Muhterem Okuyucularımız;
Üstün sıfatlarla mükerrem olarak yarattığı insanların dünya saâdetine, âhiret selâmetine kavuşabilmeleri için hayatlarını tanzim edecek hükümler, emir ve yasaklar koyma hakkı yalnız Hazret-i Allah’a âittir.
Hazret-i Allah’ın bütün hükümlerinde, emir ve yasaklarında birer hikmet, insanlar için birer menfaat vardır. Bu hikmet ya bir zararı gidermek veya bir menfaati sağlamak içindir.
Binaenaleyh neyi emretmişse seve seve yapmak, neleri yasaklamışsa onlardan uzak durmak üzerimize farzdır.
Her konuda eksiksiz olarak koyduğu emir ve yasaklarla dünya hayatını tanzim eden Hazret-i Allah, çalışma ve kazanç yollarında da helâl ve haram hududunu çizerek ticari hayatımızı düzenlemiştir.
Her müslümanın kendisine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar helâlinden kazanması farzdır. Çünkü bir müslüman, görevlerini kazanç sayesinde yerine getirebilir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:
“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haram sebeplerle değil, karşılıklı rızâ ile yapılan ticaretle yiyin. Haram ile nefsinizi mahvetmeyin. Şüphesiz ki Allah size karşı çok merhametlidir.” buyuruyor. (Nisâ: 29)
Âyet-i celile’deki “Haram ile nefsinizi mahvetmeyin!” Emr-i Sübhâni’si çok mühim ve ince bir mânâyı ihtiva etmektedir.
Haram müminin içini, mâneviyatını tahrip eder, başka haramları işlemeye tahrik eder, çevresindeki insanları da harama teşvik eder.
İbadetin onda dokuzu helâl lokmada arandığına göre, helâl ve haram kazanç üzerinde inceden inceye durmak gerekir.
Fâiz, kumar, ihtikâr, hırsızlık, rüşvet, hile... gibi gayr-ı meşru yollardan kazanç sağlayan kimse kendisini mahvetmiş demektir. İşte bu elîm âkıbetten müminleri kurtarmak için rahmetiyle tecelli eden Allah’ımız, bu yoldan kazanç sağlamayı yasaklamıştır.
Helâl kazanç temin etmek için çalışıp kazanmak farz olduğu gibi; alış-verişle uğraşan her müslümanın ticarî muamelelerle alâkalı, lüzumlu bilgileri öğrenmesi de farzdır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz:
“Ticaret hakkındaki dinî hükümleri bilmeyen, çarşılarımızda satıcılık yapamaz.” buyurmuşlardır. (Tirmizî)
İslâmiyet’te ticaretin temeli doğruluk ve iyiliktir. Alıcı ve satıcının gönül rızâları, fiyat hususunda insaf ve itidâlden ayrılmamaları, karaborsacılık yapılmaması, haram ve helâl hudutlarına riayet olunması; fâizcilikten, ölçü ve tartıda hile yapmaktan, aldatmaktan, yalan söylemekten, yemin etmekten, haddinden fazla pahalıya satmaktan kaçınılması... gibi kaideler, ticaret hayatının mühim şartlarındandır.
Bu mühim şartlara riayet edenler Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından övülmüşlerdir.
Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İnsanın kazandığı şeylerin en değerlisi yetiştirdiği evlâdı ve hiyânetsiz olan alış-verişidir.” (Ahmed bin Hanbel)
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çalışkan insanları çok sever, tembellikten hoşlanmaz ve dilenciliği sevmezdi.
Bir gün Ashâb-ı kiram’ı ile oturuyorlardı. Gücü kuvveti yerinde bir delikanlının sabahın erken saatinde oradan geçtiğini gördüler.
Ashâb: “Yazık buna! Eğer kuvvet ve gençliğini Allah yolunda sarfetmiş olsaydı, ne iyi olurdu.” dediler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunun üzerine buyurdular ki:
“Öyle söylemeyiniz. Şayet o, küçük çocuklarının rızkını temin için yola çıkmışsa Allah yolundadır. Kendisini helâl yollardan beslemek için yola çıkmışsa yine Allah yolundadır.
Amma riyakârlık ve övünmek için yola çıkmışsa işte o zaman şeytan yolundadır.” (Taberâni)
Allah-u Teâlâ dünyayı geçim uğrunda çalışma ve gayret, mihnet ve meşakkat, imtihan ve ibtilâ yeri; âhireti ise mükâfat ve mücâzat yeri olarak yaratmıştır.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Andolsun ki senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır.” (Duhâ: 4)
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)
“İnsanlardan hangisinin daha güzel amel işlediğini imtihan etmek için, yeryüzünde olan şeylere bir ziynet verdik.” (Kehf: 7)
“Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur ve çalışması da ileride görülecektir.” (Necm: 39-40)
Her müslümanın kendisine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar helâlinden kazanması farzdır. Çünkü bir müslüman, görevlerini kazanç sayesinde yerine getirebilir. Niyeti iyi olursa aynı zamanda sevap da kazanır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“Uykunuzu bir dinlenme yaptık, geceyi bir bürgü yaptık, gündüzü ise geçiminize elverişli kıldık.” (Nebe: 9-10-11)
Uyku ve gece; gündüz çalışmak için dinlenme zamanı olduğu gibi, uyanıp gündüz çalışmak da geçim temin etmeye vasıtadır. Allah-u Teâlâ tarafından insana tahsis edilmiştir.
“Yeryüzünde sizin için geçimlikler yarattık.” (Hicr: 20)
Yemek, içmek ve ticaret yapmak gibi hususlarda yeryüzünde bir çok nimetler ve maişetler halketmiştir.
“Size yeryüzünü boyun eğdiren O’dur. Öyleyse yeryüzünde dolaşın. O’nun verdiği rızıktan da yiyin.
Nihayet dönüş O’nadır.” (Mülk: 15)
İnsanın ondan yararlanmasını elverişli kılmış, onun her bölgesine her tarafına çeşitli kazanç yolları aramak ve ticaret yapmak üzere gidip gelmelerini tavsiye buyurmuş, rızkını elde etmek için gerek duyacağı her şeyi yeryüzünde var etmiştir.
“Yeryüzüne dağılın ve Allah’ın fazlından nasibinizi arayın.” (Cum’a: 10)
Çünkü rızık O’nun elindedir. Çalışanın çalışmasını zâyi etmez, isteyenin ümidini boşa çıkarmaz.
“Dünyadan da nasibini unutma.” buyuruyor. (Kasas: 77)
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde de helâlinden kazanmak için uğraşanları kendi uğrunda cihad edenlerle beraber zikretmiştir:
“Allah’ın lütfundan rızık aramak üzere yeryüzünde dolaşacak olan kimseler ve Allah yolunda savaşacak olanlar...” (Müzemmil: 20)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Çalışarak kazanç sağlama yollarını aramak her müslüman üzerine bir farzdır.”
“Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalış.” (İbn-i Asâkir)
Çalışırken ve kazanırken kişinin niyeti, âhiret işlerini rahatlıkla ve kolaylıkla yapmak olmalıdır.
Hadis-i şerif’lerde şöyle buyuruluyor:
“Allah-u Teâlâ dünyayı ahiret niyetine göre verir.”
“Dünya âhiretin tarlasıdır.” (Münâvî)
Eğer insan gönderiliş sebebini lâyık-ı veçhile bilirse, gece-gündüz o tarlayı ekmek için çalışır. Böylece hem dünya saâdetine hem ahiret selâmetine nail olur, hem de kendisini cehennem azabından muhafaza etmiş olur.
İslâmiyet bir lokma ve bir hırka ile yetinmeyi emreden bir din değildir. Meskenet ve tembelliği, dilenciliği, başkasına yük olmayı... şiddetle yasaklamıştır.
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere bütün büyükler çalışmayı ihmal etmemişlerdir.
Âdem Aleyhisselâm buğday eker, onu hasat eder, harmanda döver, öğütür, un ve ekmek yapardı. İdris Aleyhisselâm terzi, Nuh Aleyhisselâm ve Zekeriyâ Aleyhisselâm marangoz, Davud Aleyhisselâm demirci, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise tüccar idiler.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nın her birisi bir işle meşgul oldular. Çünkü kişinin yediğinin en temiz olanı kendi kazancından olanıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çalışkan insanları çok sever, tembellikten hoşlanmaz ve dilenciliği sevmezdi.
Bir gün Ashâb-ı kiram’ı ile oturuyorlardı. Gücü kuvveti yerinde bir delikanlının sabahın erken saatinde oradan geçtiğini gördüler.
Ashâb: “Yazık buna! Eğer kuvvet ve gençliğini Allah yolunda sarfetmiş olsaydı, ne iyi olurdu.” dediler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunun üzerine buyurdular ki:
“Öyle söylemeyiniz. Şayet o, küçük çocuklarının rızkını temin için yola çıkmışsa Allah yolundadır. Kendisini helâl yollardan beslemek için yola çıkmışsa yine Allah yolundadır. Amma riyakârlık ve övünmek için yola çıkmışsa işte o zaman şeytan yolundadır.” (Taberâni)
Huzur-u saâdetlerine bir gün bir cemaat geldi. Söz sırasında “Yâ Resulellah! Memleketimizde sulehadan bir zat var, gündüzleri oruçla, geceleri namaz ve zikrullahla meşgul oluyor.” dediler. Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun yiyecek ve içeceğini kimin temin ettiğini sordu. “Biz hepimiz...” cevabını alınca “Öyle ise hepiniz ondan üstünsünüz.” buyurdu.
Bir Hadisi şerif’lerinde:
“Sizin hayırlınız dünyası için âhiretini, âhireti için dünyasını terk etmeyip her ikisi için çalışan ve halkın başına yük olmayandır.” buyuruyorlar. (Camiüssağir)
Arzettiğimiz farz kazancın yanında, fakirlere yardım etmek, akrabalara ikram etmek için bundan fazlasını kazanmak müstehaptır.
Güzel bir hayat geçirmek ve fazla nimetlenmek için daha fazla kazanç sağlamak mübahtır.
Hadis-i şerif’lerde şöyle buyuruluyor:
“Sâlih bir insan için helâl mal ne güzeldir.” (Ahmed bin Hanbel)
“Takvâ ve tâat için mal ve servet, müminlere ne güzel bir yardımcıdır.” (Münâvî)
“Bir senelik hayatına yeterli olan azık insanın diyânetine ne güzel bir yardımcıdır.” (Münâvî)
“Bir insan bir işte bulunup rızıklanıyorsa, o işe devam etmelidir.” (Camiüssağir)
İslâm’a karşı veya İslâm’ın haram kıldığı işler de haramdır. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz fâizi ve içkiyi yasaklarken; imal eden, taşıyan, hizmet eden, yazan ve şahitlik eden kimseleri de lânetlemiştir.
Hadis-i şerif’te “Allah-u Teâlâ bir şeyi haram kılınca onun bedelini de haram kılar.” buyurulmaktadır. (Ebu Dâvud)
İslâmiyet’te ticaretin temeli doğruluk ve iyiliktir. Alıcı ve satıcının gönül rızâları, fiyat hususunda insaf ve itidâlden ayrılmamaları, karaborsacılık yapılmaması, haram ve helâl hudutlarına riayet olunması; fâizcilikten, ölçü ve tartıda hile yapmaktan, aldatmaktan, yalan söylemekten, yemin etmekten, haddinden fazla pahalıya satmaktan kaçınılması... gibi kaideler, ticaret hayatının mühim şartlarındandır.
Bu mühim şartlara riayet edenler Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından övülmüşlerdir.
Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İnsanın kazandığı şeylerin en değerlisi yetiştirdiği evlâdı ve hiyânetsiz olan alış-verişidir.” (Ahmed bin Hanbel)
“Veren el alan elden hayırlıdır.” (Buhârî)
“Yediğinizin en temizi kendi kazancınızdan olandır.” (Ebu Dâvud)
“Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yemek asla yememiştir. Allah’ın peygamberi Dâvud Aleyhisselâm da kendi eliyle kazandığını yerdi.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 967)
İslâm’da ticaret pek mühim bir kazanç yoludur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Rızkın onda dokuzu ticarettedir.”
“Doğru ve emniyetli bir tüccar kıyamet gününde peygamberlerle, sıddıklarla ve şehidlerle beraber haşredilecektir.” (Tirmizî)
“Geçimini sağlamak için çalışan hirfet ve san’at sahiplerini Cenâb-ı Hakk sever” (Münâvî)
“Sıdk ile mevsûf olan tâcir kıyamet gününde Allah’ın Arş’ının gölgesinde harâretten korunur.” (Camiüssağir)
“Korkak tacir ticâretten mahrum ve cesûr tacir ise bilâkis rızkı bol olur.” (Camiüssağir)
“Vatanına hizmet ve kendisine ticâret maksadıyla başka beldeden rızık getirenler rızkı bol, yüksek fiyatla satmak amacıyla rızıkları hapseden karaborsacılar mel’ûndur.” (İbn-i Mâce)
Helâl kazanç temin etmek için çalışıp kazanmak farz olduğu gibi; alış-verişle uğraşan her müslümanın ticarî muamelelerle alâkalı, lüzumlu bilgileri öğrenmesi de farzdır.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz:
“Ticaret hakkındaki dinî hükümleri bilmeyen, çarşılarımızda satıcılık yapamaz.” buyurmuşlardır. (Tirmizî)
Haram ve bâtıl yollarla, başkalarının rızâ ve menfaatlerini gözetmeksizin elde edilen kazançlar menfaat gibi görünüyorsa da aslında zarardır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:
“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haram sebeplerle değil, karşılıklı rızâ ile yapılan ticaretle yiyin. Haram ile nefsinizi mahvetmeyin. Şüphesiz ki Allah size karşı çok merhametlidir.” buyuruyor. (Nisâ: 29)
Âyet-i celile’deki “Haram ile nefsinizi mahvetmeyin!” Emr-i Sübhâni’si çok mühim ve ince bir mânâyı ihtiva etmektedir.
Haram müminin içini, mâneviyatını tahrip eder, başka haramları işlemeye tahrik eder, çevresindeki insanları da harama teşvik eder.
Fâiz, kumar, ihtikâr, hırsızlık, rüşvet, hile... gibi gayr-ı meşru yollardan kazanç sağlayan kimse kendisini mahvetmiş demektir. İşte bu elîm âkıbetten müminleri kurtarmak için rahmetiyle tecelli eden Allah’ımız, bu yoldan kazanç sağlamayı yasaklamıştır.
