulellah! Ben onun göbeğini kestim, bunu yapmaya da mecbur idim.” dedi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin:
“Çocuğu bana getir!” buyurması üzerine getirdiler. Üzerindeki sarı bezi attı ve beyaz bir bez içerisine sardı. Tükrüğünden çocuğun ağzına koyarak onu yutmasını sağladı.
Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin Hazret-i Hasan -radiyallahu anh-in ağzına kendisinin bilmediği birşey koyduğunu, bu sebeple de onun Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anh-e nazaran daha bilgili olduğunu söylemiştir. (Kenzü’l-Ummâl)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- der ki:
“Ben harbi darbı seven bir adam olduğum için çocuğa Harb ismini koymuştum. Resulullah Aleyhisselâm geldi. ‘Ne isim koydunuz ona?’ buyurdu. ‘Harb ismini koydum.’ dedim. ‘Hayır, o Hasan’dır.’ buyurdu.” (Hâkim)
Hasan ismi, câhiliye devrinde Araplar tarafından bilinen bir isim değildi.
Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ- “Yâ Resulellah! Oğlum için Akîka kurbanı olarak bir deve veya iki koç keseyim mi?” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm:
“Hayır! Sen onun saçını kes, saçının ağırlığınca gümüşü yoksullara sadaka olarak dağıt!” buyurdu.
Doğumunun yedinci günü iki koç kesildi. Kesilen saçının ağırlığınca da gümüş, sadaka olarak dağıtıldı. Çocuk aynı zamanda sünnet de ettirildi.
Resulullah Aleyhisselâm Hazret-i Hasan -radiyallahu anh- ile Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anh-in Akîka kurbanlarından ebeye bir but gönderilmesini, kalanın da kemikleri kırılmaksızın yenmesini ve başkalarına da yedirilmesini tavsiye etmiştir. (Beyhakî)
Hazret-i Hasan -radiyallahu anh-in doğumundan elli gün sonra Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ- validemiz Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anh-e hamile kaldı. Hicretin dördüncü yılının Şaban ayında Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anh- dünyaya geldi.
Doğumunun yedinci gününde Resulullah Aleyhisselâm torunu Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anh- için Akîka kurbanı kestirdi. Kulağına ezanını okuyup ismini koydu.
Yeni doğan çocuğa tatlı bir şey çiğneyerek ağzına vermek, dudağına sürmek Sünnet-i seniye’dir. Bunu sâlih bir kimsenin yapması ise menduptur. Kuru üzüm ve şeker gibi tatlılarla yapılabilirse de kuru hurma ile yapmak müstehaptır, daha faziletlidir.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz der ki:
“Yeni doğan çocuklar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e getirilirdi. O da bunlara mübarek olmaları için duâ eder ve ağzında yumuşattığı hurmanın suyunu çocuğun ağzına sıkardı.” (Müslim:2147)
Görüldüğü üzere Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, yeni doğan çocuğun midesine ilk inen gıdaya dikkat etmekte ve bunun ana sütünden başka birşey olmasını istemektedir. Nitekim çeşitli rivayetler, bu ihtimamı sadece kendi torunları için göstermeyip bir prensip olarak bütün müslüman çocuklarına uyguladığını ifade etmektedir.
Ebu Musa -radiyallahu anh- der ki:
“Bir oğlan çocuğumuz doğmuştu. Ben çocuğu hemen Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e götürdüm. Çocuğa İbrahim adını verdi ve hurma ile çiğnem yapıp ağzına çaldı, yavruya hayır ve bereketle duâ etti, sonra bana verdi.” (Buhârî)
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in kızı Esmâ -radiyallahu anhâ- der ki:
“Ben hamilelik müddetini tamamlamış olduğum halde Mekke’den yola çıktım, muhacir olarak Medine’ye geldim ve Kubâ’ya indim, Abdullah’ı orada doğurdum.
Sonra çocuğumu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e götürdüm ve kucağına koydum. Bir hurma istedi, onu çiğneyip ezdikten sonra çocuğun ağzının içine tükürdü. Bu suretle oğlumun midesine giren ilk şey, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in tükrüğü oldu. Sonra hurma çiğnemi ile çocuğun damağını oğdu. Bundan sonra çocuğa duâ etti, bereket ve hayır diledi.
