Devlet ve milletlerin de fertler gibi takdir edilmiş belli ömürleri vardır. Fertler doğduğu, büyüdüğü, ihtiyarladığı, sonunda da öldüğü gibi; devletler de kurulur, gelişir ve nihayet Allah-u Teâlâ’nın takdir ettiği gün gelince yıkılıp tarihe karışır. Fertler gibi, bunların da bazıları uzun ömürlü, bazıları ise kısa ömürlü olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz hiçbir memleketi yok etmedik ki, onun mutlaka bilinen bir yazısı olmasın.
Hiçbir millet ne süresini geçebilir, ne de ondan geri kalır.” (Hicr: 4-5)
Gerek arazisini yerin dibine geçirip batırmak, gerekse halkını yok etmek veya başka âfetlerle helâk edilen memleketlerin hiçbiri körü körüne, tesadüf olarak helâk edilmiş değildir. Her biri Allah-u Teâlâ’nın hikmeti gereğince takdir edilip, Levh-i mahfuz’da yazılmış şaşmaz yazısı gereğince helâk edilmişlerdir.
Binaenaleyh şimdiki küffar kavimler de kendileri için mukadder olan zaman gelince, bütün şevketlerine rağmen lâyık oldukları âkıbete kavuşmuş olacaklardır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Hiçbir millet ne süresinden ileri geçebilir, ne de geri kalabilir.” (Müminun: 43)
İlâhi takdiri hiç kimse bozmaya kâdir değildir.
“Her ümmetin (hayatlarının son bulacağı) belirli bir eceli vardır.
Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de öne geçebilirler.” (Yunus: 49) (Bakınız. A’raf: 34)
O’nun her hükmü zamanında meydana gelir. Ceza zamanı geldiğinde ise hiçbir surette tehir edilmez.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde zulümlerine rağmen kullarına bir zamana kadar ruhsat verdiğini, süre dolunca da bu ruhsatı ellerinden alacağını haber veriyor:
“Eğer Allah zulümleri yüzünden insanları cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı.
Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar geciktirir. Süreleri dolunca da, ne bir an geri kalabilirler ne de ileri geçerler.” (Nahl: 61)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Yahudilerin yeryüzünde iki defa bozgunculuk yaptıklarını ve bunun karşılığı olarak da başlarına gelen felâketleri bir ibret numunesi olarak haber veriyor:
“İsrailoğullarına Kitap’da ‘Siz yeryüzünde iki defa fesat çıkarıp bozgunculuk yapacak ve kibirlendikçe kibirleneceksiniz.’ diye bildirdik.
Birinci bozgunculuğunuzun ceza vakti gelince üzerinize pek güçlü olan kullarımızı salacağız. Onlar memleketin her köşesini kontrollerine alacaklar, evlerin aralarına girip sizi araştıracaklar. Bu, yerine gelecek bir vaaddir.
Bunun ardından sizi o istilâcılara tekrar galip getireceğiz. Mallar ve oğullarla size yardım edecek, sayınızı artıracağız.” (İsrâ: 4-5-6)
“İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz o da kendinizedir.
İkinci bozgunculuğunuza karşı vaadedilen cezanın vakti erişince; yüzlerinizi kararta kararta kötülük yapmaları, önceden Mescid’e girdikleri gibi yine girmeleri, ele geçirdikleri yerleri harap etmeleri, mahvetmeleri için tekrar göndereceğiz.
Umulur ki Rabbiniz size merhamet eder, acır. Eğer dönerseniz, biz de döneriz. Cehennemi kâfirlere bir zindan kılmışızdır.” (İsrâ: 7-8)
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız.” (İsrâ: 58)
Bu helâk etme ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur. Nitekim küfür ve fasıklık sebebiyle yeryüzünde zaman zaman nice felâketler baş göstermektedir.
“Bu, kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)
Ne zaman olacağı, onu gerektiren sebepler ve nasıl olacağı gibi hususlar açıklanmamış, hiçbir şey bırakmamak kaydıyla Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Bu hüküm kesin olarak yerine getirilecektir.
Allah-u Teâlâ’nın sonsuz hikmetlerini ihtiva eden iradesinin gerektirdiğine göre, insanların her birine belli bir ecel tayin ve taksim etmiştir.