Allah-u Teâlâ yaratmış olduğu nimetlerin helâl ve temiz olanlarını yemelerini bütün insanlara mübah kılmıştır.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan gıdaların helâl ve temiz olanlarından yiyin. Şeytanın adımlarına uymayın. Zira şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır.” (Bakara: 168)
Bir diğer Âyet-i kerime’sinde ise hususi olarak müminlere, rızıkların temiz olanlarını aramalarını ve onlardan faydalanmalarını emir buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin. Eğer siz gerçekten yalnız Allah’a kulluk ediyorsanız, O’na şükredin.” (Bakara: 172)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Helâli aramak, helâl kazanmak ve helâl yemek her müslümana farzdır.” (Taberânî)
“Helâl lokma aramak, ve onunla karnını doyurmak, cihâd gibi sevap kazandırır.” (Camiussağir)
“Takvâ ve tâat için mal ve servet, müminlere ne güzel bir yardımcıdır.” (Münâvî)
“Bir senelik hayatına yeterli olan azık, insanın diyânetine ne güzel bir yardımcıdır.” (Münâvî)
“Sâlih adam için helâl mal ne güzeldir.” (Ahmed bin Hanbel)
İbadetin onda dokuzu helâl lokmada arandığına göre, helâl ve haram üzerinde inceden inceye durmak gerekiyor.
Bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Şüphesiz ki Allah-u Teâlâ kıskanır. Allah-u Teâlâ’nın kıskanması kuluna haram kıldığı şeyleri kişinin yapmasındandır.” (Buharî)
Hazret-i Allah’ın Kur’an-ı kerim’de, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Hadis-i şerif’lerinde kati bir emirle yenilip-içilmesini, yapılmasını ve kullanılmasını yasakladıkları şeylere haram denir.
Allah-u Teâlâ rahmet ve merhametinin bir eseri olarak zararlı olan her türlü şeyi haram onun yerine ise güzel, temiz ve faydalı olan şeyleri helâl kılmıştır:
“O peygamber, kendilerine iyiliği emreder kötülükten meneder. Onlara temiz şeyleri helâl, çirkin şeyleri de haram kılar.” (A’râf: 157)
Bu yasaklara riâyet etmeyenler dünyâda şer’î cezâlara, âhirette ise ilâhi azaba müstehak olurlar.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Kim haksızlık ve zulüm ile bu yasakları işlerse, biz onu cehenneme atacağız.” buyuruluyor. (Nisâ: 30)
1– Bizzat kendisi ve maddesi itibariyle haram olan şeyler: Domuz eti, içki...
Kesin olarak haram kılınan bu gibi şeylerden üreticiliğini, nakliyeciliğini, ticâretini ve ikrâmını yapmak gibi, her ne surette olursa olsun faydalanmak da haramdır.
2– Aslında maddesi itibariyle helâl olup herhangi bir sebepten dolayı haram kılınan şeyler: Çalınan mal, kasden besmelesiz kesilen hayvan... vb.
Meselâ üzüm ve üzüm suyu helâldir. Fakat mayalandırılıp alkol hâline dönüştürülürse, insanlara zararlı hâle geldiği için haram kılınmıştır.
Ancak ölüm tehlikesi hâlinde bu haramlardan doyacak kadar değil, ölmeyecek kadar kullanılmasına cevaz verilmiştir. Çünkü zaruretler mahzuru mübah kılar.
Âyet-i kerîme’de:
“Allah size leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilen hayvanı kesin olarak haram kıldı. Fakat kim mecbur kalırsa, başkasına saldırmadan zaruret miktarını aşmamak üzere yemesinde bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah bağışlayandır, merhamet edendir.” buyuruluyor. (Bakara: 173) (Bakınız; Nahl: 115)
Haram yemek, şeytanın izine tâbi olmak ve cehenneme yuvarlanmak demektir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Haramdan meydana gelen her vücuda, ateş daha lâyıktır.” buyuruyorlar. (Tirmizî)
Haram müminin içini, mâneviyatını tahrip eder, başka haramları işlemeye tahrik eder, çevresindeki insanları da harama teşvik eder.
Haram, yürüyen merdiven gibidir. Ayağını bastın mı bir daha yakayı kurtaramazsın. Seni alır, cehennemin dibine kadar götürür.
Haram yiyenin gözlerine siyah bir perde çekilir, artık helâli ve haramı ayırdedemez olur. Rotu çıkmış araba gibi, kime-neye çarpacağı belli olmaz.
Haram, insanın içini karartır. Haram yiyen kişiden iyi işler beklemek boştur. Çünkü küpün içinde ne varsa dışına o sızar.
Helâl yiyenlerin ise içleri nûrlanır. Bu nûrdan hikmet husule gelir. Hikmet ehlinde en güzel iş ve icraatlar zuhur eder.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Haramlardan sakın, insanların en âbidi olursun.” (Tirmizî)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri, sâlih amelden evvel helâl olan şeylerden yemeyi emrederek:
“Helâl ve temiz olan rızıklardan yiyiniz ve sâlih ameller işleyiniz.” buyurmuştur. (Müminûn: 51)
Haram, duâ ve ibâdetlerin kabulüne mâni olur.
“Yâ Resulellah! Allah’a benim için yalvarıver de duâsı makbul olanlardan olayım.” diyen bir zâta Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Helâl yemek ye, duân kabul olsun.” buyurdular. (Taberânî)
Diğer Hadis-i şerif’lerinde de meâlen şöyle buyuruyorlar:
“Bir kimse haramdan bir şey yerse kırk gün namazı kabule şâyân olmaz.” (Deylemî)
“Bir insan ki, büyük bir iştiyâkla, (Hacc veya Umre için) yola çıkar. Bir çok eziyetlere katlanır, toz toprak içinde kalır. Ellerini semâya doğru açıp Yâ Rabb’î, Yâ Rabb’î diye yalvardığı halde, yediği haram, içtiği haram, giydiği haram ve her türlü gıdası haramdır. Böyle bir adamın duâsı nasıl kabul edilir?” (Müslim)
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, kişi kazandığı malın helâlden mi haramdan mı olduğuna aldırış etmeyecektir.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 962)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz yanlışlıkla zekât develerinin sütünü içtiği zaman, parmağını ağzına sokarak istifrâ etmiştir. “Biz harama düşeriz korkusuyla helâlin onda dokuzunu terkederdik.” sözü ne kadar düşündürücüdür.
Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz de, kölesinin haram kazancından olan sütü içince, boğazına parmak salarak istifrâ etmeye başlamış, neredeyse ölecek hale gelmişti. Daha sonra “Allah’ım! Midemde kalıp damarlarıma karışan kısmından sana sığınırım.” diye duâ etti.
İslâmiyet gizli veya açık harama giden bütün yolları kapatmıştır. Harama götüren, harama yardım eden her şey haramdır.
Mutlak helâl ile haram olmasında hiç şüphe olmayan şeylerin yanında bir de şüpheli saha vardır. İslâm, bu gibi şüpheli şeylere düşmekten sakınmayı takvâ kabul etmiştir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyuruyorlar ki:
“Helâl apaçık belli, haram da apaçık bellidir. Bu ikisinin arasında şüpheli noktalar vardır. İnsanların çoğu bunu bilmezler. Şüpheli şeylerden kaçınanlar, dinini ve namusunu korumuş olurlar. Şüpheli şeylere düşenler, yasak bir koruluğun etrafında hayvan otlatan ve her an için koruluğa düşmek ihtimâli olan bir çoban gibidir. Dikkat ederseniz her hükümdarın bir koruluğu vardır. Allah’ın koruluğu ise haramlardır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 48)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz “Siz asıl ibâdetten gaflet ediyorsunuz. O ise şüpheli şeylerden sakınmaktır.” buyurmuştur.
Allah-u Teâlâ insanların mallarını korumaları, haklarını meşru yollardan elde etmeleri için tartı ve ölçü tanzim edilmesini, hile yapılmamasını emir buyurmuştur.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Tartıyı O koymuştur. Sakın tartıda haksızlık etmeyin. Tartıyı doğru yapın, terazide eksiklik yapmayın.” (Rahman: 7-8-9)
“Ölçüyü ve tartıyı doğru yapın.” (En’âm: 152)
“Bir şeyi ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun, doğru terazi ile tartın. Bu daha iyidir, sonu da daha güzeldir.” (İsrâ: 35)
Alırken fazla almak, satarken ölçü ve tartıda eksik ölçüp tartmak haram kazanç yollarındandır ve bir nevi hırsızlıktır.
Allah-u Teâlâ ölçü ve tartıda hile yapanların ahirette şiddetli azab göreceklerini beyan buyurmaktadır:
“Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar insanlardan bir şey ölçüp aldıkları zaman ölçüyü tam yaparlar. Kendileri onlara bir şey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik yaparlar.
Onlar büyük bir günde tekrar diriltileceklerini sanmıyorlar mı?” (Mutaffifin: 1-5)
Satılan malın gizli ve açık bütün hata ve kusurlarını söyleyip hiçbirini gizlememelidir. Malın kusurunu müşteriden gizlemek, hile yapmak haramdır. Bu yolla elde edilen kazanç da haramdır.
Bir kimse kendisine yapıldığı zaman sevmediği bir muameleyi başkalarına da yapmamalıdır.
“Alıcı ile satıcı bulundukları yerden ayrılıncaya kadar (alış-verişlerinden) muhayyerdirler.
Her iki taraf doğru söyler, malın ayıbını, kusurunu bildirirse alış-verişleri bereketli olur. Malın ayıbını saklarlar ve yalan karıştırırlarsa bereketi kalkar.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 970)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün pazarı dolaşırken buğday satan birisinin yanına geldi. Hoşuna giden bu buğdayı eliyle yoklayınca altının yaş olduğunu gördü. “Bu nedir?” diye sordu.
“Yâ Resulellah! Yağmur altında kaldı da ıslandı.” diye cevap verince buyurdu ki:
“Niçin ıslak kısmını üste çıkartmadın? Herkes görür de ona göre alırdı. Bizi aldatan bizden değildir.” (Müslim)
Bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Ümmetime hile ve hud’a eden kimseye Cenâb-ı Hakk lânet etsin.” (Müslim)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- buyururlar ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şehirde bulunanların köylü mallarına simsarlık edip satmalarını (pahalılık yapacağı için) yasak etmiştir. Bir de pazarlık yapılırken dışarıdan birinin alıcı olmadığı halde müşteri kızıştırmasını yasak etmiştir. İki müslüman pazarlık yaparken başka bir müslümanın araya girmesini de yasaklamıştır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 94)
Alış-verişte fazla yemin etmek mekruhtur. Bir zaruret olmadığı halde Allah’ın ismini âlet ederek mal satıp menfaat teminine çalışmak uygun değildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tüccarı çok yemin etmekten men etmiştir.
Hadis-i şerif’lerinde:
“Sizler alış-verişte çok yemin etmekten sakının. Çünkü yemin etmek mala revaç sağlarsa da sonra onu mahveder.” buyuruyorlar. (Müslim)
Bu doğru yemindir. Yalan yemin ise zaten haramdır.
Binaenaleyh muamelâtında doğruluğu olmayan kimse, hiçbir zaman işini ileriye götüremez.
Sadaka malı eksiltmediği gibi, aldatmak da malı çoğaltmaz. Azar azar biriktirilen şeyler hiç umulmayan bir anda birden elden çıkar. Geriye günahları kalır.
Malın iyisini almak da emr-i Nebevî’dir:
“Ayakkabı satın alacağın zaman iyisini al, elbise satın alacağın zaman da iyisini al.” (Taberâni)
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zaman-ı saâdetlerinde bir ara Medine-i münevvere’de büyük ölçüde fiyat artışları olmuştu. Narh koyarak fiyatları sınırlandırması için müracaatta bulunanlara “Fiyatı ayarlayan, bolluk darlık ve rızık veren Allah’tır. Ben sizden birinizin can ve mal hususunda bir haksızlığa uğramanızdan dolayı benden davâcı olduğu halde Allah-u Teâlâ’nın huzuruna çıkmak istemem.” buyurmuşlardır. (Tirmizî)
•
Bir alış-veriş muamelesinde; alınacak malın tanınması ve bilinmesi, ödenecek para veya malın cinsinin ve miktarının bilinmesi şarttır.
•
Bir mal para karşılığında satıldığı zaman, önce müşterinin parayı vermesi ve ondan sonra malı teslim alması lâzım gelir.
Alış-veriş kesinleşince, tek taraflı cayma ve muhayyerlik yoktur.
Bir kimse satın aldığı taşınan malı, teslim almadıkça, onu satması câiz değildir.
Alıcının satıcıya fazla bedel vermesi câiz olduğu gibi, satıcının da alıcıya fazla mal vermesi veya fiyatı düşürmesi câizdir.
•
Cuma namazının kılınma vaktinde mükellef olanların her türlü çalışmaları ve işçi çalıştırmaları yasaklanmıştır.
Cum’a sûre-i şerif’inde Cuma namazı farz kılınmış ve onunla ilgili bazı hükümler açıklanmıştır.
“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allah’ı zikretmeye koşun.” (Cum’a: 9)
Bu Âyet-i kerime’de Cuma ezanının okunmasıyla alış-verişin bırakılıp namaza gidilmesi emredilmektedir. Bu namaz Cuma namazıdır. Bu güne Cuma denilmesinin sebebi, müslümanların o gün Cuma namazı için toplanmalarındandır. Cuma namazı farz-ı ayındır. Cuma günü ise müslümanların bayramıdır.
“Alış-verişi (işi-gücü) bırakın.” (Cum’a: 9)
Âyet-i kerime’deki yasaklama sadece alış-verişle sınırlı olmayıp, bütün meşguliyetleri bırakmayı içine alır. Hatta kişinin eşi ile mubah olan muamelesi bile o saatte haramdır.
Bu emir Cuma namazının farz olduğuna kesin bir delildir. Zaruret olmadıkça Cuma namazına gitmemek haramdır ve çok büyük bir günahtır.
Başkasının malını haksız olarak yemenin haram yollarından birisi de rüşvettir. Hangi şekilde ve hangi isim altında bulunursa bulunsun dinimiz rüşveti yasaklamıştır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:
“Aranızda birbirinizin mallarını haksız sebeplerle yemeyin, bildiğiniz halde günaha girerek insanların mallarından bir kısmını yemek için onu hâkimlere (rüşvet yollu) aktarmayın.” buyuruyor. (Bakara: 188)
Allah’ın gadabını gerektirecek kadar kötü olan rüşveti alan da veren de, hatta vasıta olan da günahta eşittir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Amirlerin aldığı hediye haram, kadıların rüşvet kabûlü ise küfre yakın bir günahtır.” (Camiüssağir)
“Hükm-i şer’îyi infâz için hâkimin aldığı rüşvet kendisiyle cennet arasında, bir korkulu perde olur.” (Münâvî)
“Rüşveti veren ve alan her ikisi de cehennem ateşindedir.” (Tirmizî)
“Rüşvet alana, verene ve vasıta olana Allah lânet etsin.” (Hâkim)
Rüşvete hediye isminin verilmesi, onu haramdan helâle çevirmez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ezd Kabilesi’nden bir zâtı zekât toplamak üzere göndermişti. Bu zâtın vazife dönüşü “Şunlar zekât malı, şunlar da bana verilen hediyelerdir.” demesi üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz minbere çıkarak Allah’a hamd-ü senâdan sonra şöyle buyurdu:
“Gönderdiğim memura ne oluyor ki, bu sizin bu da bana verilen hediyedir diyor. Babasının ya da annesinin evinde otursaydı, ona hediye verilir miydi?
