Tamamı Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübarek Sûre-i celîle; on sekiz Âyet-i kerime, iki yüz kırk bir kelime ve bin yetmiş harften meydana gelmiştir.
İsmi 9. Âyet-i kerime’den alınmıştır. Dünyada iken kimlerin aldandığı, kimlerin de aldattığı ve aldatıldığı, kâr ve zararın belli olacağı kıyamet günü ortaya çıkarılacağı anlatıldığı için “Sûre-i Teğâbün” denilmiştir.
Tesbihle başladıkları için “Müsebbihât” denilen beş sûre-i şerif’in sonuncusudur.
Sûre-i şerif’in fazileti hakkında Ashâb-ı kiram’dan İrbâd bin Sâriye -radiyallahu anh- şöyle söylemiştir:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- yatıp uyumadan önce Müsebbihât’ı (Hadîd, Haşr, Saf, Cum’a ve Teğabün sûrelerini) okur ve bunlarda bin âyetten daha faziletli bir âyetin bulunduğunu söylerdi.” (Ebu Dâvud - Tirmizî)
Hadîd, Haşr, Saff, Cum’a sûre-i şerif’inde olduğu gibi, bu mübârek Sûre-i celîle de, göklerde ve yerdekilerin hepsinin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiğine dair beyan ile başlamaktadır.
İlk dört Âyet-i kerime’de bütün insanlara hitap etmekte; Allah-u Teâlâ’nın azamet ve yüceliğinin, kuvvet ve kudretinin tezahürleri anlatılmakta, inanan müminlerin ve inanmayan kâfirlerin durumları belirtilmektedir.
Akabinde hitap kâfirlere çevrilmekte; onuncu Âyet-i kerime’ye kadar geçmiş kavimlerin azaplarından bahsedilmekte ve başlarına gelen felâketlerin Hakk’ı yalanlayıp peygamberlere muhalefet etmek olduğu açıklanarak inkârcılar uyarılmaktadır.
Daha sonra da Allah-u Teâlâ iman edenlere hitap ederek bazı öğüt ve ikazlarda bulunmaktadır.
Şöyle ki;
Kâinatın ve insanın başına gelen her musibet O’nun emri ve izniyle olmaktadır. Müminler her türlü zor şartlarda bile olsa sebat göstermelidirler.
İman edildikten sonra Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a itaat edilmesi zaruridir. İtaatten yüz çeviren kimseler, başlarına gelebilecek her türlü zararı kabullenmiş demektir.
Müminlerin malları, eşleri ve çocukları birer imtihan sebebidir. Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ’ya gönülden sığınmaları, güçleri yettiği nisbette Allah korkusu içinde ömürlerini geçirmeye gayret göstermeleri gerekmektedir.
Ayrıca müminler mal fitnesinden korunabilmek için sevdiği mallarından Allah yolunda sarf etmelidirler.
Müsebbihat adı verilen Hadîd, Haşr, Sâf ve Cum’a sûre-i şerif’inin ilk Âyet-i kerime’lerinde dolduğu gibi; Teğâbün sûre-i şerif’inin ilk Âyet-i kerime’sinde de yerdeki ve gökteki, canlı ve cansız her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiği haber verilmektedir:
“Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah’ı tesbih ederler.” (Teğabün: 1)
O ulu Yaratıcı’yı Zât’ına lâyık olmayan şeylerden, her türlü kusur ve noksanlıklardan, beşeri sıfatlardan sürekli olarak tenzih ve takdis ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. O’ndan başka bir yaratıcı yok ki hamd ve senâya müstehak olsun.
“Mülk O’nundur.” (Teğabün: 1)
O’ndan başkasının değildir. Çünkü hepsini de yaratan, yaşatan ve nimetlerle donatan, tutan ve koruyan O’dur. Kullarının elindeki de O’nun mülküdür, hatta kulun bizzat kendisi de O’nun mülküdür. Mülkünün hem sahibi hem de hükümdarıdır, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Dengi ve benzeri, eşi, ortağı ve yardımcısı yoktur.