Âyet-i kerime’sinde buyuruyor:
“Aranızda ölümü biz takdir ettik. (Ne zaman öleceğinizi belirleyen biziz.)” (Vâkıa: 60)
İnsanların hayat süreleri değişik değişiktir. Kimi uzun kimi kısadır. Büyük küçük, genç ihtiyar hiç kimse belirlenmiş olan vakti gelmeden ölmez. Vakti gelince de bir dakika tehir olmaz.
“Ve bizim önümüze geçilmez.” (Vâkıa: 60)
Hiç kimse O’nu iradesinden alıkoyamaz. Her dilediğini dilediği şekilde yapar.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Ömrü uzayanın ömrünün uzaması, ömrü kısalanın ömrünün kısalması kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılmıştır.” (Fâtır: 11)
“Şüphesiz ki bu da Allah’a göre çok kolaydır.” (Fâtır: 11)
“O sizi çamurdan yaratmış, sonra da size bir ecel takdir etmiştir. Bir de O’nun katında belli bir ecel vardır. Böyle iken siz hâlâ şüphe edip duruyorsunuz.” (En’am: 2)
Hiç bir şey tesadüf değildir. Her biri mutlaka ilm-i ilâhide takdir edilmiş ve levh-i mahfuzda yazılmış olarak meydana gelir. Bütün bunlar Allah-u Teâlâ’ya göre çok kolaydır. O’na göre öldükten sonra diriltmek de kolaydır.
“Allah eceli gelince hiç bir canı geri bırakmaz. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır.” (Münafikun: 11)
Eceli geldikten sonra hiç kimseye mühlet vermez. Geri bıraktığı takdirde daha önceki durumundan daha kötüsüne dönecek olanı da, sözünde samimi olanı da en iyi bilen ve ondan haberdar olandır.
Binaenaleyh faydasız zamanda çare aramaya muhtaç olmamak için, ecel gelmeden önce âhiret tedarikine bakmak gerekiyor.
Her kim olursa olsun insanoğlundan hiç bir ferde Allah-u Teâlâ bu dünyada ebedi kalmayı nasip etmemiştir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Resulüm! Biz senden önce hiç bir beşere ebedilik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedi mi kalacaklar?” (Enbiyâ: 34)
Zaman zaman toplumlar arasında bir takım âfâkî felâketler zuhura gelir. Bütün bunlar fertlerin birer cezası mesabesindedir.
“Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O yine de çoğunu affeder.” (Şûrâ: 30)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.
“İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah kullara zulmetmez.” (Enfâl: 51)
Hiç kimseyi günahsız olarak cezalandırmaz.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Bir kul işlemiş olduğu günah sebebiyle rızıktan mahrum edilir.” (İbn-i Mâce)
“Zamanınızdan şikayetinize sebep olan şeyler, amellerinizin bozukluğundandır.” (Beyhaki)
•
Nuh Aleyhisselâm’ın kavminin küfürde uzun zaman inat ve ısrar etmeleri üzerine Allah-u Teâlâ onları kıtlıkla mübtelâ kıldı. Çok sıkıntılar çektiler, malları ve hayvanları helâk oldu, kadınlar kısırlaştı.
Nuh Aleyhisselâm onlara öğütlerde bulundu:
“Rabbinizden mağfiret dileyin, çünkü O çok bağışlayıcıdır. Mağfiret dileyin ki, üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın!
Size ne oluyor ki Allah’a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz?” (Nuh: 10-11-12-13)
Kudret ve azâmetinden korkmuyor, makamı karşısında titremiyor, O’ndan sakınmak suretiyle sevabını ummuyorsunuz.
•
Hûd Aleyhisselâm da kavmini tevbe ve istiğfara dâvet etmişti:
“Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin ki üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin, kuvvetinize kuvvet katsın. Günahkâr olarak yüz çevirmeyin.” (Hûd: 52)
Bu Âyet-i kerime’lerde tevbe ve istiğfarın her şeyin husûlüne vesile olduğu bildirilmektedir.