Hayatım yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizden biriniz haksız yere bir şey alırsa; o aldığı deve, sığır veya koyun, omuzuna yükletilmiş olarak Allah’ın huzuruna çıkacaktır.”
Sonra Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz koltuk altları görünecek şekilde ellerini kaldırıp üç defa “Yâ Rabb, emrini tebliğ ettim mi?” buyurdu. (Buhârî)
Bir müslümanın dünya ticareti kendisine ahiret ticaretini unutturmamalı, dünya işleri ahiret işlerine mânî olmamalıdır.
Şurası unutulmamalıdır ki, ahiret kazancı ve ahiret zenginliği dünyadan çok daha hayırlıdır. Dünya kazançlarının faydaları ömürle sona erer. Dünyada kazanıp ahirette iflâs etmek akıl kârı değildir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Öyle erler vardır ki, onları ne bir ticaret ne de bir alış-veriş zikrullahtan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymaz.
Onlar gönüllerin ve gözlerin hâlden hâle döneceği günden korkarlar.” (Nûr: 37)
“İnsanlardan öyleleri var ki ‘Ey Rabb’imiz! Bize dünyada ver!’ derler. Böyle isteyenlerin ahiretten hiç nasibi yoktur.
Onlardan bir kısmı da ‘Ey Rabb’imiz! Bize dünyada iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellik ver, bizi cehennem azabından koru’ derler. İşte onlara kazançlarından ötürü karşılık vardır.” (Bakara: 200-201-202)
“De ki: Allah’ın nezdinde bulunan, eğlenceden de ticaretten de hayırlıdır.” (Cum’a: 11)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dünyada kalacağın kadar dünyana çalış. Ahirette kalacağın kadar âhiretine çalış. Allah’a muhtaç olduğun kadar Allah için amel işle. Cehennem azabını tahammülün nisbetinde de orası için çalış.”
Ahiretsiz bir dünya hayatı yaşamak isteyenlerin kalplerinde yalnız dünya muhabbeti olduğu için huzursuzdurlar. Çok da kazansalar, zengin de olsalar darlıktan huzursuzluktan kurtulamazlar. Gönül dar olursa koca dünya insana dar gelir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun hakkı da dar bir geçimdir.” (Tâhâ: 124)
Kur’an-ı kerim ticârî ilişkilerde rızâyı esas almak ve bunun bulunmadığı muameleleri gayr-i meşru saymak suretiyle câhiliye devrinin bu alış-veriş türlerini reddetmiştir. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de tatbikatlarında bu hususu daha da açıklığa kavuşturmuş ve neticede kıyamete kadar devam edecek hükümler ortaya konmuştur.
Kur’an-ı kerim dünyevî kazançları tek hedef kabul edenleri uyarmış, onlara gerçek kazancı göstermek için bir çok Âyet-i kerime’lerde alış-veriş konusuna temas edilmiştir.
Bir Âyet-i kerime’de:
“Allah alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır.” buyuruyor. (Bakara: 275)
Diğer taraftan âhiret hayatında alış-verişin bahis mevzuu olmayacağı bildirilmektedir.
“Ey inananlar! Ne alış-verişin ne de dostluğun ve ne de iltimasın olmadığı günün gelmesinden önce, size verdiğimiz rızıklardan (Allah için) sarfedin.
İnkâr edenler ancak zâlimlerdir.” (Bakara: 254)
Allah-u Teâlâ geçici olarak insanın tasarrufuna bıraktığı az miktardaki malı, o korkunç gün gelmeden önce, O’nun rızâ-i Bârî’si için infâk edilmesini istemektedir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Resul’üm! İnanan kullarıma söyle! Namazı kılsınlar, alış-veriş ve dostluğun olmayacağı gün gelmezden önce kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infak etsinler.” (İbrahim: 31)
O gün herkes kendi derdini düşünür.
•
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Anlaşma yaptığınız zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin ve Allah’ı üzerinize şahit tuttuğunuz halde yeminleri sağlamlaştırdıktan sonra bozmayın. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı bilir.” (Nahl: 91)
Yemin ve anlaşmaların bozulması ve benzeri davranışlardan dolayı Allah sizi cezalandırır.
“İpliği sağlamca büktükten sonra çözüp bozan kadın gibi olmayın.
Bir topluluk diğer bir topluluktan sayıca daha çok olmasına bakarak, yeminlerinizi aranızda bozucu bir vasıta yapmayın. Allah bununla sizi imtihan etmektedir. Hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri kıyamet gününde mutlaka size açıklayacaktır.” (Nahl: 92)
Burada akit ve yeminleri bozan kimsenin durumu, ipliğini yününü güzelce büktükten sonra bozan akılsız bir kadının durumuna benzetilerek kötülenmiştir.
Diğer taraftan da Allah-u Teâlâ’ya ve kullarına vermiş oldukları akit ve sözleşmelere uyarak onları bozmaktan sakınanlar, şahitliklerini adâletle yapanlar Kur’an-ı kerim’de övülmüşlerdir.
“Onlar ki emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler.” (Meâric: 32)
“Onlar ki şahitliklerini yerine getirirler.” (Meâric: 33)
•
Müslümanlar alış-verişin meşru olduğu üzerinde İcmâ etmişlerdir.
Alış-verişlerde asıl olan mubahlıktır. Kur’an-ı kerim’de ve Sünnet-i seniyye’de açıkça yasak bulunmayan konularda alış-veriş serbesttir. Yeter ki karşılıklı rızâ olsun ve akit şartlarına uygun olarak yapılsın.
Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil eden unsura “Rükün” denilmektedir. Alış-veriş akdinin rüknü, karşılıklı mübadeleye delâlet eden “İcâp” ve “Kabul” dür, veya onların yerini tutan karşılıklı olarak alıp vermektir.
“İcâp” ve “Kabul” akdin rüknü olduğu gibi, “Birbirine uygunluğu” ve “Aynı mecliste olması” da akdin in’ikad (meydana gelme) şartlarındandır.
Gerçekte satım akdinin esası karşılıklı rızâ olmakla birlikte kişinin iç dünyası ile ilgili bir husus olduğundan, zahirî bir ölçü olarak bu rızâyı bildiren irâde beyanı esas alınmıştır. Yani rızâ ile yapıldığını göstermek için icâp ve kabulün mevcudiyeti, sıhhati için de tarafların ehliyeti yanında bir de rızâyı bozan sebeblerin bulunmaması aranır.
“İcâp” ve “Kabul”, ancak açık ve net olduğu ve aksi ispatlanmadığı sürece iç iradeyi yansıtır.
İlk teklif “İcâp”, buna cevap niteliğindeki ikinci söz ise “Kabul” sayılır. Alım-satım akdi icâp ve kabul ile bağlayıcı olur ve taraflar bedellerini vermeyi üstlenmiş olurlar.
Taraflar bir araya gelip de alım-satımla meşgul olmaya başlayınca “Akit meclisi” teşekkül etmiş olur. Mektupla, faksla veya bir aracı ile yapılacak alış-verişlerde, muhatabın mektubu okunduğu veya aracının icâp haberini karşı tarafa ulaştırdığı zaman da meclis teşekkül etmiş sayılır. Söz veya davranışlarla kabul veya red irâdesi belli oluncaya kadar akit meclisi devam eder.
İcâptan sonra karşı tarafın akdi kabul veya red serbestliği vardır. Teklifi kabul ederse akit tamamlanmış, red ederse icâp hükümsüz olmuş bulunur. İcâptan sonra karşı tarafın işte bu kabul veya red yetkisine “Kabul muhayyerliği” adı verilir. İcâp’tan sonra Kabul’e kadar iki taraf da dönme ve kabul etmeme hakkına sahiptirler.
Henüz meydana gelmemiş olan bir şeyin satış akdi geçerli değildir. Hayvanın henüz doğmamış olan yavrusunu satmak, ortaya çıkmadan önce meyve ve ekini satmak gibi. Bunlar satış sırasında mevcut olmadığı veya meydana gelmeme riski bulunduğu için yapılacak satım akdi geçerli değildir.
Alış-verişin gayesi satıcının paraya, alıcının ise mala sahip olması ve bunların karşılıklı olarak teslim edilmesidir. Satıcı sattığı malı teslim etmezse satıştan beklenen fayda gerçekleşmez. Bunun içindir ki bir kimse teslimine güç yetiremeyeceği bir malı satsa, bu mal onun mülkiyeti altında bulunsa bile bâtıl olur.
Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh- in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- doğuruncaya kadar büyük baş ve küçük baş hayvanların karınlarındaki ceninin, sağılıp ölçülünceye kadar bunların memelerindeki sütün, kaçmış iken kölenin, taksim edilinceye kadar ganimet hissesinin, teslim alınıncaya kadar sadakanın ve dalgıcın çıkaracağı avın satın alınmasını yasaklamıştır.” (İbn-i Mâce: 2196)
Zimmet borcu olan şeylerin satışı:
Borcun, alacaklı tarafından vâdeli olarak borçluya satışı Resul-i Ekrem-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından yasaklanmıştır.
Meselâ bir kimse bir ay sonra teslim almak üzere bir ton buğdayı, parasını da bir ay sonra vermek üzere satın alsa, iki zimmet borcu vâdeli olarak mübadele edilmiş olur. Burada bedellerin ikisi de vâdeli olduğu için satım akdinden çok bir satış vâdinden söz edilebilir. Tarafların verdikleri sözde durarak satışı tahakkuk ettirebilecekleri gibi, satış bağlayıcı olmadığı için uygulanmaması da mümkündür.
Böyle satışlar bâtıldır.
Garar; tehlike, risk, kişinin bilmeden canını veya malını tehlikeye sokması mânâlarına gelir.
İslâm’da, şümulünde garar bulunan satış yasaklanmıştır. Garar yasağının temelinde haksız kazancın önlenmesi fikri bulunmaktadır.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- nın şöyle dediği rivayet olunmuştur:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- garar satışını yasaklamıştır.” (İbn-i Mâce: 2195)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde sudaki balığın satın alınmamasını, bunun garar olduğunu beyan buyurarak gararın açıklamasını yapmıştır. (Ahmed bin Hanbel)
Çünkü hiç balık tutulmadığı takdirde kişinin balıkçıya verdiği para karşılıksız kalacaktır.
Bütün bu satışlar haram ve bâtıldır.
Yenilmesi veya içilmesi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle kendi özündeki bir zarardan dolayı yasaklanmış bulunan şeylere necis denir.
Hayvan ölüsü, kan, domuz ve içki gibi faydalanılması câiz olmayan şeyleri satmak yahut bunlarla bir şeyi satın almak suretiyle yapılan alış-veriş bâtıldır. Çünkü alış-verişin şartı; satılan mal ile onun bedelinin şer’an haram olmamasıdır.
Allah-u Teâlâ insanlara neyi haram kıldığını kendilerine açıklamasını Peygamber’ine emrederek şöyle buyurmuştur:
“Resul’üm! De ki: Bana vahyolunanlar arasında, yiyen kişiye haram olduklarını bulduklarım yalnız şunlardır: Leş, akıtılmış kan, necis olan domuz eti ve Allah’tan başkasının adına kesildiğinden dolayı fısk olanlar.” (En’âm: 145)
Allah’tan başkasının adı anılarak kesilen bir hayvan ölü mesâbesindedir ve fısk olduğu için Allah-u Teâlâ bunları haram kılmıştır. Buna fısk denilmesinin sebebi, fâsıklığın şümulü içine girmesindendir.
Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın âyetlerine inanan müminler iseniz, üzerlerine Allah’ın ismi anılmış (besmele ile kesilmiş) hayvanlardan yiyin.” (En’âm: 118)
Allah’tan başka birinin adı anılarak kesilen veya kesilmeden ölen hayvanlardan sakın yemeyin. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın âyetlerine iman etmek, Allah’ın helâl kıldığını helâl görmeyi ve yasakladığı şeylerden sakınmayı gerektirir.
“Size ne oluyor da üzerine Allah’ın adı zikredilenlerden yemiyorsunuz?
Halbuki o size mecbur kalmanın dışında, haram olan şeyleri geniş olarak açıklamıştır.” (En’âm: 119)
Haram ile helâli birbirinden ayırmıştır.
“Kesilirken Allah’ın adı anılmayan hayvanlardan yemeyin. Çünkü onu yemek muhakkak ki bir fısktır, Allah’ın yolundan çıkmaktır.” (En’âm: 121)
Helâl lokma yiyebilmek için bugün müslümanların üzerinde durması gereken önemli hükümlerden birisi de, hayvan kesiminde besmele çekilmesi hususudur. Çünkü besmele çekilmeden kesilen hayvan murdardır ve etinin yenmesi haramdır. Ecnebi devletlerden gelen ithal etlerin durumu da böyledir, asla yenmez.
Hayatî bir tehlike ile karşı karşıya gelen kimseye, bu tehlikeyi atlatabilmek için zaruret miktarını geçmemek üzere, mahzurlu olan şeylere başvurma hakkı tanınmıştır.
Allah-u Teâlâ En’âm sûre-i şerif’inin 145. Âyet-i kerime’sinin devamında şöyle buyurmaktadır:
“Fakat kim mecbur kalırsa başkasına saldırmadan zaruret miktarını aşmamak üzere yemesinde bir günah yoktur.
Muhakkak ki Allah çok bağışlayandır, merhamet edendir.” (En’âm: 145)
Zaruret ile karşı karşıya kalanı sorumlu tutmaz. Bu O’nun merhametinin tecellilerindendir.
Bir insan son derece aç kalıp da helâl bir yiyecek bulamadığı takdirde haram olan bir şeyden yalnız hayatını kurtaracak bir miktar yemesi mubah olur. Böyle mecbur kalmış bir kişi için, bunlardan hangisini bulursa, ölmeyecek kadar yemeye ruhsat vardır.
