Dünya büyük bir hercümerce (altüst oluşa) doğru yol alırken Türkiye pusulasını hâlâ bulabilmiş değil.
Masonik-semitik medyanın bütün içyüzü ortaya çıktığı halde medya hâlâ gündemi belirleyebiliyor, insanımız yıllar yılı beynimize yerleştirilen simge ve kavramlara göre tavır almaya çalışıyor. Her şeye rağmen işgalciler bizi lüzumsuz işlerle meşgul edebiliyor.
Evet, bu yaşadıklarımızın sebebi Türk insanının zihninin ve gönlünün işgal altında olmasıdır.
Tefekkür dünyamız, siyasal hayatımız, medyamız... Akla gelebilecek hemen her şey “Batı Medeniyeti”nin işgali altındadır. Bu işgal sebebiyle milletimizin önüne hedef koyamıyoruz. Bu işgal sebebiyle Batı’dan esen fırtınalara karşı yeterli tedbirleri alamıyoruz. Bu işgal sebebiyle gündelik tartışmalarımızda bile farklı kutuplara ayrılıyoruz. Bu işgal o seviyeye ulaşmıştır ki; Kurtuluş savaşı’mızdan kalma yakın tecrübelerimiz olmasa bu memleket çoktan teslim alınmış olurdu.
Bu işgal dış politikamızı, iç politikamızı, milli meselelerimizdeki tavrımızı olumsuz etkiliyor, bizi zincire vuruyor, elimizi kolumuzu bağlıyor.
Türkiye’nin tek taraflı aşkına rağmen bütün milli meselelerinde çifte standarta muhatap olması, ABD’nin Ortadoğu savaşı ile “Batı Medeniyeti”nin yıkıcı, yok edici, insanı insanlıktan çıkartıcı yüzünün ortaya saçılması insanımızın gözünü açmaya başlamıştır. Hatta Ortadoğu savaşı sadece Türkiye’de değil, Avrupa dahil bütün dünyada “Batı Medeniyeti ve Tefekkürü”nün sorgulanma sürecini hızlandırmıştır.
Türkiye’nin büyük devlet olabilmesi için bu sorgulama aşamasını aşabilmesi yani bu işgalden kurtulması gerekiyor.
Batı Medeniyeti süslü ve kıymetli bir kutunun içinde saklanan zehirli bir ateş gibidir. Bu süslü kutunun cilâsı eskiyip süsleri döküldükçe içindeki pislik ortaya çıkmaya başlamıştır.
Kurtuluş sürecimizi hızlandırabilmek için insanımıza “Batı Medeniyeti’nin yıkılmak üzere olduğunu ve bu kirli medeniyetin özündeki bu büyük kötülüğü izah etmemiz gerekiyor.
Nitekim bu zihinsel işgal siyasal kararlarımıza yansıyor. ABD merkezli taarruzun boyutunu hepimiz bildiğimiz halde, bu taarruza karşı gerekli refleksi gösteremiyoruz. “Batı Tefekkür ve Medeniyeti” karşısına insanlar bir şey koyamadıkları için, ellerindeki her şey Batı kaynaklı olduğu için donuk bir şekilde âkıbetini bekleyen tutsakları andırıyoruz.
ABD kısa vadede Ortadoğu ülkelerini hedef almış görünüyor. Petrole konuyor, İsrail’in güvenliğini sağlıyor.
Petrolden sonra sıra neye gelecek? Su... Sonra? Bor Madeni... İsrail kendi güvenliği ve nihâi hedefleri için nasıl bir Türkiye öngörüyor dersiniz? Güçlü bir Türkiye mi? Fırat nehrinin başında oturan bir Türkiye mi? Kafkas-Akdeniz enerji yolunu kontrol eden bir Türkiye mi? Kıbrıs’ta üsleri bulunan bir Türkiye mi?...
Peki ABD’nin gerçekteki derin politikası (Large Policy) nedir? İslâm dünyası ve İslam dini’nin bizzat kendisi...
Ve bizim süper yorumcularımız ortaya çıkıyor, “Niye ABD’yi desteklemedik, kendi mezarımızı niye kazmadık?” diye veryansın ediyorlar.