•
“Rabbinizden mağfiret dileyiniz ve O’na tevbe ediniz ki, belli bir süreye kadar sizi güzelce geçindirsin ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin.” (Hud: 3)
Günahlarınızdan dolayı Rabbinizin affını ister, samimiyetle tevbe eder, Rabbinize yönelerek ve O’na itaat etmek suretiyle tevbenize dosdoğru devam ederseniz, bu dünyada size geniş rızık ve müreffeh bir hayat sağlar.
•
Yağmur duâsında istiğfar etmek de bundan dolayı meşru olmuştur.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- halkla beraber üç gün yağmur duâsına çıkmış, istiğfardan başka bir şeyle meşgul olmamıştır. Ashab-ı kiram’dan bazıları “Yâ Ömer! Biz buraya rahmet duâsına geldik, sen rahmet duâsı ile meşgul olmadın!” dediklerinde “Ben semânın yağmur damarlarıyla duâ ettim.” buyurmuş ve Nuh Aleyhisselâm’ın kavmine söylediği sözleri beyan eden Âyet-i kerime’leri okumuştur.
•
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- dan rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Her kim istiğfara devam ederse, Allah-u Teâlâ o kimseyi her darlıktan kurtarır, her sıkıntısına bir ferahlık verir ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır.” (Ebu Dâvud)
•
İnanmayanların dünyadaki geçim süreleri çok azdır. Onun dünyadan faydalanması dünya ile sınırlı kalır, âhiret azabından kurtulmasına ise imkân bulunmaz.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Onları az bir süre geçindiririz, sonra kendilerini ağır bir azaba sürükleriz.” (Lokman: 24)
Dünyadaki şaşkınlık ve sapıklıklarının cezasına öylece uğramış olacaklardır.
“İnkâr edeni de az bir süre geçindirir, sonra onu ateşin azabına (girmeye) zorlarım.
Orası ne kötü varılacak yerdir.” (Bakara: 126)
İnanmayanlar da bu dünyada rızıklanırlar. Allah-u Teâlâ onlara mühlet verir. Bu da haklarındaki ilâhî azabın artmasına sebep olacaktır.
“Sakın kendilerini denemek için dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlikler verdiğimiz kimselere gözlerini dikme! Rabbinin rızkı hem daha hayırlı hem de daha süreklidir.” (Tâhâ: 131)
Onlar, bu nimetleri kendilerine vermiş olan Allah-u Teâlâ’yı bilmez, varlığını, birliğini, kudretini tasdik etmezlerse, bu yüzden ahirette azab görecekleri şüphesizdir. Çok defa bu nimetler daha dünyada iken ellerinden çıkar.
Allah-u Teâlâ’nın ahirette vereceği nimetler ise, kâfirlere dünyada iken verilmiş olan fani şeyler gibi değildir. Onlar aslâ zeval bulmayacaktır.
“İnkâr edenlerin refah içinde diyar diyar dolaşması sakın seni aldatmasın!” (Âl-i İmran: 196)
Ondan az bir zaman faydalanırlar, sonra da nimet yok olur gider, ahirette ise büyük bir felâketle karşılaşırlar.
•
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Eğer bütün insanlar (küfre meyledip) tek bir ümmet olma durumuna gelmeyecek olsaydı, Rahman olan Allah’ı inkar edenlerin evlerinin tavanlarını, çıkacakları merdivenleri, evlerinin kapılarını, üzerine yaslanacakları koltukları gümüşten yapar ve onları altın ziynetlere boğardık.
Bütün bunların hepsi sadece dünya hayatının geçimliğidir. Ahiret ise Rabbinin katında, O’nun azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.” (Zuhruf: 33-34-35)
Allah katında dünya malının hiçbir değeri yoktur. Altın ve gümüşün kıymet olarak bilinmesi insanlara göredir.
•
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Kâfir bir iyilik yaptığında bunun karşılığında dünyalık verilir. Mümine gelince, Allah-u Teâlâ onun iyiliklerini ahirete saklar, dünyada da taatına göre rızık verir.” (Müslim)
İstiğfara devam edip de ihtiyaçtan ve sıkıntılardan kurtulmayanlar, istiğfarın şartlarını yerine getirmeyen kimselerdir.