Şu kadar var ki lüzumlu olandan bir lokma bile fazla kullanmamalıdır. Böyle bir durumda haram olan şeyden bir-iki lokma veya bir damla hayatı kurtarmaya yetecekse, bundan fazlası kesinlikle alınmamalıdır. Görüldüğü gibi bu zaruret dahi sınırlandırılmıştır, insanların arzusuna bırakılmamıştır.
Bir alış-verişte satış bedelinin tamamının verilmediği durumlarda, alıcı veya satıcının caymasını önlemek gayesiyle önden verilen bir miktar paraya “Kapora” veya “Pey” denir.
Kaporalı satış; bir malı satın alan kimsenin, satıcıya bedelden bir kısmını, satış gerçekleşirse önden verilen meblağın satış bedelinden düşülmesi, gerçekleşmezse bağış sayılması şartıyla vermesidir.
Satış gerçekleşmediği takdirde önden verilen kaporanın yanması üzere yapılan alış-veriş akdi geçerli değildir.
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- kaporalı satışı yasaklamıştır.” (İbn-i Mâce: 2192)
Böyle bir satışta aldanma vardır. O meblağ karşılıksız olarak satıcı tarafından alınan haksız bir kazançtır.
Bunun helâl olması için böyle bir akit gerçekleşince, kaporanın satış bedeline mahsup edilmesi, alıcı sözleşmeden vazgeçerse kaporanın geri verilmesi gerekir.
Satılan mal veya satış bedelinde tarafları anlaşmazlığa götürecek ölçüde bir bilinmezlik bulunursa böyle bir satım akdi fâsit olur. Ancak satıcı ve alıcının sonradan yapacakları karşılıklı anlaşma ile anlaşmazlığı gidermeleri mümkündür.
Meselâ birbirinden farklı üç şeyden birisini satmak, üç çeşit paradan birisi ile vâde tarihini belirlemeden veresiye satış yapma durumlarında; alıcı kendi yararına en uygun olanı seçmek, satıcı da kendi menfaatlerine en uygun olan şıkkı uygulamak ister ve aralarında anlaşmazlık çıkar. Bu da satıştan beklenen faydanın gerçekleşmesine engel olur. Böyle bir satışı her iki tarafın da bozması gerekir.
Satılan şeyin cins, tür veya miktar olarak bilinmemesi satım akdini fâsit kılar. Meselâ satıcı cins belirlemeden bir çuval unu borçlansa, piyasada fiyatları farklı unlar bulunduğu için satıcı bu belirsizlikten faydalanarak en ucuzunu vermek, alıcı da en iyisini almak ister ve aralarında anlaşmazlık çıkar.
Satış bedelinin cins ve miktarı belirlenmeden yapılacak alım satım akdi de fâsittir. Meselâ bir ineği sürüden on koyun karşılığında satmak böyledir. Burada ineği satan kimse sürüden iyi on koyunu almak, diğeri ise değeri düşük koyunlarla karışık veya tamamı değeri düşük olan koyunlardan vermek ister. Böyle bir satışta satış bedelinde bilinmezlik bahis mevzuu olur. Bir hayvanı veya kullanılmış bir otomobili “Değeri üzerinde satmak” fâsittir. Çünkü kıymeti biçen kişiler farklı değer koyabilecekleri için satış bedeli meçhul kalır.
•
Veresiye satışlarında satış bedelinin ne zaman ödeneceği, para peşin mal veresiye bir satış türü olan Selem’de malın ne zaman teslim edileceği, şart muhayyerliği bulunan satışta muhayyerliğin ne kadar süre içinde kullanılacağı belirlenmemişse bütün bu satım akitleri fâsit olur. Çünkü bu gibi bilinmezlikler satıcı ve alıcı arasında menfaat çatışmasına yol açar. Satıcının bir an önce satış bedelini almasında, alıcının ise bunu geciktirmesinde yarar vardır.
Tarih olarak kesin bilinmeyen belirsiz bir zamana kadar satış da fâsit olur. Meselâ hasat zamanını, karın yağışını, bağ bozumu zamanını vâde tarihi olarak belirlemek böyledir. Ancak iki taraf belirsiz bulunan süreler gelmezden önce bir araya gelerek süreyi düşürseler veya vâdeyi belirli hale getirseler satım akdi geçerli olur.
Veresiye satış yapıp da vâde tarihinin hiç konuşulmaması halinde prensip olarak bir ay esas alınır.
•
Alış-veriş akdinde teminâtların belirli olması gerekir. Veresiye satışta satıcı satış bedelini garantiye almak için kefil veya rehin istemişse, bunların kişi ve mal olarak belirlenmesi gerekir. Borçlu bunu sağlayamazsa aralarında anlaşmazlık çıkar. Bunun içindir ki konunun satış sırasında çözümlenmesi gerekir. Eğer satış sırasında bu kefil ve rehin, kişi ve mal olarak belirlenmemişse akit fâsit olur.
Netice olarak; satıştaki bilinmezlik, tarafları anlaşmazlığa götürecek ölçüde çok olursa akit fâsit olur. Ancak iki taraf kendi aralarında anlaşarak bu bilinmezlikleri gidererek satışı geçerli hale getirebilirler. Sonradan vâde tarihini belirleme gibi.
Bir alım-satım akdi, meydana gelmesi mümkün olan başka bir şeyin varlığına bağlanırsa veya gelecek bir zamana izâfe edilirse böyle bir satış fâsittir.
Meselâ satıcı “Filan kişi bana evini satarsa ben sana evimi satıyorum.” dese, bununla satım akdi, satış dışında bir şarta bağlanmış olur. Şartın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belirsiz olduğu için akit askıda kalır. Buradaki şart gelecek zamanda olabilecek bir şarttır. Ancak şart gerçekleşmediği veya geciktiği takdirde alıcı için zarar ve belirsizlik doğmaktadır.
Satıcı veya alıcıdan yalnız birisine tek yanlı üstün bir yarar sağlamaya yönelik olan şarta “Fâsit şart” denir.
Böyle bir şartın İslâm tarafından konulmamış olması, akde uygun düşen nitelikte olmaması da gereklidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde bir satış içinde iki satış yapmayı yasaklamıştır. (Tirmizi)
İki satışı veya iki şartı kapsayan satım akdi fâsittir. Çünkü böyle bir muamelede satış bedeli belirsiz olduğu gibi, ayrıca taraflardan birisine karşılıksız üstün fayda sağlama bahis mevzuudur. Peşin veya vâdeli fiyattan birisi tercih edilmeden satış meclisi dağılmış olursa, gerçek satış bedeli belirsiz sayılır. Burada müşteri malı teslim alırsa, konuşulan fiyatı değil, malın değerini ödemekle yükümlü bulunur. Çünkü fâsit satış rayiç bedeli üzerinden gerçekleşmiş sayılır. Bu da peşin fiyatına yakın bir bedel olur.
Ancak alıcı bu iki fiyattan birisini tercih ederse satım akdi meydana gelir.
Satış sırasında hazır olmayan veya kapalı kutularda bulunan şeyin vasıflarını belirterek satışı câizdir. Böyle bir durumda alıcı malı görünce seçimlik hakkına sahiptir. Dilerse satışı geçerli kılar, dilerse reddeder.
Bir malı görmeden satın alan kimse için görünce kabul etmeme hakkı bulunduğu için, bu hususta bilinmezlik onun aldanmasına veya taraflar arasında bir anlaşmazlığa yol açmaz.
Âmânın alış-verişi, kira, rehin ve hibe akdi geçerli olur. Onun görme yerine malı tanımasına yardımcı olan dokunma, tatma ve koklama muhayyerlik hakkı, satın aldığı şeye dokunmak, onu koklamak veya tadına bakmakla düşer.
İçki, murdar ölmüş hayvan eti veya domuz eti gibi İslâm’a göre değeri olmayan şeylerin satışı geçerli değildir. Bu gibi şeyler bir satım akdinde satış bedeli olarak belirlense, böyle bir satış fâsit olur.
Üzüm üretimi ve satışı meşrudur. Bir kimsenin normal olarak toptancılara, hallere teslim ettiği üzümleri şarap üreticileri alıp şarap yapıyorlarsa bundan dolayı üreticinin bir sorumluluğu bulunmaz.
Ancak doğrudan şarap üretiminde kullanılan şıralık üzüm üretir ve bunu doğrudan şarap fabrikasına satarsa, şarabın üretimini ve yayılmasını desteklemiş olur. İslâm içki içimini yasakladığı gibi ticaretini de yasaklamıştır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Allah içkinin kendisini, içeni, sunanını, satıcısını, satın alıcısını, imal edenini, imal ettirenini, taşıyanını, taşıttıranını lânetlemiştir.” (Tirmizî)
Üzüm müstahsili üzümünü içki fabrikasına satarsa, o da aynı günaha ve lânete müstehak olur.
Taraflar belirli bir mal ve peşin bir fiyat üzerinde anlaşmışlarsa, önce satış bedelinin teslim edilmesi, bundan sonra da malın alıcıya teslimi gerekir. Malın malla tırampasında veya iki farklı cinsten paranın birbiriyle mübadelesinde ise bedellerin birlikte teslimi gereklidir.
İşte alış-veriş yapılıp mal ayrıldıktan ve bedeli olan para da belirlendikten sonra, ayrılan malın ve satış bedelinin teslimi geri bırakılırsa, böyle bir satım akdi fâsit olur. Çünkü prensip olarak teslimin satış sırasında yapılması gerekir. Satış, bedelli bir akittir. Yani temlike (malını başkasına vermeye) karşılık temlik ve teslime karşılık teslim muamelesidir. Vâde ise derhal teslime engel olur ve akdin gereğini değiştirmiş bulunur. Bu yüzden akdin fâsit olmasına sebep olur.
Satıcının ve alıcının, câiz olmayan bir amaca ulaşmak için câiz olan bir şeyi yapmasıdır. Bir kimsenin kredi sağlamak amacıyla, vâdeli olarak yüksek fiyatla aldığı bir malı aynı kişiye peşin parayla daha ucuz fiyatla satmasıdır. Meselâ bir kişi bir başkasına vâdeli bir satış bedeli karşılığında bir mal satsa, sonra aynı malı ondan düşük bir fiyatla peşin paraya satın alsa, bu durumda iki satış akdi gerçekleşmiş olur. Bunu alıcı bakımından düşünürsek vâde ile aldığı malı peşin satınca finansman sağlamış bulunur. Böylece iki bedel arasındaki fark, malı şeklen satan kimsenin aldığı bir fâiz olur.
Bu satışa ıyne satışı denilmesinin sebebi, belli bir süreye kadar vâdeli bir mal satın alan, onun bedelini peşin ve nakit almasından dolayıdır.
Iyne satışı ile ilgili olarak Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Iyne usulüyle alış-verişte bulunur, sığırların peşine düşer, ziraate râzı olur ve cihadı da terkederseniz, Allah size öyle bir zillet verir ki, dininize tekrar geri dönmedikçe o zilleti kaldırmaz.” (Ebu Dâvud: 3462)
Hadis-i şerif esas itibariyle insanların ticaret ve ziraate kendilerini vererek cihadı ihmal etmelerini yasaklamaktadır.
Bir bütünü meydana getiren parçalar, ondan ayrılıp müstakil hale gelmedikçe satılmaz. Parçalara ayrılması bütüne zarar verecek olan şeyden bir parçayı satmak fâsittir. Bir kat elbise veya paltoluk için ayrılmış kumaştan bir metresini satmak gibi. Çünkü bunun teslim edilebilmesi bağlı olduğu bütüne zarar verecektir. Bu bir metreyi verdiği takdirde toptan artan kumaşın bir kat elbiseye yetmeyeceğini kişi anlarsa satışı feshedebilir. Ancak kendisine zarar verebileceğini bildiği halde kumaşı teslim ederse satış sahih hale gelir.
Aynı prensip, takım olarak satışı yapılan mobilya, takım kitaplar, mutfak eşyası ve benzerleri için de kullanılır.
Henüz meydana gelmemiş olan meyvelerin dalında satışı câiz değildir. Çünkü bu mevcut olmayan bir şeyin satışı veya belli bir ağacın bir kaç yıllık meyvesinin peşin para ile satışı mânâsına gelir. Bunların her ikisi de Hadis-i şerif ile yasaklanmıştır.
Bu satışın yasaklanma sebebi, satışa konu olan şeyin akit sırasında mevcut olmaması ve daha sonra da meydana gelmeme ihtimalinin bulunmasıdır.
Olgunlaşmamış ekin ve meyvelerin olgunlaşıncaya kadar bekletilmesi şartıyla yapılacak satış fâsit olur. Çünkü böyle bir şart akdin gerektirdiği bir şart niteliğindedir. Olgunlaşmış ekin veya meyvelerin hasat edilmeden başağında veya dalında satılması câizdir.
Fâsit alış-veriş, malı teslim alma halinde hüküm ifade eder. Yani alıcı, satıcının izni ile malı alacağı zaman, ona sahip olur. Bunun için fâsit bir alış-verişte satın alınan bir mal müşteri elinde telef olsa, onu tazmin etmesi lâzım gelir. Malı ele geçirdiği zamanki kıymetini veya mislini alıcının satıcıya vermesi gerekir.
Fâsit bir alış-veriş muâmelesinde bulunan alıcı ile satıcıdan her biri alış-verişi bozma hakkına sahiptir. Böylece alış-verişteki bozukluk kalkmış olur.
Fâsit alış-veriş yaptıktan sonra satıcı, alıcının parasını geri vermedikçe sattığı malı geri alma hakkını kazanamaz.
Bir kimse mülkiyetinde olmayan, insanların müşterek faydalandığı otlağı satamaz ve onu kiraya veremez.
Alıcı olmadığı halde, başkasını teşvik için malın kıymetini çoğaltmak mekruhtur.
Bir fiyat üzerine anlaşan iki kimsenin alış-verişi üzerine fark verip artırmak suretiyle talip olmak yine mekruhtur. Fakat iki kişi arasında anlaşma olmadan önce, bir malı artırmaya koymak suretiyle satmak câizdir.
Satılmak için şehre mal getirmekte olan kafileleri karşılayıp şehir halkına zarar verecek şekilde mallarını önceden satın alarak şehirde fahiş fiyatla satmak mekruhtur.
Kıtlık zamanında, paraya tamah ederek, bir memleketteki ticaret malını dışarıya satmak da mekruhtur.
Daha çok kazanabilmek için fiyatların artmasını bekleyerek halkın ihtiyaç duyduğu malları satmayıp stok etmeye karaborsacılık denilmektedir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadırlar:
“Bir kimse müslümanların zararına yiyecek maddelerini depolar ve piyasaya sürmezse Allah o kimseye cüzzam hastalığını verir ve onu iflâs ettirir.” (İbn-i Mâce: 2155)
Karaborsacılık haramların en büyüklerindendir ve umuma şamil bir zulümdür.