Bir tutsak kendi mezarını kazıyor diye kınanamaz belki, ancak niye mezar kazdığını göremeyecek kadar körse ona acınır.
Görüldüğü üzere şu anda gündemimizi oluşturan Irak ve Kıbrıs gibi dış politika meselelerimizde bile isabetli karar almakta zorlanıyoruz.
Halbuki Türkiye’nin önünde kısa vadede altından kalkması gereken büyük meseleler olduğu gibi, hayatiyetimizi devam ettirebilmek için de uzun vadeli hedefler tayin etmek mecburiyetindeyiz. Hepsinden önemlisi dayandığımız temeli yeniden ve net bir şekilde tanımlamalıyız.
İçinde bulunduğumuz durumu “Amerika’nın ya da Avrasya’nın yanında olmak” gibi basit bir ikilem içine indirgersek kökleri daha derinlerde olan meseleleri kavrayamayız. Sadece siyasal ve askeri düzlemde yapılan böyle analitik bir düşünce bizi çok kısır bir döngüye mahkûm etmekte, içinde bulunduğumuz girdabı derinleştirmekten başka bir işe yaramamaktadır.
Batının çöküşündeki arka planı iyi okumak (anlamak, anlamlandırmak) siyasi gelişmeleri takip etmek kadar, hatta ondan daha önemlidir. Çünkü ne kadar iyi takip ederseniz edin eldeki verileri sağlam bir fikrî-felsefî temel ile ele alıp değerlendiremezseniz tahlil hataları kaçınılmaz olur. Sonraki adım olan hedef ve vizyon tayininde de sınıfta kalırsınız.
Nitekim aynı verilerden yola çıkan yorumcuların birbirine tamamen zıt neticelere ulaşmasının sebebi budur.
Doğru hedefler tayin edebilmek ve meselelerimizin çözümünde isabetli sonuçlara varabilmek için uygulanacak birinci aşama, gerçek ve tam bilgiye dayanan esaslı araştırmalar ve tahliller (analizler) yapmaktır.
İkinci aşama; birinci aşamada elde edilen verileri “Doğru bir fikrî-felsefî temel” üzerine oturtup süzgeçten geçirmektir.
Üçüncü aşama, hedef-strateji tayinidir.
En önemli aşama ikinci aşamadır. Yukarıda da değindiğimiz gibi ne kadar iyi analiz yaparsanız yapın, bu analizleri doğru bir temelde değerlendirmezseniz üçüncü aşamada tamamen yanlış neticeye varırsınız. Yine üçüncü aşamada tayin edilen hedefler ne kadar doğru olursa olsun sağlam bir fikrî temele dayanmıyorsa içerikten yoksun ve güdük kalır.
Görüldüğü gibi hemen bütün meselelerimiz, hatta dünyanın meseleleri bir “Medeniyet” problemidir. Askeri ve siyasi gelişmeler bu “Medeniyet” meselesinin yan unsurlarıdır. Bu meseleyi çözüme kavuşturmadan kendi üstün medeniyetimizin üzerindeki külleri süpürmeden, karşı taarruza geçme imkân ve kabiliyetine kavuşamayız.
Bir savaşta bile başarı için silah ve teknoloji kadar hatta daha fazla moral değerin üstünlüğü belirleyicidir. Kendi medeniyetine inanmayan, karşısındakine ve medeniyetine mistik bir hayranlıkla bakan bir insanın diplomatik ve siyasal zeminde başarı sağlaması mümkün değildir.
Dolayısıyla öncelikli meselemiz “Batı Medeniyeti’nin Çöküşü”nü izah ve ispat etmektir.
Bütün ilkel, menfi (olumsuz, negatif) beşerî sıfat ve tanımlamaların mücessem (cisimleşmiş) bir temsilcisi olan ABD’nin; ihtiras, kibir, yağma, yıkma gibi güdülerinin son ve nihâi tezahürü olan Ortadoğu savaşı siyasî ve askerî çöküşle beraber “Batı’nın fikrî-felsefî çöküşü”nü de hızlandırmıştır. “Üstün Medeniyet” iddiasındaki “Batı” Amerika sayesinde nasıl barbar ve yıkıcı bir medeniyete sahip olduğunun farkına varmaya başlamış, daha doğrusu Batılı düşünürlerin farkında olduğu bir hakikat halk seviyesinde de sorgulanır olmuştur.
