Maddi ve mânevi ihtiyaçlar ağıyla örülmüş insan, sosyal bir varlık olması sebebiyle, hem bireysel kimliğini geliştiren, hem de yaşadığı toplumda sosyal dokuyu sağlamlaştıran, yardımlaşma, dayanışma, paylaşma gibi vasıflara sahip olmak durumundadır.
İnsanın bu yönünü “Zekât” ve “İnfâk” ile sistemleştiren İslâm dini; “Veren eli, alan elden üstün olarak” tanımlamış ahlâk-ı Muhammedî’nin bir tezahürü olarak emir ve tavsiye etmiştir.
Allah için vermenin sayısız hikmetlerini idrakimizin üstünde tutarak, infâk sırrına bir misal olması bakımından bir doktor yakınımızın uzun seneler evvel Anadolu’da çalışırken tanımış olduğu Yusuf’un hikayesini ibret nazarınıza sunmak isteriz:
Yusuf, Diyarbakır’lı varlıklı bir âilenin oğlu. Yaşlı doktorla tanışıp dost olduklarında yirmi sekiz yaşında. Sık sık sohbet ediyorlar. Doktor amcamız birgün kendisine başından geçenleri sorunca, anlatıyor Yusuf:
“Benim babam çok zengindi. Evimizde yirmiden fazla hizmetkâr çalışırdı. Birgün mahallemize bir derviş geldi. Yıkık bir duvar kenarına, tahtadan bir kulübe yaptı ve orayı kendisine mekân tuttu. Babam çok dindar bir adamdı. “Bu derviş mahallemize geldi. Biz de hamd-ü senâlar olsun, hali vakti yerinde bir âileyiz. Bu dervişe bakmak bizim borcumuz. En güzel yemekleri hazırlayın. Yalnız dervişe saygı için hizmetkârlar götürmesin oğlum Yusuf götürsün.” dedi. O zamanlar ben altı-yedi yaşlarındaydım. Hakikaten sonradan anladım, ben götürmesem yemeği kabul etmeyecekmiş. Çünkü pek çok kişi yardım etmek istemiş ama derviş kabul etmemiş.”
Yusuf’un, mekânın en zengin âilesinin biricik oğlu olduğunu ve kendisine saygıdan dolayı çocuğun yemek getirdiğini gören derviş onu kırmayıp kabul etmiş. Yavaş yavaş ahbaplık peyda etmiş küçük Yusuf’la.
Bir gün Yusuf’a:
“Yusuf, sana bir deve yapayım ister misin?” demiş.
“İstemez olur muyum derviş amca” demiş Yusuf.
“Öyleyse sen bana, evden kendi yediklerinden artırdığın çerezden getireceksin. Ama kimse bilmeyecek. Yalnız sen kendine âit olan çerezden bana vereceksin. Çerezi baban gönderirse deveyi babana yaparım” demiş.
Bunun üzerine Yusuf, hakikaten kendi yediklerinden artırarak, derviş babaya her gün çerez, üzüm vs. getirmiş. Devamlı da soruyormuş devemin bitmesine ne kadar kaldı diye. Bu deve inşası için altı ay geçmiş. Birgün derviş baba demiş ki:
“Müjde! Deven yarın tamam olacak. Sadece iki gözü kaldı. İki tane badem getir gözünü de yapayım, deve tamamlanacak.”
Yusuf sabaha kadar uyuyamamış sevinçten. Sabah olunca ilk iş, cebine iki badem koymuş, koşmuş derviş babaya. Kapıdan girmiş, bir de ne görsün! Derviş baba dünyasını değiştirmiş. Yusuf için altı ayın ümidi bir anda sönüvermiş. Bir yanda çok sevdiği derviş babasının kaybı, diğer yandan özlemle beklediği devesine kavuşamaması küçük kalbini hayli yaralamış. Yusuf bademleri yere attığı gibi babasına koşmuş. Derviş Baba’nın ölümüyle herkes seferber olmuş. Dini merasimler yapılmış. Küçük Yusuf’un sevgili dostu gözyaşlarıyla defnedilmiş.
Aradan on iki - on üç sene geçmiş. Yusuf ciddi olarak hastalanmış. Babası önce Diyarbakır’daki doktorlara, sonra İstanbul’daki doktorlara götürmüş, hepsinden aldığı cevap aynı:
Şizofreni bu. Tedavisi imkânsız.
Bu olay elli sene evvel geçmiş bir olaydı ve gerçekten o zaman şizofreninin hiç tedavisi yoktu. Buna rağmen Yusuf’un babası Paris’te meşhur bir psikiatrist olduğunu duymuş. Ona gitmişler.
Doktor:
“Benim yapabileceğim bir şey yok. Sen kalkıp Türkiye’den geldiğine göre varlıklı birisisin. Bu gibi hastalara yapılacak şey, çok iyi bakılması için birini tutmak. Çünkü böyle hastalar kendilerine bakamaz. Yemek yiyemez, soğukta soyunur oturur. Genellikle de üşütüp zatüreden ölürler. Sen buna ne kadar iyi baktırırsan o kadar uzun yaşar” demiş.