Depolanan malın satın alınmış bir gıda maddesi olması, piyasada darlık bulunması ve bir ay gibi yeterli bir süre geçmesi karaborsacılığın şartlarındandır.
Karaborsacı ihtiyacı dışındaki malı satmaktan kaçınırsa bu takdirde devlet onun malını râyiç bedelle alır ve ihtiyaçlılara dağıtır, parası kendisine verilir.
Bir kimse kendi ürettiği mahsulü depolayıp bekletebilir. Bolluk zamanında alıp saklayabilir ve kıtlık zamanında kendi ihtiyacı için satın alabilir. Bu durum karaborsacılık değildir.
Kâr miktarı açıklanacak veya kârsız yapıldığı bildirilerek yapılan satışlar güvene dayalı satışlardır. Çünkü alıcı, satıcının alış fiyatı veya mâliyet hususunda verdiği bilgilere bir belge veya yemin istemeksizin güvenmiştir. Bunun içindir ki onun bu güveninin kötüye kullanılmaması ve etki altında bırakılarak aldatılmaması gerekir.
Yalan, hile ve aldatma çok kötü huylardır ve Allah-u Teâlâ bu gibi huyları şiddetle yasaklamıştır.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Allah’a ve peygambere hainlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken emânetlerinize de hainlik etmeyin.” (Enfâl: 27)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Bizi aldatan bizden değildir.” buyurmuşlardır. (Müslim: 101)
Satılacak olan malda sonradan bir kusur meydana gelebilir. Eğer bu kusur bir âfet sonucu veya alıcı tarafından ya da canlı hayvanın kendi fiili ile meydana gelmişse, böyle bir mal kusuru açıklanmaksızın satış bedelinin tamamı ile murabahalı (kâr miktarı açıklanan) yolla satılabilir. Çünkü kusurlu kısma, satış bedelinin herhangi bir parçası karşılık sayılmaz. O, elindeki malı ulaştığı son durumla satmış olur.
Kusur, satıcının veya bir başkasının fiili ile meydana gelmişse, bu durum açıklanmadıkça mal murahabalı olarak satılmaz.
Malda, satıcının elinde iken doğum, meyve, yün ve süt gibi fazlalıklar meydana gelse, bu durum müşteriye açıklanmadıkça murahabalı yolla satılmaz. Çünkü satılacak malın kendisinde meydana gelen artışlar mal hükmünde olup, satış kapsamına girer ve âdet olarak tek satış bedeli bildirmekle yetinilir.
Satın alınan bir mal, alıcının elinde iken değerlense, yeni değer üzerinden belirlenecek fiyatın üzerine belli bir kâr eklenerek murabaha yoluyla satılabilir. Bu durumun alıcıya açıklanmaması aldatma sayılmaz.
İslâm’da ticaret meşru olunca, kâr elde etmenin de meşru olması tabiidir. Çünkü kâr, mal mübadelesinin semeresi olup, o olmayınca iktisadi bir hayat düşünülemez.
İslâm’da alış-verişlerde çeşitli mallara yüzde hesabıyla bir kâr haddi belirlenmemiştir. Umumi olarak arz ve talep prensiplerine bağlı, serbest rekabet esasları içinde kendiliğinden meydana gelecek fiyatlar ölçü alınmıştır. Eğer çeşitli mallara belirli oranda kâr haddi uygulaması getirilseydi, iktisadî hayat zorluklarla karşılaşırdı. Çünkü kâr miktarını dondurmak o malın alış fiyatını veya mâliyetini tam olarak bilmeyi gerektirir. Bu ise her zaman net olarak hesaplanmaz ve satışa hile karışabilir. Diğer taraftan aynı cins ve kalitedeki malın mâliyeti tüccardan tüccara değişir. Sermayesi geniş olan kimse, peşin para ile çok ve ucuz mal satın alır, kendi araçları ile nakleder ve işyerine kira ödemez. Böylece de malı ucuza mâl eder. Başka bir tüccar da bu imkanlar bulunmadığı için mâliyetleri yüksek olabilir.
Üretimdeki etkenler çok daha değişik etkenler yüzünden farklı olur. Aynı cins ve miktarda bir çok malın mâliyetleri farklı olunca, yüzde kâr ilavesiyle meydana gelecek satış bedelleri de farklı olacaktır.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre, şöyle demiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- hayatta iken bir ara fiyatlar büyük ölçüde yükseldi. Bunun üzerine sahabiler ‘Yâ Resulellah! Fiyatlar yükseldi, bizler için fiyatları tahdit ve tayin et.’ diye müracaatta bulundular.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onlara hitaben:
“Şüphesiz ki fiyatı ayarlayan, ucuzlatıp pahalandıran, darlık, bolluk ve rızık veren Allah’tır. Ne bir can ve ne de bir mal ile ilgili herhangi bir hakkı benden isteyecek bir kimse bulunmadığı halde Rabb’ime kavuşmamı umarım.” buyurdu. (İbn-i Mâce: 2200)
Bu Hadis-i şerif delil gösterilerek narh koymanın, fiyat tahdidinin haramlığına hükmedilmiştir.
Çünkü mal sahipleri mallarında tasarruf etmekle yetkilidir. Alıcının yararına mal ucuzlatmak, satıcının malını değeri ile satabilme hak ve yararına gölge düşürür. Devlet yetkilileri alıcının yararını göz önünde bulunduracağı gibi satıcının yararını da dikkate almak ve adâleti sağlamak durumundadır. Şu halde satıcıyı da alıcıyı da baskı altında tutmamak gerekir. Mal sahibini, rızãsı dışında malını satmaya zorlamak, alım-satımlarda tarafların karşılıklı rızâları prensibine ters düşer.
Serbest piyasada arz ve talebin karşılaşması ile meydana gelen kısa vâdeli mübadele bedeline piyasa fiyatı denir. Piyasa fiyatlarının düşmesi veya yükselmesi arz ve talep dengesindeki dalgalanmaların bir neticesidir.
Piyasaya ihtiyaç miktarının altında mal sürülürse mal darlığı görülür ve fiyatlar yükselir. Çünkü mal talebinin artması, fiyatların yükselmesine yol açar. Buna karşılık piyasaya ihtiyacın üstünde mal sürülürse bu defa da talep azlığından ötürü ucuzluk meydana gelir.
Ancak bu durum mâliyetin altında zararına satışlara yol açacak dereceye ulaşırsa mal arzı kısılır, üretim azalır. Arz ve talep dengesi kuruluncaya, piyasada fiyatlar istikrar buluncaya kadar bu dalgalanmalar devam eder.
İşte piyasa fiyatlarının belirli bir noktada durmasını sağlamak için fiyatları dış müdahalelerle dondurmak yerine, arz ve talep arasındaki dengeyi sağlamak daha uygundur.
Bir malın değerini belirlemek için, kendi cinsinin günlük rayiç fiyatına başvurulur. Böylece o malın emsaline göre değeri ve fiyatı ortaya çıkmış olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Medine-i münevvere piyasasında zaman zaman yükselen fiyatlara müdahale etmesi istendiği halde etmemesi ve Ashâb-ı kiram’ı serbest rekabet şartları içinde dürüst ticarete teşvik etmesi, piyasa fiyatının ölçü alınışına delildir.
İslâm hukukuna göre başkasının mislî (standart) malına zarar veren kimse, onu misliyle tazmin eder. Telef edilen mal eğer hayvan, kullanılmış nakil aracı gibi kıyemî mal niteliğinde ise, aynısı tazmin edilemiyeceği için değeri ile tazmin edilir. İşte bu gibi malların değeri, piyasada bulunan benzerlerinin rayiç bedelleri dikkate alınarak belirlenir.
Günün rayiç bedeli ile satış yapmanın câiz olduğunu gösteren bir delil, Hakîm bin Hizâm -radiyallahu anh- in Resulullah Aleyhisselâm’ın adına yaptığı şu alış-veriştir.
Resulullah Aleyhisselâm adı geçen zâta bir dinar (yaklaşık 4 gram ağırlığında altın) vererek kendisi için kurbanlık koyun satın almasını istemişti. Bu para ile iki koyun satın alan Hakîm -radiyallahu anh-, henüz pazar yolundan ayrılmadan hayvanların pahalanması üzerine koyunlardan birisini bir dinara sattı ve elinde bir dinar yedeğinde de bir koyun olduğu halde geri döndü. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hem parayı hem de koyunu aldı ve Hakîm -radiyallahu anh- e hayır duâda bulundu. (Ebu Dâvud)
İslâm dini fâizi şiddetle yasaklarken helâl kazanç yollarını göstermiş, darda kalmış kimselere de maddi-manevî her türlü yardımı teşvik ve tavsiye etmiştir.
Yardımlaşmanın bir şekli olan ve “Güzel ödünç” mânâsına gelen Karz-ı hasen pek hayırlı bir ameldir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Eğer borçlu darlık içinde bulunuyorsa, eli genişleyinceye kadar ona mühlet verin. Eğer bilirseniz sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.” buyuruyor. (Bakara: 280)
Bir müminin ihtiyaçlı din kardeşine karşılıksız borç vermesi, borcunu zamanında ödeyememesi halinde ona yeni süre tanıması, hatta ödeyemeyeceğini hissettiği zaman ona bağışlaması imanın kemâlindendir.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Miraca çıkarıldığım gece cennetin kapısı üzerinde ‘Sadaka karşılığında on misli sevap vardır. Ödünç paraya ise on sekiz misli sevap vardır.’ ifadesinin yazılı olduğunu gördüm.
Bunun üzerine Cebrâil’e:
‘Borç vermenin sadakadan üstün olmasının hikmeti nedir?’ diye sordum.
Cebrâil dedi ki:
‘Çünkü sadaka isteyen kişi bazen yanında bir şey bulunduğu halde dilenir. Fakat borç isteyen kimse, ancak ihtiyaçtan dolayı borçlanmak ister.” (İbn-i Mâce: 2431)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyh ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Sizden önce yaşayanlardan bir tüccar vardı. Halka borç verirdi. Borçluları arasında fakir görürse hizmetçilerine ‘Onun borcundan vazgeçiverin, böylece Allah’ın da bizim günahlarımızdan vazgeçeceğini umarız.’ derdi. Allah da onun günahlarından vazgeçti.” (Buhârî. Sulh 10)
Şu kadar var ki, hayatî zaruretler olmadıkça borçlanılmamalıdır. Zirâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz borcu mekruh kılmıştır.
Namazlarında çok zaman “Allah’ım! Günahtan ve borçtan sana sığınırım.” diye duâ ederlerdi. “Yâ Resulellah! Sık sık borçtan Allah’a sığınıyorsunuz?” denildiğinde “İnsan borçlandığı takdirde, söyleyince yalan söyler. Söz verir de sözünde duramaz.” buyurmuşlardır. (Buhârî)
Umumiyetle borç kanaatsızlıktan doğmaktadır. Bugün meşru kazancı ile iktifâ etmeyip lüks ve israfa dalarak borçlananlar, ağır ve mesuliyetli bir yükün altına girmektedirler.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise borç ile küfrü eşit tutmuştur. (Nesâî)
Kul borcu ile ölmek ve huzur-u ilâhiye kul hakkı ile varmak, küfürden sonra en büyük günahtır.
Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz mutadı olarak namazı kılınmak üzere bir cenaze getirildiğinde ölenin geçmiş hayatının hiçbir safhasını sormazlardı. Yalnız “Onun borcu var mıdır?” diye sorarlardı. Eğer “Borcu vardır.” denilirse kılmaktan vazgeçerler, “Borcu yoktur.” denilirse cenazenin namazını kılarlardı.
Bir müminin bütün borçlarını açık bir şekilde yazarak vasiyet etmesi son derece mühimdir.
Kul hakkı ile huzur-u ilâhîye giden, borcunu sevaplarından ödemek mecburiyetinde bırakılır.
Bir kimse vefât ettiğinde, vârisleri malının üçte birinden ilk olarak borçlarını ödemelidirler.
Ödünç verenin akıllı, ergin ve ödünç vereceği malın sahibi ve onu ödünç olarak vermeye yetkili bulunması gerekir. Küçük çocuk veya akıl hastası bir kimse kendi malını başkasına hibe edemeyeceği gibi, bunu ödünç olarak da veremezler.
Baba veya vâsi de temsil ettiği küçüğün malını ödünç veremez.
a. Ödünç verilecek şeyin ölçü, tartı veya standart olup sayı ile alınıp satılan şeyler gibi “Mislî” bir mal olması gerekir. Hayvan veya gayr-i menkul gibi “Kıyemî” mallar üzerinde karz akdi yapılamaz. Çünkü kıyemî malların misli bulunmadığı için, tüketildiğinde benzerini geri vermek mümkün olmaz.
Meselâ bir yaşlarında bir koyun ödünç olarak verilse, geri alınmak istendiğinde ödünç alan fiyatı düşük bir hayvan vermek isterken, ödünç veren daha iyisini almak ister. Bu da menfaat çekişmesine yol açar.
b. Akdin gerçekleşmesi için borç verilecek şeyin karşı tarafa teslim edilmesi gerekir. Bu duruma göre sadece konuşmakla karz akdi gelmiş olmaz. Borç verilen şey üzerinde mülkiyet hakkı, ancak teslim olmakla sabit olur.
Meselâ bir kimse bir ölçek buğday ödünç alıp kabzetse ona sahip olur. Artık ödünç veren, verdiği buğdayın aslını istese bile, ödünç alanın mislini verme hakkı doğmuş olur.
Gerek borç olarak alınan ve gerekse veresiye mal almaktan doğan borçların vâdesinde ödenmesi gerekir.
Ancak ödünç vermede alacaklının kendisi dara düştüğü takdirde, alacağını vâdesinden önce de isteme hakkı vardır. Çünkü karz-ı hasende vâde bağlayıcı değildir. Ödeme güçlüğü içinde olan borçluya gerekli kolaylığın gösterilmesi gerektiği gibi, ödeme gücü olduğu halde borcunu vâdesinde ödemeyen kimse de alacaklıya zulüm yapmış olur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Borcunu ödeyebilecek durumda olan zengin kimsenin ödemeyi geciktirmesi zulümdür.” (Müslim: 1564)
Alacaklı zengin bile olsa borcu zamanında ödemek icâbeder. Onun zenginliği, hakkının geciktirilmesine sebep teşkil etmez. Zengine olan borcun hali böyle olunca, fakire olan borcun ödenmesi ise daha da öncelik arzeder.
Ödemek niyetiyle borçlanan kimseye Allah-u Teâlâ yardımcı olur.