Abdullah hicretten sonra Medine’deki muhacir müslüman âileleri içinde ilk doğan çocuk oldu. Müslümanlar da Abdullah’ın doğumu ile sevindiler. Çünkü müslümanlara: ‘Yahudiler sizlere büyü yaptılar, artık sizden çocuk doğmaz.’ denilmişti.” (Buhârî-Müslim)
Çocuk dünyaya gelince ilk yapılacak işlerden bir diğeri de çocuk için duâ etmektir.
Ümmül-müminîn Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemiz yeni doğan çocukların Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize getirildiğini, onun da bunlara mübarek olmaları için duâ ettiğini haber vermiştir. (Müslim:2147)
Duâ, ana-babanın dikkat etmesi gereken esaslardan birisidir. Çünkü ana-babanın duâsı, Allah katında makbuldür.
Çocuğa yapılan duâ, doğumunun ilk gününde yapılan duâdan ibaret değildir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ileri yaşlardaki çocuklara da duâ etmiştir.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-yı birgün bağrına basmış ve:
“Allah’ım! Bu çocuğa hikmet öğret!” diye duâ etmiştir. (Buhârî)
İlk günlerinde şeytan çocuğa eziyet eder. Hatta Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te geçtiği üzere, çocuğun ağlayıp bağırması bu sebepledir.
“Çocuğun doğarken feryat etmesi şeytandan bir dürtmedir.” (Müslim:2367)
Hazret-i Meryem vâlidemizin annesi, çocuğunu doğurunca Allah-u Teâlâ’ya şöyle niyazda bulundu:
“Ey Rabbim! Ben kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu da soyunu da kovulmuş şeytanın şerrinden sana ısmarlıyorum.” (Âl-i imran:36)
Çocuğunu, gaybları bilen Rabbine emanet etmesinden maksadı, O’ndan korumasını istemesidir.
Allah-u Teâlâ onun bu duâsını kabul buyurmuş, hem kızını, hem de kızından olan torununu şeytanın şer ve desiselerinden emin kılmıştır.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Anasının doğurduğu gün, Âdemoğullarından her birine şeytan dokunur. Yalnız Meryem ve oğlu İsa böyle olmamıştır, onlara şeytan dokunmamıştır.” (Buhârî-Müslim)
Çocuk dünyaya gözlerini açınca, yıkanıp kundaklandıktan sonra yapılacak ilk iş, sağ kulağına Ezan-ı Muhammedî, sol kulağına kâmet okumak, ikinci yapılacak iş ise güzel bir isim koymaktır.
Ebu Râfi -radiyallahu anh- der ki:
“Fâtıma -radiyallahu anhâ- oğlu Hasan -radiyallahu anh-ı doğurduğu zaman, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i kulağına ezan okurken gördüm.” (Tirmizi:1514)
•
Çocuğun konuşmaya başladığı, kendisine söylenenleri tam olarak anladığı ve kendi düşüncelerini az çok ifade edebildiği yaşlardan itibaren dini esasların öğretimi yapılabilir.
Çocukta temyiz alâmetleri görülünce kontrol altına alınması gerekir. Bunun ilk işareti de hayâ belirtilerinin zuhurudur. Ne zaman utanarak bazı şeyleri yapmayı terkederse, bu durum akıl nurunun onda doğduğunu gösterir. Belli bir olgunluk seviyesi hâsıl olmadan öğretime zorlamak, fayda değil zarar getirir.
Çocuğa ilk öğretilecek şey Tevhid inancıdır.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Çocuklarınızı ilk olarak ‘Lâ ilâhe illâllah’ kelime-i tevhidi ile açınız, ölüm anında onlara ‘Lâ ilâhe illâllah’ sözünü telkin ediniz.” (Hâkim)
Allah inancı küçük çocuklara onların anlayabileceği sade ve açık bir dille anlatılmalıdır. Çocuklarda küçük yaşlardan itibaren imanla birlikte ibadet şuurunun da geliştirilmesi gerekir.