Her şeye sahip olmak ancak Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. İnsanların bir şeye sahip olmaları ise hakiki değil, geçicidir. O vermeseydi, hiç kimse bir şeye sahip olamazdı. Dilediğine dilediğini verir, dilediği anda da ellerinden alır.
Göklerin ve yerin anahtarları O’nun kudret elindedir. Yaratmak da emretmek de yalnız O’na mahsustur.
“Hamd O’na mahsustur.” (Teğabün: 1)
Dünyada da ahirette de hamd sadece O’nadır. Bütün hamd ve senâlarla, şükürlerle, medihlerle kendisine tâzim ve ibadet olunacak veliyy-i nimet O’dur. Çünkü hamd ve senâyı icabettiren bütün kemâlât ancak O’nda mevcuttur. En güzel övgüler ancak O’na yaraşır, O her övgüye lâyıktır.
“O her şeye kâdirdir.” (Teğabün: 1)
Kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde dilediği gibi tasarruf eder. Bütün kuvvetler O’nundur, dilediği şeyi yaratır, yarattığı şeyde dilerse dilediği kadar kuvvet ve kudret de yaratır. Dilerse güçsüzleri güçlü, zayıfları kuvvetli, âcizleri kudretli kılar.
Bugün fakir ve güçsüz gibi görünenleri yarın kuvvetlendirip büyük gâlibiyetlere erdirmeye, zengin veya güçlü zannedilenleri zelil ve perişan etmeye kâdirdir. Dilemediği hiç bir şey de olmaz. Kâdir ve muktedir ancak O’dur. O’nun her şeye gücü yeter.
O’nun kudreti ezelî ve ebedî olup, her türlü tasavvurun ötesindedir, her şeyi kuşatmıştır. Kudretinin delillerini kâinatın her zerresinde görmemek mümkün değildir.
Bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece “Ol!” der, o da derhal oluverir.
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, tedbirini görüp ihtiyaçlarını yerleştiren, her şeyi tam kemaliyle takdir ve icad ederek yaratan ancak Allah-u Teâlâ’dır.
Bir şeyi yapmak istediğinde; onu düşünüp tasarlamaya, zamana, mekâna ve numuneye muhtaç değildir. Her şeyin ilk numunesini meydana çıkaran O’dur. Kâinatı ve içindeki her şeyi misalsiz yaratmıştır. Her şeyin en güzelini yaratan O’dur.
Ezelde Allah-u Teâlâ vardı, kendisiyle beraber başka bir şey yoktu. Sonra varlığını ve kemâlini duyurmayı, hikmetiyle kâinatı ve insanı yaratmayı irade buyurdu, dilediği şekil ve nizam üzerine yarattı.
“Sizi yaratan O’dur.” (Teğabün: 2)
Siz hiç bir şey değilken, şu bulunduğunuz şekil ve biçimi almadan önce ilk mayanızı takdir ve icad ettik.
Yaratılışın başlangıcında şekilsiz bir yaratık olduğunuz halde sizi “Ahsen-i takvim” olan insan şekline koyduk.
“Böyle iken kiminiz kâfir kiminiz de mümindir.” (Teğabün: 2)
İnsan fıtratı, yaratıcıya iman etmeyi gerektirdiği halde, küfre de imana da kabiliyetlidir. Bazıları yaratılış gereğinin aksi olarak küfrü tercih etmiş ve böylece kâfir olmuş, bazıları da yaratılışının gereği olarak imanı tercih etmiş ve mümin olmuştur.
Âyet-i kerime’de görülüyor ki; insanlar iki kısma ayrılmışlardır ve imanla küfür dışında üçüncü bir yol yoktur.
“Allah her ne yaparsanız görür.” (Teğabün: 2)
Hidayete hak kazananı da görür, dalâleti hak edeni de görür. Herkesin yaptığına en mükemmel şekliyle karşılık verecektir.
“Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı.” (Teğâbün: 3 - Nahl: 3)
Zât-ı akdes’inin vasfı olan “Hakk”ın mânâsını göstermiş, mahlukat arasında bir intizam ifade eden üstün bir hikmetle her şeyi yaratmıştır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri ancak hak ile yarattık.” (Hicr: 85)
Hepsi de adalet ve hak ile ayaktadırlar, hiç bir şey abes olarak yaratılmamıştır. Bu âlemin idaresi sağlam ve saşmaz ölçülere göre yürür. Bu ölçüler sayesinde birbirleriyle çatışmazlar ve dağılmazlar.
Allah-u Teâlâ yarattığı herşeyi hak ile yarattığı gibi; insanı da, her uzvu yerli yerince ve en mükemmel bir tarzda, en güzel bir şekilde yaratmıştır. O’nun yaratıcı gücü bütün uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini gösterir.
İnsanın şekline, biçimine ve uzuvlarının uygunluğuna bakıp düşünen kimse, insanın şeklinin, diğer canlılara nisbetle en güzel bir şekil olduğunu anlar.
“Size suret verip, suretlerinizi de en güzel bir şekilde yapmıştır.” (Teğabün: 3)
Allah-u Teâlâ insana kendi ruhundan üfürmüş ve en güzel bir şekilde insan varlığını meydana getirmiştir.
Uzuvları ile, şekil ve şemâli ile her yarattığını öyle nimetlerle öylesine donatmıştır ki, her yaratık kendisinin müstakil bir vücut olduğunu sanır. Oysa her yarattığı O’nunladır ve O’nunla kâimdir.
“Dönüş O’nadır.” (Teğâbün: 3)
Geliş Allah’tan olduğu gibi gidiş de Allah’adır. O herkese yaptığının karşılığını eksiksiz verecektir. İyiler büyük bir mükâfâta erecekler, kötüler ise en ağır cezalara katlanmak zorunda bırakılacaklardır.
Ezelî ve ebedî ilmi ile olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen O’dur. O’nun sonsuz ve sınırsız ilminden gizli hiçbir şey yoktur. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
“Göklerde ve yerde olanları bilir.” (Teğâbün: 4)
Zaman ve mekân kaydı olmaksızın, küçük büyük, gizli âşikâr, olmuş ve olacak her şeyi en iyi bilen, hiçbir şey sonsuz ve sınırsız ilminden gizlenmeyen Zât-ı kibriyâ O’dur.
İster ulvî âlem olan göklerde, ister süflî âlem olan yerde olanları en ince teferruâtı ile bilir. Çünkü O yaratmıştır. Yaratan yarattığını bilmez mi?
“Gizlediklerinizi de açığa çıkardıklarınızı da bilir.” (Teğâbün: 4)
Bir insanın yüz sene ömrü olsa, en son nefesinde söyleyeceği sözden, yapacağı işten, son lokmasına kadar yiyeceğinden, içecek suyundan haberi vardır. Yalnız insan değil, yarattığı bütün varlıklar zerreden kürreye kadar böyledir. Bu hükmü O tayin ve takdir ettiği için her şeyi biliyor. Bu bilgi O’na mahsustur.
“Allah göğüslerin özünü bilendir.” (Teğâbün: 4)
Onun içindir ki insan bâtıl düşüncelerinden, münâfıkça kuruntulardan, kötü işlerden son derece kaçınmalı; kâinatın bütün sırlarını bilen Allah-u Teâlâ’nın ilminin ve kudretinin azametini tefekkür ederek rızâ-i Bârî’sine uymayan şeylerden çekinmeli, O’na karşı takvâlı olmalıdır.
Aynı zamanda nimetlerini yerinde sarfetmeli, hamdini ve şükrünü yerine getirmeli, huzuruna yüz akı ile gitmeli, küfür ve nifak, isyan ve tuğyan ile yüz karası içinde gidip ilâhî azaba atılmamalıdır.