Meymûne -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Bir borçla borçlanan bir kimsenin ödeme niyetinde olduğunu Allah bilince, onun borcunu Allah mutlaka dünyada iken öder.” (İbn-i Mâce: 2408)
Ödünç alan kimse cins, tartı veya ölçü itibariyle aldığından daha iyisini verebilir. Bu bir iyilikten ibarettir. Ancak iki tarafın bu fazlalığı şart koşmamaları lâzımdır. Fazlalık şart olursa fâiz olur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre bir kimse Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem - Efendimizden alacaklı olduğu deveyi istemeye geldi. Ona kendi devesinden daha üstün bir deve verilmesini söyledikten sonra şöyle buyurdu:
“Sizin en hayırlınız, borç ödeme hususunda en iyi olanınızdır.” (Müslim: 1601)
Bir kimsenin sürekli olarak borç yükü altına girmesi, sözünde duramama, yalan söyleme, yalan yere yemin etme gibi gayr-i ahlâki durumlara düşürerek onu şahsiyetinden fedâkarlık yapmaya zorlayabilir.
Ödememek niyetiyle alınan borç ise açıkça hırsızlıktır. Ahirette de hırsızların müstehak oldukları cezaya çarptırılırlar.
Suheybü’l-Hayr -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Herhangi bir kimse ödünç alacağı şeyi sahibine ödememek kararı ile borçlanırsa Allah’ın huzuruna hırsız olarak çıkar.” (İbn-i Mâce: 2410)
•
Borç alınan şeyler ancak kendi misilleri ile ödenir. Borç alınan bir altın para yine bir altın para olarak ödendiği gibi bir altın para ile bir miktar buğday yine fazlalık yapmaksızın aynı altın parayla, aynı ölçek buğdayla ziyade yapmaksızın ödenir.
Ancak borç alınan para geçer kâğıt para iken sonradan piyasada geçmez bir hale gelse kabul edilen fetvaya göre son geçerli olduğu tarihteki kıymeti ile ödenir. Bu kıymet de altındır.
Altın değerini koruyan bir maddedir.
Borcun kâğıt para olarak ödeme süresi bir aydır. Bu aydan sonra ödeneceği zaman, altın ölçüdür. Mesela bir yıl önce alınan para bir yıl sonra değerini kaybedebiliyor. O zaman bir yıl önce ne kadar altın alınıyorsa bir yıl sonra da o kadar altın veya o kadar altına tekabül eden para ödenir. Amaç verenin zarar görmemesidir.
Ticâri hayat bazen peşin alış-verişlerle yürütüldüğü gibi, çok defa da borçlanma esaslarına dayanır. Parası ileride ödenmek üzere mal peşin olarak alındığı gibi, mal ileride teslim alınmak şartıyla parası peşin ödendiği de olur. Her iki ticaret de ileride ödenecek para ve mal yönünden hem alıcıya hem de satıcıya ödenmesi gereken bir borç yükler. Bazen de ticaret bahis mevzuu olmaksızın kişiler arasında borçlanmalar olur. Karz denilen bu borcun, zamanı gelince alacaklıya ödenmesi gerekir.
Bir malın peşin olarak satılması asıldır. Bir alış-veriş akdinde hem satılan malın hem de bedelinin peşin olması câiz olduğu gibi, malı peşin bedelini belirli bir müddet sonunda ödemek üzere veresiye satmak da câizdir. Fakat bu veresiye satışlarda satılan ve alınan malların cinslerinin ayrı ayrı olması şarttır.
Aynı cinsten iki maldan birini diğeri karşılığında veresiye satmak câiz değildir, o zaman fâiz olur.
Borç alınan bir altın para, yine altın para olarak ödendiği gibi, bir miktar buğday yine fazlalık yapmaksızın aynı ölçek buğdayla ödenir.
Bir mal peşin fiyatla satıldıktan sonra, fiyatı belli bir süreye ertelenirse satış veresiyeye dönüşür.
“Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman onu yazınız.” (Bakara: 282)
Allah-u Teâlâ fâizi haram kıldı diye borç ile veresiye muamelelerinin hepsini haram kılmış sanılmamalıdır. Müslümanlar birbirleriyle borç alıp verebilirler. Fakat alış-verişte borçların vâdesi belli olmalı, bir de yazarak belgelenmelidir.
Borcun yazılması emrinin sebebi ise, bunun daha sağlam, unutmaya karşı daha güvenilir bir teminat ve borcun inkârı ihtimalini uzaklaştırması dolayısıyladır. Böyle yapmak hem arada doğabilecek anlaşmazlığı önler, hem de daha emniyetli olur.
“Aranızda bir kâtip de adâletle yazsın.” (Bakara: 282)
Yazması gerekenin dışında fazladan bir şey yazmasın ve bir şey de eksiltmesin.
“Yazan Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın.” (Bakara: 282)
Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği bu kabiliyetin bir şükran ifadesi olmak üzere bunu hiçbir şekilde yazmaktan imtina etmesin.
“Üzerinde hak olan kimse (borçlu) da yazdırsın.” (Bakara: 282)
Çünkü yazılacak olan senedin muhtevası borçlunun ikrarı olacak, şahitler de onun aleyhine şahitlik edecekler. O halde yazıya geçecek ifadeler borç sahibinin ifadesi şeklinde olmalıdır.
Buradan anlaşılıyor ki, böyle bir borçlanmada borcun senede geçirilmesini asıl borçlu olan taraf teklif etmeli ve yazdırmalıdır.
“Rabb’i olan Allah’tan korksun ve borcunu asla eksik yazdırmasın.” (Bakara: 282)
Zira borçlunun, hem kendisine borç veren kimsenin kalbini yumuşatıp borç vermesini sağladığı için Allah-u Teâlâ’ya hem de kendisine borç verene şükran borcu vardır. Böyleyken borçlunun bunları unutması, sonra da aldığı borç miktarını eksik gösterip eksik yazdırması büyük bir nankörlüktür.
“Şayet borçlu aklı ermez veya âciz ya da kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise, velisi adâletle yazdırsın.” (Bakara: 282)
Bu gibi kimselerin işlerini çekip çeviren ve idaresini üzerine alan velisi fazlalık veya eksiklik yönüne gitmeden bu yazdırma işini de üstlensin.
“Erkeklerinizden iki de şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, şahitliklerinize rızâ göstereceğiniz bir erkek iki kadın şahit olabilir. Kadınlardan biri unutursa diğeri ona hatırlatır.” (Bakara: 282)
Alacak ve borcun yazılması esnasında mümin iki erkek şahidin de hazır bulundurulması gerekir. Şahitlik yapacak kimseler erkek olmazlarsa, o zaman bir erkek ve iki kadın şahitlik eder. Kadınlardan birinin şahitlik hususunda yanılması halinde diğeri ona hatırlatabilir.
Şahitlerin de adâletli ve güvenilir kimseler olmaları şarttır. Yoksa gelişi-güzel kimselerin şahitlikleri muteber olmaz.
“Şahitler çağırıldıklarında gelmemezlik etmesinler.” (Bakara: 282)
Şahitlik Allah-u Teâlâ’nın bu emr-i şerif’i gereğince farz-ı kifâyedir ve şahitlikten kaçmak haramdır. Hiç kimse gitmezse herkes günahkâr olur.
“Onu büyük olsun küçük olsun süresine kadar yazmaktan üşenmeyin. Böyle yapmanız Allah katında daha adâletli, şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemenize daha elverişlidir.” (Bakara: 282)
Az olsun çok olsun, vâdesinin son tarihine kadar bütün teferruatıyla, her bakımdan açık ve anlaşılan bir şekilde yazmak gerekmektedir.
Öyle kimseler vardır ki ister borçlu ister alacaklı olsunlar, eğer borç miktarı az ise ona önem vermezler. Ne var ki borcun hafife alınması bir hakkın zâyi olması neticesini doğurur. Onun içindir ki Allah-u Teâlâ hakkın zâyi olmaması ve borçlunun borç altında kalmaması için, miktarı az da olsa borcun yazılmasını emir buyurmuştur.
“Ancak aranızda hemen alıp vereceğiniz peşin ticaret olursa, onu yazmamanızda size bir günah yoktur.” (Bakara: 282)
Bununla beraber eğer alış-veriş peşin olur ve alıcı parasını verdiği anda malı teslim alırsa, bu takdirde daha sonra ortaya çıkacak bir anlaşmazlık, alıcı ve satıcıyı şüpheye düşürecek herhangi bir sebep bulunmamış olur.
“Alış-veriş yaptığınızda şahit tutun.” (Bakara: 282)
Alım-satım muamelelerinin şahitlerin gözü önünde yapılması emniyet ve hukuk açısından bir ihtiyattır. İleride herhangi bir inkâra meydan kalmamış olur.
“Yazana da şahide de zarar verilmesin. Eğer bir zarar yaparsanız, şüphe yok ki bu, sizin yoldan çıkmanız demektir.” (Bakara: 282)
O halde bütün müminlerin ister alacaklı olsunlar, ister borçlu olsunlar, ister kâtip olsunlar ister şahit, Allah-u Teãlâ’nın emir ve yasaklarına aykırı hareket etmekten sakınmaları ve O’ndan korkmaları gerekir. Zira bütün bu emir ve yasaklarda kulların yalnız menfaatleri gözetilmiş ve yalnız onların hayrına olan yollar gösterilip öğretilmiştir.
“Allah’tan korkar takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)
O size, dünya saâdeti ahiret selâmeti sağlayacak faydalı ilmi ihsan eder.
“Allah her şeyi bilir.” (Bakara: 282)
Bu emrettiği ve nehiy buyurduğu şeylerin hükmünü bildiği için tebliğ ve telkin etmektedir.
•
Allah-u Teâlâ 283. Âyet-i kerime’de ise borç hususunda dikkatli davranılarak, borcun rehinle garanti altına alınmasını emir buyurmaktadır:
“Eğer yolculukta olur da yazacak kimse bulamazsanız, alınan rehinler yeter.” (Bakara: 283)
Burada yolculuk esnasında rehin alma işi şart koşulmuş olsa da, yolculuk olmadığı zamanlarda da rehin alınabilir. Bu bir vesikadır.
Borçlandırmada üç türlü belgelendirme vardır: Yazı, şahit ve rehin.
Dindarlık ve takvâ anlayışı gerçeği belgelendirmeye ve hakkın yerini bulmasına hizmet eden bu gibi belgelendirmeye engel olmamalı, hatta buna yardımcı olmalıdır. Müminler gerek borçlanma, gerek ticâri ve gerekse bütün muamelelerinde bu gibi belgelendirmelere riayet etmeli ve bu surette helâl mal kazanmaya ve onu telef etmekten kurtarmaya çalışmalıdırlar.
“Eğer birbirinize güvenirseniz, kendisine güvenilen kimse emaneti ödesin ve Rabb’i olan Allah’tan korksun.” (Bakara: 283)
Âyet-i kerime’lerde emrolunan üç türlü belgelendirmeden hiçbirini yapmayıp da mutlak olarak güvenmek dahi câizdir. Fakat her ne olursa olsun kendisine emniyet suretsiz, şahitsiz borç verilen veya emanet bırakılan kişiye emaneti hakkıyla edâ etmek farzdır. Alacaklı ile borçlu arasında borca şahitlik eden üçüncü şahidin Allah-u Teâlâ olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.
“Şahitliği gizlemeyin. Onu gizleyenin kalbi günahkârdır.” (Bakara: 283)
Günahkâr bir kalp, sahibini de suçlu yapar. O iyi olursa bütün vücut iyi olur, o bozulursa bütün vücut bozulur.
Şahitliği gizlemek, bildiğini söylememek öyle dış ve iç uzuvların işlediği günah gibi değildir. Bizzat imanın karargâhı olan kalbin işlediği bir günahtır. Bundan dolayı da kötü niyet kalbin işlediği en büyük günahlardandır. Küfre en yakındır. İnsanı bir anda küfre kaydırır.
“Allah yaptıklarınızı bilir.” (Bakara: 283)
Sırası gelince de cezasını verir. Sakın “Kalpte kalan gizli şeyleri kim bilecek?” demeyin.
Zira:
“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. İçinizdekileri açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker.” (Bakara: 284)
Hesaba çekilmek mutlaka açığa çıkmaya ve gizli kalmaya âit değildir. Çünkü niyetlerin açığa çıkması da gizli kalması da kasıt ve niyetle olur. Kasıtla yapılan bütün işler ve bozuk fikirler hesaba çekilmeyi gerektirir.
“Sonra dilediğini mağfiret eder, dilediğine azap eder.” (Bakara: 284)
İşte bundan dolayıdır ki O’nun azabı bile adâlettir, mağfireti de ihsan ve inayettir. Bütün bunlar O’nun dilemesine âit hükümler olduğu için, mağfiretin kime adâletin kime nasip olacağını O’ndan başka kimse bilmez.
Müminler açıkta ve gizlide her türlü fenalıktan sakınıp kâmil imanla iyilik ve faziletleri alışkanlık haline getirip güzel huylarla donanmalı, içlerindeki kötü huyları ve her türlü fenalığı söküp atmaya çalışmalıdırlar.
“Allah her şeye kâdirdir.” (Bakara: 284)
Alacaklı alacağını düşürme veya onu borçluya bağışlama hakkına sahip olunca, alacağın vâdesini uzatma hakkına öncelikle sahip olur. Buna göre peşin yapılan bir alış-verişte alıcıya vâde tanıyabilir veya vâdeli yapılan satışta vâde sürelerini uzatabilir. Alıcı kabul edince bu gibi uzatılan vâdeler geçerli ve bağlayıcı olur. Bu durumda artık alıcı, vâdesinden önce isteyemez.
Diğer taraftan bazı borçların ertelenmesi câiz görülmemiştir. Bu, ya fâizin meydana gelmesine engel olmak veya karşı tarafın hakkını korumak, ya da alış-verişte karşılaşılan bir takım pürüzleri kaldırmak gayesiyle yapılan bir düzenlemedir.
1. Altın, gümüş, para ve döviz mubadelesinde bedel.
2. Karşılıklı rızâ ile satışı bozmada (ikale) bedeli.
3. Para peşin standart mal veresiye satışta (selem) anapara.
4. Ölen kimsenin borçları.
5. Bir gayr-i menkulü şüf’a hakkını kullanarak alan kimsenin ödemesi gereken satış bedeli.
6. Kabz-ı hasen olarak verilen para.
Bu sayılan borçların vâdeye bağlanması geçerli ve bağlayıcı olmaz.