Siyasî ve askerî sahada esmeye başlayan fırtınanın bir benzeri Batı tefekkür dünyasında yaşanmaktadır.
Batı Avrupa tefekkür dünyasının son beşyüz yıllık seyri “İnsanı putlaştırma” noktasında nihayete ermiş, Birinci Dünya Savaşı ile başlayıp İkinci Dünya Savaşı ile neticelenen askerî ve siyasî sürecin sonunda Sovyetler ve ABD gibi iki dehşetli gayr-i meşru çocuk dünyaya getirmiştir. (İkinci Dünya Savaşı’nda mezara gömülen diğer gayr-i meşru çocuğun -”Faşizm”in- hayaleti hâlâ Avrupa’nın tepesinde dolaşmaktadır.)
Bu gayr-i meşru çocukları dölleyenler genel olarak yahudiler olmuştur. (Marks, Freud ve biyoloji cambazı Darwin gibi)
Komünizm nasıl dönüp Avrupa’ya tehdit haline gelmişse, Amerikanizm (Amerikan pragmatizmi) de dönüp Avrupa için bir tehlike haline gelmiştir. Dünyamızı bekleyen korkunç günlerin hazırlayıcısı bu gayr-i meşru çocuklar kadar, bunları dünyaya getiren Avrupa’nın da çok büyük vebali ve sorumluluğu vardır.
Medeniyetin; birincisi şekli, yani şehirleşmeyi, günlük yaşamı kolaylaştıran düzenli bir devlet işleyişini, ikincisi özü, bireysel ve toplumsal değerlerde üstün ve ideal bir seviyeyi kasteden iki yönlü bir anlamı bulunmaktadır. Batı medeniyeti şekilcidir. Bu sebeple öze inemez. Görsel sanatların Batı’da gelişmesinin bir sebebi de budur. Gönül kelimesinin karşılığı batı dillerinde yoktur. Batı antik Yunan ve Roma’nın putperest ve çok tanrılı mirasını fazlasıyla devralmıştır. Hıristiyanlığa bile Roma’nın (putperest, insanı tanrılaştıran) paganist değerlerini sokmuş, teslis inancını benimsemiştir.
Şekilcilik kişisel hayattan toplumsal hayata her aşamada kendisini gösterir. Temizlikleri bile böyledir. İslam’daki gibi özde bir temizlik kesinlikle yoktur.
Bu putperest ve şekilci kültür bugünkü batı insanını öyle bir noktaya getirmiştir ki, “Çift kişilik sahibi olmak” diye ifade edilen psikolojik hastalık çok yaygındır.
İnsanı ve insan arzusunu putlaştırma noktasında sağladıkları ilerleme(!) her türlü sapıklığa davetiye çıkartmış, aile yapısını çökertmiştir. Bütün bu aşamaların yaşanmasına sebep olan o çok övündükleri “Batı tefekkürüdür.” İşi o noktaya vardıran düşünürler olmuştur ki, insanın hayvan gibi tabiî haline bırakılması, toplumsal ve dini baskılardan kurtarılması gerektiğini, ahlâk ve din gibi duyguların kişisel ve toplumsal baskı aracı olduklarını iddia etmişlerdir. Bugün gelinen noktada gayr-i ahlâki ve gayr-i tabiî her türlü sapıklık sıradan vaka haline gelmiştir. Yukarıda da değindiğimiz Komünizm ve Amerikan kültürü denilen şeyler bu tür fikirlerin neticesi olarak ortaya çıkmışlardır. Bunlar iki uç örnek olmakla beraber bütün bir Batı’da maddecilik ve dünyaperestlik her batılının genlerine işlemiştir. Bu uğurda her türlü soykırım ve yağma yapmaktan çekinmemişlerdir. Son beşyüz yıldaki bütün savaşların %80’i ya Batı’da yaşanmış ya da Batı ülkelerinin çıkarttığı savaşlardır.