Bir müslümanın kendisinin namaza bağlı bulunması yeterli olmayıp ev halkının da namaza bağlılığını sağlaması istenmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda sebat ile devamlı ol!” (Tâhâ:132)
Müslüman çocuğunun ilk önce eğitilmesi, alıştırılması gereken şey namazdır, çünkü dal küçükken eğilir.
Küçük çocuklara namazın dışındaki ibadetler hakkında da bilgi kazandırılması, bunlardan uygun olanların zaman zaman tatbik ettirilmesi de çok önemlidir.
Nitekim Asr-ı saâdet’teki uygulamanın da bu şekilde olduğu görülmektedir.
Aşure orucu tutulurken büyüklerle birlikte çocuklar da oruç tutmuşlardır.
Rubeyyi’ binti Muavviz -radiyallahu anhâ- der ki:
“Bundan sonra artık biz bu orucu tutmaya ve küçük çocuklarımıza da Allah’ın izniyle tutturmaya başladık. Mescide gider çocuklarımıza renkli yünden yapma oyuncaklar verirdik. Onlardan biri yemek için ağlarsa iftar zamanı oluncaya kadar oynamalarını sağlardık.” (Müslim:1136)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-, oruç yiyen bir kimseye serzenişte bulunarak:
“Nasıl oruç yersin, halbuki bizim çocuklarımız oruç tutmaktadır.” buyurmuştur.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı çocuklarını toplar, iftar vaktinde kabulünü umarak Allah-u Teâlâ’ya duâ ederlerdi.
Müjde insana sevinç ve ferahlık verir. Müslüman kardeşini sevindirmek ve onu ferahlatacak bilgiyi ulaştırmak için acele davranılması güzel bir şeydir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, oğlu İbrahim dünyaya gelince kendisine doğum müjdesi getiren azadlı kölesi Ebu Râfi’e bir köle hediye etmiştir.
Doğum sırasında sevinç duymak, kız ve erkek çocukların her ikisi için de olmalıdır.
Dünyaya gelen çocuğa yapılacak ilk iyilik ve ikram, ona güzel bir isim vermektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Evlâdın baba üzerindeki hakları, güzel bir isim ile isimlendirip ve İslâm âdâbı ile kendilerini eğitmek ve yetiştirmektir.” (Münâvî)
Varlıkların birer sembolü demek olan isimlerin ilk defa Allah-u Teâlâ tarafından Âdem Aleyhisselâm’a öğretildiği bilinmektedir.
“Ve Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti.” (Bakara:31)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, Allah-u Teâlâ yaratmış olduğu cisimleri ona göstererek “Bunun adı dağdır... Bununki güneştir... Bu sudur... Şu denizdir...” diye ona eşyanın isimlerini, mahiyetlerini ve hususiyetlerini bir bir öğretti.
Bu makam Allah-u Teâlâ’nın Âdem Aleyhisselâm’a her şeyin ismini öğreterek, ona verdiği üstünlüğün zikredildiği makamdır.
Ebu Derdâ -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet gününde siz, kendi isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız. O halde isimlerinizi güzel koyunuz.” (Tirmizi)
İlk duyulduğunda güzel isim, insan üzerinde belli bir etki bırakır.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- çocuğa, doğumunun yedinci gününde isim konmasını, yıkanarak pisliklerinin temizlenmesini ve Akîka kurbanı kesilmesini emir buyurdu.” (Tirmizi:1520)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çocuklarının isimlerini seçerek koymuş, düşük çocukların bile isim verilerek gömülmesini emir buyurmuştur.
Hazret-i Mâriye -radiyallahu anhâ-dan doğma oğlu İbrahim için:
“Bu gece bir oğlum doğdu, ona dedem İbrahim’in adını verdim.” buyurmuştur. (Ebu Dâvud)
Ashab-ı kiram -radiyallahu anhüm-, güzel isim koymakla alâkalı Hadis-i şerif’leri o kadar tatbik etmeye başladılar ki, Abdullah adını alan sahabilerin sayısı üçyüzü bulmaktadır.
Bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Bir kimsenin üç oğlu olur da birisini olsun ‘Muhammed’ ism-i şerif’iyle tesmiye etmezse cehâlet etmiş olur.” (Câmi’üs-sağir)
Çocuğa verilen isim, onun yetiştiği toplumda alay mevzusu yapılmayacak ve onu küçük düşürmeyecek isimlerden olmalıdır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin bu hususta ısrarlı tavsiyeleri ve uygulamaları olmuştur. Çeşitli bakımlardan İslâm anlayışına uygun olmayan isimlere sahip çocukların veya yetişkinlerin isimlerini değiştirerek, onlara uygun bulduğu yeni isimler vermiştir.
Müstehap isimler, söyleniş ve mânâ güzelliği taşıyan, Allah dostlarını hatırlatan isimlerdir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kulluğu ifade eden “Abdullah” ve “Abdurrahman” isimlerinin Allah-u Teâlâ’yı memnun edeceğini beyan etmiştir.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Şüphesiz ki sizin Allah’a en sevimli gelen isimleriniz Abdullah ve Abdurrahman’dır.” (Müslim:2132)
Buhârî’nin rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’lerinde de çocuklara peygamber adlarının verilmesini tavsiye etmiştir. Onun bu tavsiyeleri, müslümanlar arasında bu nevi isimlerin geniş çapta yayılmasını sağlamıştır.
Allah-u Teâlâ’dan başkasına kulluk mânâsı taşıyan isimleri ad olarak koymak haramdır. Bir müslüman, mânâsı güzel olmayan bir ismi değiştirebilir, böyle yapması müstehaptır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz İslâm âdâbına uymayan isimlerin değiştirilmesini tavsiye etmiştir.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre, “İsyankâr” mânâsına gelen “Âsiye” ismindeki bir kıza:
“Sen Cemile’sin” buyurmuştur. (Müslim:2139)
İlk harfi elifle yazılan “Âsiye”, hasta bakıcı mânâsına gelir. Firavun’un mümin olan karısının adı olan “Âsiye”nin isim olarak kullanılmasında bir mahzur bulunmaz.
Hanımlarından Zeynep binti Cahş -radiyallahu anhâ- ile Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ-nın kızı Zeynep -radiyallahu anhâ-nın isimleri “Berre” idi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Cömert, dürüst, itaatkâr” mânâsına gelen bu ismin, bir insanın kendisini temize çıkarması mânâsına geldiğini söyleyerek onlara “Zeynep” adını vermiştir. (Müslim:2142)
“Elem, keder” mânâsına gelen “Hüzn” ismindeki bir sahabenin adını da “Münzir” olarak değiştirmiştir.
•
Çocuk dünyaya gelince sağ kulağına Ezan-ı Muhammedî okunur, sol kulağına da kâmet getirilir. Sonra adı söylenir.
Daha sonra ümmet-i Muhammed’e hayırlı bir evlât olması için duâ edilir.
Şöyle de duâ edilebilir:
(Allahümmec’alhü berren ve enbithü fil-İslâmi nebâten hasenâ)
“Ey Allah’ım! Bu çocuğu iyilerden kıl ve onu İslâm’da güzel yetişen bir bitki gibi yetiştir.”
•
Kişinin mümin kardeşini çirkin göreceği bir lâkapla lâkaplandırması haramdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Birbirinizi kötü lâkapla çağırmayın.” buyuruyor. (Hucurat:11)
Müminin mümin üzerindeki haklarından birisi de, onu küçük düşürecek ve hoşuna gitmeyecek kötü lâkaplarla çağırmamasıdır.
Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz cahiliyet devrinde takılan küçük düşürücü lâkap ve adlardan bir kısmını değiştirmiş, onların yerine güzel ad ve lâkaplar vermiştir.
Sehl bin Sa’d -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, kızı Fâtıma -radiyallahu anhâ-nın evine uğramıştı. ‘Amca oğlun nerede?’ diye sorduğunda: ‘Aramızda bir şekerlenme oldu, bunun üzerine bana kızdı ve çekip gitti.’ diye cevap verdi.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- birine: ‘Hele bir arayıver nereye gitmiş?’ diye emretti. ‘Mescidde yatıyor.’ diye haber verince, yanına gitti. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- gerçekten yatıyordu ve üzerinden rıdâsı düşmüş, bu sebeple toprağa bulanmıştı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem:
‘Kalk ey Ebu Turâb! Kalk ey Ebu Turâb!’ diye seslendi.” (Müslim:2409)
Ebu Turâb, “Toprak babası” mânâsına gelmektedir.