Borçların ertelenmesi “Mutlak” veya “Şartlı” olur.
a. Mutlak erteleme:Bu, alacaklının borçluya “Alacağımı bir ay veya bir yıl erteledim.” demesiyle gerçekleşir. Böyle bir erteleme karz-ı hasen (ödünç) dışındaki alacaklarda geçerli ve alacaklı için bağlayıcı olur.
b. Şartlı erteleme:Bir kimse peşin olarak konuşulan bir satışta alıcıya “Satış bedelinin yarısını şimdi ödersem kalanını üç ay ertelerim.” dese, alıcı paranın yarısını verince, kalan borç üç aya kadar ertelenmiş bulunur.
Yine bir kimse taksit yaptığı satışta “Eğer taksitlerden birisi vâdesinde ödenmezse, geri kalan bütün taksitlerin peşine dönüşmesi şartını öne sürse, böyle bir satış ve belirlenen şart geçerli olur.
Bazen devamlı alış-veriş yapan ve birbirine güvenen kişi ve kuruluşlar borçlar için senet veya çek düzenlemek için “Açık hesap”la çalışırlar. Çoğu zaman deftere yazılan borcun ödeneceği tarih de konuşulmaz. Bakkal ve marketlerde, bazen çarşı esnafında bu çeşit alış-verişler görülür.
Veresiye pazarlık yapılmış fakat süre belirlenmemiş bulunursa bir aylık vâde esas alınır. Veresiye ifadesi en geç bir aya kadar olan süreyi içine alır. Veresiye müddetinin başlangıcı, malın tesliminden itibaren başlar.
Burada veresiye pazarlık hükmen bir aya sınırlanınca vâdedeki bilinmezlik kalkmış olur. Bu yüzden de satış fâsit olmaz.
Bu bir ay içinde kağıt para olarak ödenmediği takdirde bu aydan sonra ödeneceği zaman ölçü altındır. Altın değerini koruyan bir maldır. Amaç verenin zarar görmemesidir. Meselâ bir yıl önce alınan para bir yıl sonra değerini kaybedebiliyor. O zaman bir yıl önce ne kadar altın alınıyorsa bir yıl sonra da o kadar altın veya o altına tekabül eden para ödenir.
Vâdeli satışlarda bedeli sonradan ödenir, peşin fiyata göre bedeli bir miktar fazla olur.
Bir satıcı müşterisine “Şu malı peşin olarak şu fiyata, vâdeli yani veresiye olarak da şu fiyata satıyorum.” der, müşteri de satıcının ileri sürdüğü bu şartlardan herhangi birisini huzurda kabul eder ve belli bir fiyata, üzerinde kesin olarak anlaşırlarsa böyle bir satış caizdir. Çünkü satış bir şart üzerinde yapılmıştır ve fiyat da kesinleşmiştir.
Meselâ pazarlık şeklinde “Peşin olarak fiyatı on gram altın olan şu halıyı veresiye on iki gram altına satıyorum.” dese, müşteri de bu iki fiyattan birisine karar verip satın alırsa câiz olur. Aradaki fiyat farkı fâiz değil kârdır.
Bu satış bir taksitte de olabilir, bir kaç taksitte de olabilir. Şu kadar var ki, veresiye ve taksitlerin, ileride anlaşmazlık çıkmayacak şekilde belirlenmesi gerekmektedir.
Ancak, satış şekillerinden birinde karar vermeden mal müşteriye verilirse, bu satış câiz değildir. Çünkü müşteri ile belli bir fiyat üzerinde alış-veriş yapılmamıştır. Bu satışta birden fazla satış şekli yer almıştır. Karara varılmadan yapılan satışta peşin fiyatının üzerindeki vâde farkı fâizdir.
Peşin fiyata göre vâdeli satışlarla yapılan alış-verişlerde malın kıymeti üzerine bir miktar fark konmasının sebepleri vardır.
Şöyle ki; malını peşin satan kişi kazanacağını kazanmış, işini bitirmiştir. Veresiye satan kimse ise malı verdiği halde, bir müddet o malın bedelini alamayacağı için, onunla yeniden mal alıp satamayacak ve bazı kazançlardan mahrum olacaktır.
Alacağını yazmak, takip ve tahsil etmek gibi külfetlerle karşı karşıya kaldığı gibi, bu paranın tahsil edilememe ihtimali de vardır. Bütün bunlar bir farkın olduğunu gösterir.
Eskiden kalan bir malı, zamlanmış yeni fiyatla satmak:
Satıcının elindeki eskiden kalmış ve farklı fiyatlarla satın aldığı mallarını, piyasa değeri arttığı takdirde, en son piyasa fiyatı üzerinden satması câizdir.
“Harcamak, para bozdurmak, geri çevirmek.” gibi mânâlara gelen sarf; “Aynı cinsten olsun veya olmasın, parayı para ile satmak.” demektir. Altının altınla, gümüşün gümüşle veya bunların tedavüldeki bir para ile ya da döviz çeşitlerinin biriyle mübadelesine “Sarf muâmelesi” denir.
Günümüzdeki sarrafların veya döviz alım-satım yapan kişi ve kuruluşların muâmeleleri bu konu içinde yer alır.
Bir sarf muâmelesinde tarafların birbirinden ayrılmadan önce her iki bedelin de taraflarca kabzedilmiş (teslim alınmış) olması gerekir. Taraflardan birisi veya her ikisi, bedeli teslim almadan ayrılsalar sarf muâmelesi ortadan kalkar. Alış-verişi sürdürmek istedikleri takdirde yeniden muâmele yapmaları gerekir.
Eğer bedellerden birisi vâdeli olursa “Nesie fâizi” meydana gelir. Böyle bir durumda eğer sarraf müşterisine yardımcı olmak istiyorsa, meselâ verdiği altını karz-ı hasen yani borç olarak verebilir. Bu takdirde alıcı, teslim aldığı miktardaki altını sarrafa borçlanmış olur. Geri verme tarihinde aynı miktar ve ayardaki altını veya o tarihteki bedeli ne ise onu ödemesi gerekir. Ancak karz-ı hasendeki bu vâde hukuken değil ahlâk bakımından bağlayıcı olur. Sarrafın müşterisine yardımcı olması isteği ile husule gelmiştir.
Sarf akdinde taraflardan birisi bedeli teslim almadan bulundukları yerden ayrılırsa satış fâsit olur. Bedellerin fiilen tesliminin gerçekleşmesi gerekir.
Altın altınla gümüş gümüşle, bir cins döviz kendi cinsi ile değiştirilmek istendiğinde eşit miktarlar değiştirilebilir.
Araya bir bedel girmeksizin kullanılmış altın yeni altınla değiştirilecekse, ancak eşit ağırlıkla değiştirilebilir. Çünkü bunlar öz madeninde eşittir. Sarraf kârsız olarak böyle bir mübadeleyi yapmak istemezse, önce kullanılmış altını satın alır, alıcı bunların bedeli ile ister o sarraftan, dilerse başka bir sarraftan yeniden zinet alabilir.
Sarf muamelelerinde iki tarafın şart muhayyerliği öne sürmesi câiz değildir. Meselâ sarraftan peşin para ile yüz gram altın alan kimsenin üç gün süreyle muhayyerlik sürmesi gibi.
Sarf akdinde karşılıklı kabz (teslim alma) şart olduğu gibi böyle bir seçim hakkının bulunması mülkiyetin intikaline engel olur. Böyle bir sarf akdi fâsit olur.
Kusur muhayyerliği ise her muamelede konuşulmasa bile var olan bir haktır. 22 ayar diye alınan bir bileziğin, sonradan 18 ayar olduğunun anlaşılması gibi. Bu durumda alıcının akdi bozma hakkı doğar.
Sarf muamelesinde her iki taraf veya bir taraf için vâdenin bahis mevzuu olmaması gerekir. Aksi halde akit fâsit olur. Çünkü vâde teslim almayı erteler.
Altın ve gümüşün gerek zinet ve gerekse sikkeli para olarak birbiriyle mubâdelesi câiz olduğu gibi, diğer mâdeni veya kâğıt paraların ya da satın alma gücünü devletlerin iktisadi gücünden alan kâğıt paraların birbiriyle mubâdelesi câizdir.
Şu kadar var ki döviz alım-satımının peşin yapılması gerekir. Eğer vâdeli satış yapılırsa “Nesie fâizi” meydana gelir.
Ashâb-ı kiram’dan Mâlik bin Evs -radiyallahu anh- yüz dinar altın parayı, gümüş para dirhemle değiştirmek istemişti. Talha bin Ubeydullah -radiyallahu anh- ile pazarlık yapıp anlaştılar ve Mâlik -radiyallahu anh- dinarları ona teslim etti. Diğeri, yanında dirhem bulunmadığı için bedelini akşam üzeri verebileceğini bildirdi. Bu alış-verişe şahit olan Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- tarafların birbirinden ayrılmadan önce bedellerinin peşin verilmesi gerektiğini söyledi.
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- nın şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- in yanına vardım ve ‘Ben Bakî’de deve satıyorum. Dinar karşılığında satıp dirhem alıyorum. Dirhem karşılığında satıp dinar alıyorum.’ dedim.
Buyurdu ki:
“Aranızda henüz kabzedilmemiş bir şey varken henüz o meclisten ayrılmadan o günün rayicine göre altın yerine gümüş almanızda beis yoktur.” (Ebu Dâvud: 3354)
Selem akdi, peşin parayı mislî (standart) bir malla vâdeli olarak mubadele etmektir. Paranın değil de malın veresiye olmasıyla selem yapılmış olur. Para peşin verilir, mal ise en az bir ay sonra teslim edilmelidir. Çünkü bir aydan az bir vâde ile yapılan satışlar peşin sayılır.
Selemin konusu olan mal; vasıfları tam olarak belirlenebilen ve zimmet borcu olabilen standart şeylerdir.
Bu muamele daha çok ziraatçılar ile zirâî mal satan tüccarlar arasında câridir. Çiftçi hasat mevsiminde malı teslim etmek üzere satış yapmakta ve bedelini almaktadır.
Selem akdi fakir çiftçinin ihtiyacını istismar ederek, malını çok ucuza kapatma mahiyetinde olmadıkça câizdir, aksi halde câiz değildir.
Selemde her iki taraf için de menfaat vardır. Satan kimse, malı elinde olmadığı halde bedelini alıp işini görmektedir. Satın alan ise, bir miktar ucuz almak suretiyle kârını artırmaktadır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman onu yazınız.” (Bakara: 282)
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- selem akdinin Kitabullah ile helâl kılındığını söylemiş ve bu Âyet-i kerime’yi zikretmiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ölçü, tartı ve teslim zamanı belirlenerek selem yapılmasını emir buyurmuş ve belli bir tarla veya ağaçtaki mahsul yerine, ad ve miktarı belli olan mahsul üzerine akit yapılmasını istemiştir. Çünkü muayyen bir tarla veya ağacın, peşin satılan mahsulü verip vermeyeceği belli değildir.
Yine Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- nın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Medine’ye hicret ettiğinde Medine’liler hurmalara bir, iki hatta üç yıllığına selem yapıyorlardı.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onlara şöyle buyurdu:
“İleride teslim edilecek bir malı, parasını peşin vermek suretiyle alacak olan kimse, ölçü tartı ve vâdesini pazarlık edip öyle alsın. (Bir rivayette) ölçüsünü ve vadesini belirtip alsın.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1023)
Bu Hadis-i şerif selem akdinin câiz olduğuna ve selem usulü ile alınan malın ölçü, tartı veya başka şekillerle miktarınca bilinmesinin şart olduğuna delâlet eder.
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Kim bir yiyecek veya başka şeyde selem akdi yapmışsa, bu malı fiilen teslim almadıkça bir başkasına satmasın.” (Ebu Dâvud: 3468)
Bu Hadis-i şerif’ten de anlaşılıyor ki selem usulüyle mal satın alan kimse, malı teslim almadan önce başkasına satamaz, hibe edemez, devredemez. Bu malı başka bir mal olarak da alamaz, sonradan malın cinsini değiştiremez.
Selemin rüknü icâp ve kabuldür. Satım akdi icâp ve kabul ile meydana geldiği gibi, selem de icâp ve kabul ile meydana gelir. Meselâ alıcı satıcıya “Yüz kile şu cins buğdayı üç ayın sonunda filan yerde bana teslim etmek üzere şu kadar peşin para ile selem yapmak istiyorum.” dese, satıcı bu teklifi kabul edince akit meydana gelmiş olur.
Selem akdinin geçerli olması için bazı şartlar vardır. Buğday ve arpa gibi malın cinsini, kır veya sulak arazi mahsulü mü, eski mi yeni mi olduğunu, miktarını, vâdesini yani malın teslim zamanını, peşin olarak verilecek para miktarını, malın teslim yerini kararlaştırmak şarttır.
Bir şeyin ölçmeden, tartmadan veya saymadan, götürü olarak ve tahmin yolu ile satılmasına cüzâf satışı denir.
Yığın halindeki buğday, arpa, odun, ot, saman, hurda demir, ağacında olgunlaşmış meyveler veya başağında olgunlaşmış buğday toptan tahmin yoluyla satılabilir.
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ölçek sayısı bilinmeyen kuru hurma yığınının, ölçüsü bilinen hurma karşılığında satışını yasakladı.” (Müslim: 1530)
Burada hurmanın başka cins bir bedelle götürü olarak satışının câiz olduğuna delâlet vardır.
Normal şartlarda ölçü veya tartı ile satılan bir mal, kendi cinsi ile götürü olarak mübadele edildiği takdirde “Fazlalık ribâsı” bahis mevzuu olur. Çünkü ölçülmedikçe iki yığının denk olup olmadığı anlaşılmaz.
Abdullah bir Ömer -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edildiğine göre göre şöyle söylemiştir:
“İnsanlar gıda maddelerini pazarın üst kısmında götürü olarak alıp satıyorlardı. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bunların yer değiştirmeden satışını yasakladı.” (Ebu Dâvud. Büyû’ 65)
Burada da götürü satışın câiz olduğu, ancak bu yolla mal alan kimsenin bu malı yeniden satabilmesi için yer değiştirmesi gerektiği bildirilmektedir.
a. Satın alınacak şeyin satış sırasında veya daha önce alıcı tarafından görülmüş olması gerekir.
b. Satıcı veya alıcı, götürü olarak satılacak malın miktarını bilmemelidirler. Birisi malın miktarını bilir ve götürü satıştan sonra karşı tarafa bildirirse, karşı taraf için muhayyerlik hakkı doğar.
c. Götürü satışın konusu yığının kendisi olup tek tek parçaları değildir. Bu yüzden ancak ölçü, tartı veya uzunluk ölçüsü ile alınıp satılan şeyler götürü satışa konu olabilir. Sayı ile sayılanlar ise saymada bir güçlük bulunmadıkça sayılarak satılmalıdır. Çünkü saymak, ölçmeye veya tartmaya göre daha kolaydır.
d. Satılan malın miktarı bilen birisi tarafından tahmin edilmelidir.
e. Satılan malın çok olması gerekir. Ne tahmin edilmeyecek kadar çok olmalı ne de kolaylıkla sayılabilecek kadar az miktarda bulunmamalıdır.
f. Hem götürü hem de ölçü ve tartı ile birlikte uygulanmamalıdır.