Yusuf’un babası İstanbul’a gelince onu akıl hastanesine yatırmış. Ona bakması için ayda iki altına bir adam tutmuş. Adam ayda iki altını kaybetmemek için, Yusuf’a gözü gibi bakmış ve onu ölüme götürecek her türlü yanlıştan alıkoyan bir bakıma tâbi tutmuştu. Ama günün birinde Yusuf’un ateşi çıkmış ve o belli meş’um âkıbet onu bulmuş ve zatüre olmuştu.
Bundan sonraki olayları yaşlı doktora şöyle anlatıyor Yusuf:
“Bundan sonrasını iki postada dinlettireceğim sana:
Bunlardan birincisi benim halimi gören doktor ve hasta bakıcıların anlattıkları.
İkincisi de ondan sonraki ben. Onlar benim ateşimin yükseldiğini ve komaya girmek üzere olduğumu belirtiyorlar. Komaya girişimi seyrediyorlar. O zamanda ağırlaşmış hastaların etrafına yataktan düşmesin diye tahta çakarlardı. O zamanın hastaneciliği bu.”
“Fakat!” diyor Yusuf:
“Bana bakan adam çok müteessir. Çünkü bir nevi ekmek kapısı kapandı gibi. Memlekete, babama telgraf çekmişler. ‘Oğlun dünyasını değiştirdi, gel al.’ diye.”
Çünkü zatüre komasından çıkması o günkü tıbba göre imkânsız.
“O sırada ben bir rüyâ görüyorum. Zaten her şeyi o rüyâdan itibaren hatırlıyorum. Çünkü rüyâmdan önceki şizofrenik devrimi hatırlamıyorum” diyor.
“Bir çöldeyim, o ateşin de tesiriyle nasıl yanıyorum. Hem susuzum, hem de güneş tepeme değdi değecek. Böyle bir sıcaklığın içerisinde artık can çıkmak üzere diye düşünüyorum. Hiçbir umudum yok, su denilen şeyin esamesi görünmüyor çölde” diyor.
“Fakat uzaktan bir süliet farkediyorum. Bir deve önünde bir adam bana yaklaşıyor. Derhal tanıdım, Derviş Baba! Bir devenin yularından tutmuş geliyor.
‘Yusuf deveni getirdim’ diyordu. Beni tuttu ve deveye bindirdi. Fakat bir şeyi unutamıyorum, devenin gözleri yoktu. Yani bana, senin getirdiğin çerezlerden yaptım demek için gözsüz deve getirmişti. Devenin üzerine bindiğim an gözümü açtım. Etrafı tahtalarla çevrili demir bir yataktayım. Etrafımda doktor ve hasta bakıcılar. Ateşim düştüğü için terden sırılsıklam olmuşum. Neden orada olduğumu hiç hatırlamıyorum.
Doktorların hayret ettiği şey, benim normale dönmem. Zatüre komasından çıkmak mümkün değildi, çıktım. Peki şizofreniyi nasıl atlattım?Herkes hayretler içinde kaldı. ‘Böyle bir hadiseye biz ne rastladık, ne gördük. Olacağı varmış oldu.’ dediler.”
Yusuf’un cenazesini almaya gelen babası, rahatlıkla onu alıp evine götürmüş. Hikayeyi babasına da anlatmış.
Yusuf diyor ki:
“Derviş baba o kadar ince bir mimari ile kaderimde yer aldı ki, ben yanına hizmet etmeye gittiğim zaman kaderimdeki şizofreniyi gördü. Bana bir iyilik yapmak istedi. Ama bu iyilik, kaderimi değiştirmek şeklinde olamazdı. Fahr-i Kâinat sırrında “Sadaka ömrü tezyid eder.” emrini alıyor ve çocuğa sadaka verdiriyor. Sadaka sırf çocuğa âit olsun diye:
‘Kendi yediklerinden artır, baban göndermesin.’ diyor.
Kader ekranında ömrü tezyid ediyor. Bambaşka bir aleme döndürüyor.”
Yusuf der ki:
“Ah benim devem! Ona bindiğim anda nasıl bir değişim oldu. Bunu anlamak mümkün değil. Ben o olaydan sonra hayatta bir gün namazı terk etmedim.”
Derviş baba, Yusuf’un maddesiyle beraber mânâsını da değiştiriyor.
Hikayemiz, bir tek emri veya sünneti sırrına vâkıf olmadan da olsa hayata tatbik etmenin, insanın madde ve mânâ dünyasında bildiğimiz ve bilemeyeceğimiz, ne büyük kapılar açtığına dikkatlerimizi çekiyor.
Hazret-i Allah cümlemizi, sünnet-i seniye ve Hadis-i şerif’leri hayatına tatbik etme güzelliğini yaşayanlardan etsin.
Âmin.