Batı’nın zenginliği ve devlet otoritesi olmadığı zaman bütün insanlar vahşi hayvanlar gibi hatta daha da beter bir şekilde birbirini yerler. Kafesinden kurtulmuş bir sırtlan haline gelir.
Görüldüğü gibi Batı’da gerçek anlamda bir medeniyet yoktur. Artık Batı bütün bu hastalıklarını taşıyamaz hale gelmiştir.
Türkiye maalesef Batı’nın bu hastalıklı yapısını fazlasıyla ithal etmiştir. Üstelik çok yüzeysel bir “Batıcılık”tan öteye geçememiştir. Batı tefekküründe yaşanan fikir çilesini yaşamaktan ziyade “Amerikanizm”e benzer sığ, slogan düzeyinde kalan bir düşünce yapısı bütün bir yönetici tabakaya hakim olmuştur. Dolayısıyla -bâtıl dahi olsa- neyi, ne için, niye savunduğunu bilmeyen, toplumsal ve kültürel değerlerini öğrenme, irdeleme ihtiyacı dahi duymayan, sevmediğini bütün her şeyi ile körü körüne inkâr eden, sevdiğini bütün her şeyiyle körü körüne yücelten hatta putlaştıran bir elit tabaka oluşmuştur. Eğitim sistemimiz de bu şekilde dizayn edilmiştir. Bir bilim adamında bulunması gereken sorgulama, mukayeseli (karşılaştırmalı) araştırma gibi hasletler talebelerimize verilememiş, yüzlerce yıldır dünyayı yöneten bir millet kendi kendisini yönetemez hâle getirilmiştir.
Bu hastalıklı toplumsal ve yönetsel yapı dezenformasyon ve manipülasyon faaliyetinde bulunan dış güçlerin ve onların uzantısı nüfuz casuslarının işini ziyadesiyle kolaylaştırmıştır. Münâfık tipler en sağdan en sola kadar istediği grubun içine rahatça nüfuz etmiş, yönetici tabakada birkaç övücü söz sayesinde dostlar kazanmış, yıkmak istediği kişi ve kurumlara içi boş yaftalar yapıştırarak onları rahatça safdışı edebilmişlerdir.
Son 30-40 yıldır dışarıdan esen ve sol-libarel-şahin bir çizgi takip eden rüzgâr gariban vatan evlatlarını bir tüy gibi savurmuş, bu insanlar bu kadar zıt çerçevelerin her birisinde kendisine bir yer bulmuşlardır. Çünkü Batı’dan gelen her şey gibi oradan esen rüzgâr da “Kutsal(!)”dır. Bu rüzgârın savurucuları da bize artık öyle aşağılayıcı bir gözle bakmaya başlamışlar ki; “Çantada keklik”, “Olta’da balık” gibi sıfatlar yakıştırmışlardır.
Ancak son rüzgâr o kadar yakıcı bir alev taşıyor ki, gayr-i ihtiyarı insanların korunma duygusu harekete geçmiştir.
Avrupa nasıl ki inkişaf edebilmek için Ortaçağ’ın “Skolastik kilise putu”nu yıkmak zorunda kalmışsa, biz de inkişaf edebilmek için “Batı putu”nu kırmak zorundayız.
Bütün müsbet (olumlu, pozitif) değerleri “Batı” kelimesi ve kılıfı altında beynimize nakşettikleri için bu sözler birçoklarına ağır gelebilir. Halbuki “Batı”, yaşayışı, insan yapısı, toplumsal ve kültürel değerleri bir bütün olarak ele alındığında, hiçbir hayat emaresi taşımayan yapay bir süs çiçeği, canlılık ve hayatiyet taşımayan görkemli bir heykel, altın kasede zehirli bir içecektir.
Batı tefekkürünün gayr-i meşru ürünleri ile hayatını anlamlandırmaya çalışan Türk eliti bu büyük çöküşü anlamakta zorlanıyor, hatta anlayamıyor. Dolayısıyla Irak savaşı ile başlayan sürece geçici gözle bakıyor. En uzak görüşlüsü askerî ve siyasî alanın ötesine geçemiyor. Bu alanda da doğru ve doyurucu neticelere ulaşamıyor. Daha da vahimi Batı Medeniyeti’nin çürük ve yıkıcı yapısının karşısına bir alternatif -ki böyle bir alternatifin tarihi ve kültürel alt yapısı bizde fazlasıyla mevcut olduğu halde- çıkartamıyor.