Havale; bir borcu bir kimsenin zimmetinden başka bir kimsenin zimmetine nakletmek demektir.
Havale muamelesi diğer akitler gibi icâp ve kabul ile meydana gelir. Borçlunun alacaklıya “Benden olan alacağını almak üzere seni filana havale ettim.” veya “Sana olan borcumu filândan al!” demesi icâp, alacaklının da “Kabul ettim” demesi kabuldür. Kabul hem alacaklının hem de borcu üstlenen kimsenin rızâları ile gerçekleşir.
Alacağı temlikinin ve borcun başkasına naklinin meşru oluşu Sünnet-i seniyye ve İcmâ delillerine dayanır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Sizden biriniz alacağı hususunda bir zengine (ödeme gücü olan birisine) havale edince o havaleyi kabul etsin.” (Müslim: 1564)
Günümüzde alacaklının temliki ve borç nakli “Ciro” adı verilen muamele ile yapılmaktadır. Borçlu, borcunu belgeleyen senet veya çek’e gerekli bilgileri yazdıktan sonra imzalayıp alacaklıya vermektedir. Bu belgede borcunun miktarı, vâde tarihi, hazırlandığı yer ve tarihi, ödeme yeri, borçlunun adı soyadı ve imzası bulunur. Bu usül borçların yazı ile tesbitini emreden “Müdâyene” Âyet-i kerime’sinin özüne uygun düşmektedir.
Alacaklı bu senet veya çeki kendi borçlu olduğu alacaklısına arkasını imzalayarak devretmekte, böylece de son alacaklı yeni borçludan vâde tarihinde alacağını talep etmektedir.
Havalede üç taraf bulunmaktadır: Borçlu, alacaklı, onun alacaklısı. Havale bunlar arasında cereyan eder. Ancak borçlu, senet veya çeki “Hamiline” yazarak verince bunun alacaklıdan başkasına havale edilmesine izin vermiş olmaktadır. Böylece artık alacaklı senedi ciro ederken veya daha sonraki alacaklılar bunu borçlu oldukları kimselere havale ederken yeni borçlu olan senet sahibinden izin almaları gerekmez. Çünkü o “Hamiline” yazmakla “Genel izin” vermiş olur. Son alacaklılar kendi alacaklılarına ciroyu sürdürdükçe aradakilerin sayısı artmaya devam eder.
Borcun vâdesi gelince son alacaklı doğrudan doğruya yeni borçludan borcun ifâsını ister. Borcun havalesi ile önceki borçlu borçtan kurtulmuş olur. Alacaklı alacağını yeni borçludan tahsil edemediği takdirde önceki borçluya rücû edebilir.
Rücû hakkı şu durumlarda bahis mevzuu olur:
a. Yeni borçlunun borcu inkâr etmesi ve son alacaklının bunu ispat edememesi.
b. Yeni borçlunun iflâs etmesi ve yeniden ödeme gücüne kavuşamadan ölmesi.
a. Havale muamelesi kabul ile tamam olunca havale eden borçtan kurtulur. Bu borçla ilgili rehin, kefâlet gibi teminatlar sona erer.
b. Borç yeni borçlu tarafından ödenmediği takdirde yeniden eski borçluya döner. Alacaklı yeni borçluyu ibra ederse bu geçerli olur.
c. Borç havale yoluyla yeni borçluya geçince, artık son alacaklı doğrudan doğruya onu takip eder. Yeni borçlunun eski borçluyu takip etme hakkı yoktur.
a. Havale muamelesi fesh edilince son alacaklının alacağını talep hakkı eski borçluya döner.
b. Havale edilenin alacağı, ölüm ve iflâs gibi sebeplerle yeni borçludan tahsil edilemeyince, borç havale edenin zimmetine döner.
c. Yeni borçlu borcu havale edilene ödeyince, muamele gayesine ulaşır ve havale sona erer.
d. Havale edilen ölürse, yeni borçlu havale malına mirasçı olur. Yeni borçlu ödemesi gereken bir borca miras yolu ile hak kazanırsa bu borcu ödemesine gerek kalmaz ve borç düşer.
e. Havale edilen, alacağını yeni borçluya hibe veya tasadduk edebilir.
f. Havale edilen, yeni borçluyu borçtan ibrâ edebilir.
Şu durumlarda yeni borçlu, havale edene başvurup ödemek zorunda kaldığı borcu ondan talep edebilir.
a. Yeni borçlunun havale edene gerçekte borcunun bulunmaması.
Günümüzde bazı kimseler başkasına borcu olmadığı halde kredi sağlamak maksadıyla hatır için senet vermekte, vâdesi geldiğinde de verdiği kimse ödemezse bunları son alacaklılara ödemek zorunda kalabilmektedir. İşte böyle bir durumda o, havale edene rücû eder.
b. Havalenin, havale edilenin emriyle yapılmış olması. Eğer havale onun emriyle yapılmışsa rücû bahis mevzuu olmaz.
Meselâ bir kimse borçlu diğeri alacaklı olsa, bir başkası borçlunun haberi olmadan onun borcunu alacaklı ile anlaşarak üstlenip vâdesinde ödese, daha sonra borçluya rücû edemez. Çünkü böyle bir ödeme için borçlunun izni bulunmadığı için bu bir teberru niteliğindedir.
c. Havale edenin yeni borçlu tarafından ödenmesi veya hibe, sadaka gibi edâ niteliğinde bir tasarrufu bulunması.
“İki malı birbirinden ayırdedemeyecek şekilde karıştırmak.” mânâsına gelen şirket; iki ve daha çok kimsenin ortak iş veya ticaret yaparak elde edecekleri kârı paylaşmaları ve ortaya çıkabilecek zarara da katlanmaları şartıyla kurdukları ortaklık demektir.
Bir veya bir kaç kişi ile bir araya gelerek bir malda, bir işte, bir kârda ortaklaşa iş yapmak mübahtır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Gerçekten mallarını birbirine katan, ortakların bir çoğu birbirine haksızlık eder. İman edip amel-i salih işleyenler müstesnâ, fakat onlar da pek azdır.” (Sâd: 24)
Yani ortak olanların çoğu ortaklık hakkını gözetmeksizin ortaklık haklarına tecavüz ederler. Ancak iman kalbine yerleşen, sâlih amellerle imanını kuvvetlendiren kimselerdir ki ortaklık haklarına riâyet ederler. Onlar ise pek azdır.
Hile ve haksızlık, zulüm ve aldatma olmadığı müddetçe Allah-u Teâlâ ortaklığı teşvik etmiştir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- in rivayet ettiği Kudsî bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“İki ortaktan biri arkadaşına hiyanet etmedikçe, onların üçüncü ortağı ben olurum. Biri diğerine hiyanet edince ben aralarından çıkarım.” (Ebu Dâvud)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de ortaklık yapmış, zamân-ı saâdetlerinde ve Hulefâ-i râşidîn devirlerinde müslümanlar arasında ortaklık yapılmıştır.
Türkçe’deki yaygın karşılığı “Fâiz” olan Arapça “Ribâ” kelimesi “Fazlalık, artma, çoğalma, nemâ” gibi mânâlara gelir. Ribâ bir şeyin hem kendi içinde bulunan, hem de iki şey arasında mukayeseden doğan fazlalığı ifade eder.
Terim olarak fâiz; bedelli akitlerde taraflardan birisi lehine şart koşulan fazlalık demektir ve daha çok şu iki mânâda kullanılmıştır:
a. Ana sermaye yerinde kalmak şartıyla borçlardan vâdenin her uzatılmasına karşılık fazla bir paranın alınması. (Ribâ-i nesîe)
b. Bir şeyin kendi cinsiyle bir fazlalık karşılığında alınıp satılması. (Ribâ-i fazl)
Fâiz Kur’an-ı kerim, Sünnet-i seniyye ve İcmâ ile haram kılınmıştır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Ey iman edenler! Kat kat artırılmış olarak fâizi yemeyiniz. Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.” (Âl-i imrân: 130)
Fâizin kat kat artırılması, bir borca geçmişi eklene eklene fâizin ana para kadar veya daha çok miktarı bulması demektir. Sonuç olarak fâizin azı da çoğu da haramdır.
Buradaki kat kat ifadesi, yasaklamayı bununla sınırlamak değil, insanları bu yaptıkları kötü şey dolayısıyla kınamaktır.
“Kâfirler için hazırlanmış cehennem ateşinden sakınınız.” (Âl-i imrân: 131)
İmâm-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Hazretleri’ne göre Kur’an-ı kerim’deki en korkutucu Âyet-i kerime budur. Çünkü Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime’de haramlardan sakınmak suretiyle kendisinden korkmadıkları takdirde kâfirler için hazırlanmış ateşle müminleri tehdit etmektedir.
•
Allah-u Teâlâ temiz kazanç ile kirli kazanç arasındaki fark açıkça ortaya çıksın diye Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmuştur:
“Fâiz yiyenler ‘fâiz ticaret gibidir’ dedikleri için kıyamet günü kabirlerinden şeytan çarpmış gibi ihtiyaçlar içinde kalkacaklardır.
Oysa Allah alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır.” (Bakara: 275)
Allah-u Teâlâ fâizi ve fâizin girdiği bütün kazanç yollarını kesin olarak haram kıldığı halde; fâiz ile alış-veriş yapıp insanların kanlarını emenler, menfaatleri doğrultusunda fâiz alıp-vermekten çekinmeyenler, Âyet-i kerime’de belirtildiği üzere kıyamet günü kabirlerinden delirmiş gibi perişanlık içinde kalkarlar. Kör gibi, el yordamıyla hareket eden kimse gibi sağa sola yıkıla yıkıla çaresiz olarak dolaşırlar. En çirkin ve en kötü bir görünümle mahşer yerinde teşhir edilirler. Bu hal onların ayrıca özelliği olacaktır. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz miraç gecesinde fâizcileri Âyet-i kerime’nin tasvir ettiği şekilde görmüştür.
“Bundan böyle kime Rabb’inden bir öğüt gelir ve fâizcilikten vazgeçerse, geçmiş günahları kendisine ve hakkındaki hüküm de Allah’a âittir.
Kim de tekrar fâize dönerse onlar cehennemliktirler. Orada ebedî olarak kalacaklardır.” (Bakara: 275)
Zira onlar fâizi helâl görmek suretiyle kâfir olmuşlardır. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın haram kıldığı bir hükmü helâl gören bir kimse kâfir olur.
“Allah fâizle kazanılanı eksiltir, bereketini tamamen giderir. Sadakası verilen malları ise artırır. Allah küfrân-ı nimette bulunan günahkâr hiç kimseyi sevmez.” (Bakara: 276)
Fâizi helâl kılarak, fâiz yiyerek isyana devam etmek suretiyle küfrü gittikçe büyüyen, artan ve katmerleşen hiç kimseyi sevmez, aksine nefret eder.
Bu Âyet-i kerime fâizin çok çirkin bir şey olduğunu ve fâizciliği de müslümanların değil, ancak çok kâfir kimselerin yapacağını bildirmektedir.
•
Allah-u Teâlâ müminlere hitap ederek, onlara imanlarının gereği olarak fâizden vazgeçmelerini bir daha hatırlatarak Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’tan sakınınız. Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın.” (Bakara: 278)
Allah-u Teâlâ müminlerin iman etmiş olabilmeleri için fâizi terk etmelerini şart koşuyor ve imanı fâizi bırakmaya bağlıyor. Allah’tan korkup da arta kalan fâizden vazgeçmedikleri takdirde imanla alâkaları kalmıyor. Onlar her ne kadar mümin olduklarını iddiâ etseler de mümin değildirler. Allah-u Teâlâ’nın beyanı, şüphe bırakmayacak şekilde açıktır ve katidir.
“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 279)
Onların Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân etmelerinin mânâsı; Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a en büyük isyan ve tuğyanda bulunmanın ifadesidir.
Gerek fâizin helâl olduğunu ileri süren mürted veya ahdini bozmuş kâfir ya da fâizin haram olduğunu bildiği halde o inançla amel etmeyip fâize devam eden fâsık müslümanlar bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girmektedirler.
Âyet-i kerime’de geçen “Harp” ifadesi başka hiçbir tahrim Âyet-i kerime’sinde görülmez.
“Eğer fâiz almaktan tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Böylece ne kimseye haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.” (Bakara: 279)
Fakat tevbe etmezseniz, dinden çıkmanızdan dolayı ilâhî harbe muhatap olmakla kendinize yazık etmiş olursunuz. Hükmü yalnızca fâizi ilgilendiriyor gibi görünen bu Âyet-i kerime’ler, muhtevası ve delâleti bakımından bir çok yasaklara âit hükümleri de içine almaktadır.
Fâizciler hakkında buyurulan hem lafzî hem de mânevî bu şiddetli tehditler, hemen hemen hiçbir tahrim âyetinde yer almış değildir.
Hazret-i Allah’a ve Resul’üne harp ilân etmiş bu gibi kimseler en şiddetli bir dil ile lânetlenmişlerdir.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- fâiz yiyene, yedirene, şahitlerine ve kâtibine şüphesiz lânet etti.” (İbn-i Mâce: 2277)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bunları lânetlemesinin sebebi, bunların ilâhî rahmetten uzak olduklarını bildirmek ve bunların ilâhî nimetten uzak kalmalarını dilemektir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bedduâsının Allah katında makbul olacağı şüphesizdir.
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Fâiz yetmiş çeşit günaha sebeptir. Bunların en hafifi, kişinin anası ile zinâ etmesi gibidir.” (İbn-i Mâce: 2274)
Yani fâizin pek çok çeşidi vardır, hepsi de günahtır. En hafifi sayılan fâizin günahı, kişinin kendi anası ile zinâ etmesi kadar ağır bir günahtır.
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz fâizin her çeşidinin günahını otuz altı zinâya eşit saymıştır.
•
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurulmaktadır:
“Fâizle malını artırmaya çalışan hiçbir kimse yoktur ki, işinin âkıbeti malının azalmasına dönüşmesin.” (İbn-i Mâce: 2279)
Bu gibi kimselerin bu yolla zenginleştiklerini görmek mümkündür. Şu kadar var ki bunların servetlerinin ömrü kısa olup eninde sonunda iflâs ettikleri bir gerçektir.