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyurur:
“Eğer kullarım bana hakkıyla itaat etselerdi, onları geceleyin yağmurlarla sular, gündüzleri üzerlerine güneş doğdurur ve onlara gök gürültüsü işittirmezdim.” (Ahmed bin Hanbel)
Yaratan O olduğu gibi yaşatan da, donatan da O’dur. O yaratıyor, O yönetiyor. Mülk O’nun, bütün tasarruf hakkı ve hüküm O’nundur.
Arş-ı Rahman’dan bütün yarattıklarına hükmünü sürdürmeye devam etmektedir.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sonra Arş’ı istivâ etti. (Oturdu, oradan mülkünü yönetmektedir.)” (Furkan: 59)
Yerden göklere, göklerden Arş’a varıncaya kadar bütün yaratıklar; O’nun hüküm ve idaresi altında, andan âna, halden hale, şekilden şekile, devirden devire, oluş ve yok oluş, farklılık ve benzeyiş ile değişip gitmektedir.
O ise tam bir hakimiyet ve tam mülkiyet ile bütün zerrelerin ve kürrelerin, ruhların ve cisimlerin, güçlerin, saltanatların ve iktidarların üstünde bir azamete sahiptir. Oradan hem yaratıyor, hem yaşatıyor, hem yönetiyor, hem rızıklandırıyor, hem de öldürüyor.
Diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Buyruğunu icrâ eder.” (Yunus: 3)
Arş’ından arzına varıncaya kadar mahlûkatın bütün işlerini hikmet ve maslahatının gerektiği şekilde bizzat kendisi yönetir ve yönlendirir. Hiç kimse O’nun hiçbir tedbirine mâni olamaz. Hükümranlığı kayıtsız şartsız ve devamlıdır.
“Yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratan Allah’tır.” (Talâk: 12)
Bu ise O’nun mülkünün genişliğini göstermektedir. Mülkünün genişliği karşısında bütün bu yeryüzü ve bir o kadarı çok basit kalır.
O’nun bir İsm-i şerif’i de “Vâli”dir. O öyle bir Vâlî-i âzam’dır ki, mülkünü ve mülkünde olup biten her şeyi tek başına tedbir ve idare eder.
Azâmet ve ululukta eşi yoktur, her şeyde, her hadisede büyüklüğünü gösterir.
Her türlü perişanlıkları düzeltip yoluna koyar, dilediğini dilediği şekilde yaptırmaya muktedirdir. Hiçbir güç ve kudret O’na muhalefet edemez.
Mukaddes şânına saldırıda bulunanların cezasını verir, şiddetli intikamı ile perişan eder. Her şeye hükmünü geçirir. Zâlimlerin, zorbaların gurur ve kibirlerini kırar, kahreder.
Kâfirleri inkârları ve azgınlıkları sebebiyle lânetle alçaltır, düşmanlarını rahmetinden uzaklaştırarak esfel-i sâfiline indirir. Şan ve şeref sahibi iken bir anda rezil ve rüsvay eder.
İtaat edenleri aziz kıldığı gibi, isyan edenleri de zelil kılar. O’nun zillete düşürüp hakir kıldığı kimseler şereflerini yitirirler.
Kendisinden hiçbir şey gizlenmez, bütün işleri murakabası altında tutar.
İntikamı çok elemli ve pek şiddetlidir. Kâfirleri, zâlimleri, fâsık ve fâcirleri yaptıkları isyanlardan dolayı hemen kahredivermez, bir zaman mühlet verir, bu mühletin arkası çok korkunçtur. Kötü ve isyana yönelen milletler ve cemiyetler de böyledir.
•
Sultan Alparslan Malazgirt savaşının başında askerlerine yaptığı konuşmasında:
“Burada Allah’tan başka sultan yoktur.” dedi.
Sultan Murad da Kosova’da aynı şeyi söyledi. “Mülk ve kul senindir, sen kime dilersen ona verirsin.” diyerek acziyetini itiraf etti.
Allah-u Teâlâ da onlara büyük muzafferiyetler bahşetti.
Hakikatı bilen kumandanlar böyle söyledi.
Kendisini bir şey zannedenleri Kahhar olan Allah-u Teâlâ kahretti.