Bu hadım edilmiş kafaları iki gruba ayırabiliriz: “Anti emperyalist-Antiamerikanist”ler, “Reelpolitikçi”ler. Emperyalizme karşı olmak veya mecburi durumlarda reelpolitiki gözetmek kınanacak bir durum değil. Ancak sol (ve bazı sağ) grupların içerikten yoksun “Savaşa hayır!” gibi kuru sloganlarla meydan meydan dolaşması nasıl kısır bir durumsa, “Amerika’ya rağmen hiçbir şey yapamayız, taşeronculuktan başka çıkar yolumuz yok!” sığlığındaki “At gözlüğü takmış bir reel politik söylemi” de en az onun kadar “kısır” bir durumdur. (Bir de hiçbir temele dayanmayan “Amerikan metresi” kalemler vardır ki, bunlara yorumcu denmez, bunlara “Nüfuz ajanı” denir.)
Serdar Turgut gibi tahlil ustalarının ABD’nin bütün gizli şifrelerini ortaya döktükten sonra taşeronculuktan başka çıkar yolumuz yok diye kanaat bildirmeleri, baştan beri izah etmeye çalıştığımız bu kısır vaziyetin sebep olduğu bir durumdur. Büyük okyanuslarda kulaç attıktan sonra küçük bir gölde boğulan yüzücü, ipi göğüslemek üzere iken bayılan bir maratoncu gibi bütün fikir ameliyesinden sonra gelip son kertede bütün ziyasını kaybetmek ne kadar acı ve hüzün verici... Kendi medeniyetine yabancı olmaktan kaynaklanan kısır ve fasit dairede kalmak ne büyük tutsaklık...
Bu büyük meselenin basında hemen hemen hiç irdelenmediği görülmektedir. Tefekkür dünyası genel olarak felsefecilerin eline terkedilmiş, onlar da genelde akademik bir lisanla dar bir çevrede bu konuları tartışmışlar ve tartışmaktadırlar.
Batı Medeniyeti’nin çöküşünü ve İslâm Medeniyeti’nin yükselişe geçişini bu anlamda sık sık gündeme getiren Yusuf Kaplan’ın da ihmal ettiği, daha doğrusu kaçırdığı ve iyi çözümleyemediği noktalar var. O da; İslâm Medeniyeti nedir? Bunun temsilcisi kimlerdir? sorularına verdiği ya da veremediği cevaplardır.
İslâm adına çıkan her grup ve hareketi İslâm medeniyeti içerisinde görerek meseleye yaklaştığınız zaman herhangi bir çözüm üretemezsiniz. Şekilde bir hareket tarzı takip eden ve İslâm’ı devleti ele geçirmek için kullanılması gereken bir araç konumuna indirgeyen ve Mısır’dan Pakistan’a kadar yayılmış, Arabistan Vehabiliği ile simgeleşmiş yaygın bir zihniyetin İslâm Medeniyeti ile hiçbir alakası yoktur. İslâm medeniyeti’nin özde, derinde, gönüllerde açtığı çığırı hakikatte temsil eden “Tasavvuf”tur. Gerçek mütefekkirler tasavvuf önderleri büyük zâtlardır. (Bakınız: “Tasavvuf; İslâm’ın Özüdür, Türk Milleti’nin ve Medeniyeti’nin Temel Yapı Taşıdır.” Hakikat Dergisi, Haziran 2002)
Irak savaşı ile başlayan süreç yakın zamanda “Batı”nın “Medeniyet” sahasındaki sanal üstünlüğünün sona ermesine sebep olacaktır. Bu boşluğu doldurabilecek yegâne medeniyet “İslâm Medeniyeti”dir. Bu medeniyetin son ve görkemli bir temsilcisi olan Osmanlı’nın küllerinden yeniden canlanması için her türlü ortam mevcuttur.
Türkiye İslâm ve Osmanlı isimlerini kullanmadan Osmanlı vizyonunu tekrar canlandırabilir. Ancak, önce kendisi canlanmalıdır.