Sehl -radiyallahu anh- der ki:
“Hazret-i Ali -radiyallahu anh-in en çok sevdiği isim bu isimdi.”
Çocuk sahibi olan bir müslümanın Allah-u Teâlâ’ya şükür yerine geçmek üzere kesilen kurbana Akîka denilir. Akîka, çocuğun başındaki ana tüyünün adıdır.
Akîka, hayat belirtisi kendini gösterip gözlerini dünyaya açan çocuğu Allah-u Teâlâ’ya yaklaştıran bir kurbandır. Çocuğu musibet ve âfetlere karşı koruma fidyesi mânâsında bir sadakadır. Nitekim Allah-u Teâlâ İsmail Aleyhiselâm’a karşı büyük bir kurbanlık fidye göndermişti.
Kendisine yapılan duânın çocuğa faydalı olması gibi, çocuk bu kurbandan son derece istifade eder. Çünkü Allah-u Teâlâ’ya yaklaştıran bir kurbandır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bizzat kendisi torunları Hasan ve Hüseyin -radiyallahü anhümâ- için birer koçla Akîka kurbanı kesmiştir.
Selman bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Erkek çocuğun doğumuyla beraber akîka vardır. Onun adına akîka kurbanı kanı dökünüz ve çocuktan ezâyı gideriniz.” (Buhârî)
Mâlum olduğu üzere şeytan, az bir kısmı hariç Âdem Aleyhisselâm’ın zürriyetinin kökünü kazıyacağına dâir Allah-u Teâlâ’ya karşı yemin etmişti. Dünyaya gelmesinden itibaren çocuğu gözetlemeye başlar. Çocuk doğduğu an, alelâcele onu esareti altına alıp, kendi hizbi ve dostları arasına katmayı şiddetle arzu eder. En çok tamah ettiği şey budur.
Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Mallarında ve evlatlarında onlara ortak ol!” (İsrâ:64)
Semüre bin Cündüb -radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Her erkek çocuk akîkasına karşılık rehinedir. Doğumunun yedinci günü onun adına akîkası kesilir, saçı tıraş edilir ve ona isim takılır.” (İbn-i Mâce:3165)
Hadis-i şerif’e göre; çocuk bu rehine hadisesi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Allah-u Teâlâ bu sebeple fidye olacak bir kurbanla ana-babanın, çocuğu kurtarmalarını meşru kılmıştır. Akîkası kesilmedikçe rehine tutulan şey gibidir, rehine altında olmaya devam eder.
Çocuk için kesilen Akîka’da; Allah’a yaklaşma, şükretme, fidye ve sadaka verme, büyük ve sevinçli hadiselerde Allah’a şükretme, nikâhtan asıl maksat olan çocuk nimetini belirtmek için yemek yedirme mânâları vardır. Çocuk kendisine yapılan duâdan nasıl faydalanıyorsa, bundan da çok faydalanır.
Kişi Akîka kesmekle çocuğunun nesebini duyurmuş, bu suretle de nezaket göstermiş olur.
Akîka kurbanı çocuğun doğduğu günden bâliğ olacağı güne kadar kesilebilir. Fakat en faziletli gün yedinci gündür. Çocuğun yedinci günü adı konulur ve başının saçları kesilip ağırlığınca altın veya gümüş tasadduk edilir ve aynı gün kurban kesilir.
Kurbana elverişli olan her hayvan, Akîka için de kurban olabilir.
Akîka’nın kemiklerini kırmayıp, mafsallarından ayırmak ve öyle pişirmek müstehaptır.
Akîka’nın etinden kesen yiyebilir, başkalarına da yedirebilir ve tasadduk eder.
Çocukluğunda Akîka kurbanı kesilmemiş bulunan kimse, bunu sonradan da kesebilir.
Akîka’yı emreden Hadis-i şerif’ler, çocuğun başının tıraş edilmesini ve saçın ağırlığınca altın veya gümüş tasadduk edilmesini emretmektedir.
Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ- validemiz çocukları doğduğu zaman saçlarını tarttırmış ve bunların ağırlığı kadar bir gümüşü sadaka olarak vermiştir. (Muvatta’)
Bu saç ayak altına atılmayıp toprağa gömülür.
İslâm dini erkek çocukların sünnet olmasına çok önem vermiştir. Dinin şiârı ve vazgeçilmez alâmetidir. Müslüman kâfirden onunla ayırt edilir.
Ebu Eyyüb -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Dört şey peygamberlerin sünnetlerindendir. Sünnet olmak, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek.” (Tirmizi)
İlk sünnet olan kimse İbrahim Aleyhisselâm’dır. Nitekim Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, İbrahim Aleyhisselâm’ın seksen yaşında olduğu halde sünnet olduğunu beyan buyurmuştur. (Müslim:2370)
Müslüman olduğunu söyleyen bir kimseye şöyle buyurmuştur:
“Üzerindeki küfür tüyünü at ve sünnet ol!” (Ebu Dâvud:356)
Sünnet doğumun yedinci gününden itibaren yapılabilir. Bu hususta dinimizin kesin bir emri yoktur.
Doğumdan kurtulunca anneye: “Geçmiş olsun!” demeli ve bir çocuk dünyaya getirdiği için, sevincini paylaşarak onu tebrik etmelidir.
Müslümanlar meleklerin peygamberlere getirdikleri şu müjdeyi dikkate alarak yeni doğan çocuğun ana-babasını müjdeleyip tebrik ederler:
“Ey Zekeriyâ!
Biz sana bir oğul müjdeliyoruz, adı Yahyâ’dır.” (Meryem:7)
Tebrik ve müjdeleme hususunda erken davranmak ana-babanın sevincini artırır ve insanlar arasındaki dostluk bağlarını kuvvetlendirir. Aynı zamanda sevgi ve ülfet kanatlarının açılmasına yardımcı olur.
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh- der ki:
“Ensar’dan bir zâtın bir oğlu oldu, çocuğa ‘Kasım’ adını verdi.
Ensar ona:
‘Biz seni Ebul-Kasım künyesiyle anmayız ve sana bu doğum sebebiyle gözaydın diye ikram da etmeyiz.’ dediler.
Bunun üzerine o zât Resulullah Aleyhisselâm’a geldi ve:
‘Yâ Resulellah! Bir oğlum oldu, ona Kasım adını verdim. Ensar bana: ‘Biz seni Ebûl-Kasım künyesiyle lâkaplamayız ve sana gözaydın tebrikinde bulunmayız.’ dediler. (Ne buyurursunuz?)’ diye sordu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:
“Ensar güzel söylemiştir. Benim ismimle ad verebilirsiniz, fakat benim künyem ile künyelenmeyiniz. Çünkü Kasım yalnız benimdir.” buyurdu.” (Buhârî)
Çocuğun beden yapısının teşekkülünde anne sütünün önemi çok büyüktür. Çocuğun beden ve ruh sağlığı hususunda anne sütünün yerini hiçbir gıda alamadığı gibi, ana kucağının yerini başka hiçbir zemin tutamaz.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer.” (Ahkâf:15)
Bu otuz ayın iki senesi emzirme, altı ayı da hamilelik müddetidir. Anne bu müddet içinde ne kadar rahatsızlıklara uğrar, geceleri uykusunu fedâ eder.
Allah-u Teâlâ Bakara sûre-i şerif’inin 233. Âyet-i kerime’sinde yeni doğan çocuklar hakkında analarının, babalarının ve onlara vâris olabilecek kimselerin vazifelerini ve salâhiyetlerini beyan buyurmaktadır.
Tam iki yıl emzirme süresi en çoğu olup, Âyet-i kerime’de açıklanacağı üzere bu sürenin azaltılması câizdir. Çocuk ana karnındayken ana kanından aldığı gıdasını, doğumundan sonra da ana sütünden alır. Çocuğun en çok iki yaşını dolduruncaya kadar bu gıdayı alması gerekir.