Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
MAKALE - Hacegân Büyüklerinin Taht-ı Terbiyeleri - Ömer Öngüt
Hacegân Büyüklerinin Taht-ı Terbiyeleri
MAKALE
Misafir Yazar
1 Nisan 2003

 

Hacegân Büyüklerinin
Taht-ı Terbiyeleri

 

Arzu Balkanlı


Tarikât-ı âliye’ye dehâlet etmeyen bir kimse nefsini tanıyıp, tehlike ve tuzaklarından haberi olmaz ki onunla mücadele etsin, ıslaha çalışsın. Bir insanın sana yapacağı en büyük düşmanlık seni öldürmesidir. Belki de bu şehâdete vesile olacağından, seni en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde ölürsen ebedî hayatın mahvolur.

Hadis-i şerif’te nefsin insana ne kadar büyük tehlike olduğunu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz şöyle beyan buyuruyor:

“En şiddetli düşmanın, iki yanın arasındaki nefsindir.”

Tarikattaki terbiye, önce nefsi tanıyıp, öğrenmek ve ıslah etmek suretiyle başlar. İlk ve önemli aşama nefis terbiyesinden geçer.

Nefis başlangıçta yeni doğan çocuğa benzer. Islah ve ifsada kabiliyeti bulunduğundan, bir ilim-irfan erbâbının taht-ı terbiyesine girmeye muvaffak olursa; terbiye sayesinde dünya saâdetine, ahiret selâmetine ulaşır.

Bir kişinin muradı taht-ı terbiye ve yetişmekse, intisap gerekiyor. Daha sonra imanı tekamül ettirmek geliyor. İmanın tekamülü içinse sıfırdan başlamak lâzım. Öyle ki; bir mürid, mürebbisine vasıl oluncaya kadar çok rahat tavırlar içersindedir. Herkesle ünsiyet eder. Fakat tevhid tohumu kalbe düşünce evvelce hoşlandığı şeylerden artık kaçınmaya başlar. Haram ve helâl olan şeyleri tefrik edip, şüpheli şeylerden uzaklaşır. Sevenle, sevilen arasında büyük ahlâk tesis edince sevgilinin rızâsı uğrunda yapılmayacak ne kalır?Bütün iyiliklerin Hazret-i Allah’a, bütün kötülüklerin kendi nefsine âit olduğunu idrak eder. Aciz ve günahkâr olduğunu itiraf eder. Asıl hakikat budur. Fakat bunları kabullenip, yaşantıya dökmek herkes için kolay değildir. Kişinin azmi sayesinde Hazret-i Allah kendisine lütfedecektir. Bütün bunlar yerine oturdu mu haddelerden geçmeye, varlığını yavaş yavaş yok etmeye başlar. Bu da ağır imtihanlar ve ibtilâlar demektir. Bu safhada o en büyük, şiddetli imtihanlar müride lezzet ve keyif vermektedir. Çünkü azda olsa Hazret-i Allah’a yakınlaşmasının mutluluğunu onlarla tadıyordur. Nihayet süzüle süzüle, öyle bir noktaya gelir ki, bütün varlığının O’nun olduğunu itirafa mecbur kalır.

Yol çok ince. Bir o kadar da etkileyici ve güzel. Tarikattaki terbiye konusunu birde yolumuzun büyüklerinden örneklerle ele alalım. Nakşi yolunda terbiye, edep, haya pişmek... Hep bunlar ardı ardına sıralanmıştır. Mürid bir tanesini başarırsa, hemen diğerine geçirirler. Belki bir senede, belki bir anda, belki ömrü bile bir tanesinin terakkisine yetmez.

Nakşibendi Hazretleri’nin şu sözü herşeyi açıklar gibi:

“Derviş yük çeken ata benzer. Yüklendikçe çeker.”

Elbette kişi istidadı neticesinde yüklenir. Fakat kendisinin olduğundan haberi yoktur.

Ubeydullah Ahrâr -kuddise sırruh-Hazretleri:

“Bu yolda pişenlerin, uzun zaman piştiğinin haberi olmaz. Karpuzun güneşin altında pişmesi ve olması gibi. Onun halinden yalnız bostancı anlar.” buyurmuştur.

Alaâddin Attar -kuddise sırruh-Hazretleri de, müridin tarikattaki terbiyesi hususunda şunları söylemiştir:

“Bu yola ilk girenlere lâzım olan bütün varlığından geçmektir. Müridin ne kadar ibadet ve taatı, ilim ve marifeti varsa, hepsini birden yokluk deryasına atacak ve gönlünü Allah’a bağlayacaktır. Müridin terbiyesine ilk engel nefsi ve kendisidir. İradesini Hakk’ın iradesinde, kudretini Hakk’ın kudretinde ifnâ etmedikçe Allah’a yaklaşamaz. Bu ifnâ edişin birinci şartı; şeriatla beraber Hakk’ın muradını, nefsin muradından üstün tutmak. Lâkin bu hâl zordur. Nefse öyle Muhammedî bir nur gerekir ki, mürid ona gönül verip, varlığını onun varlığında ifnâ etmeyi bilsin. Bunun için mürşidine tam teslimiyet gerekir. Şayet mürid varlığını mürşidinde ifnâ edecek olursa, artık kendi nefsini arasa da bulamaz. Böyle olunca da mürşidin mazhar olduğu tecellilerden kendisinde kabiliyet istidâdı nisbetinde akisler ve pırıltılar belirir. Mürşidin aynasından ona öyle bir hakikat görünmeye başlar ki nefsi ve dış dünyası topyekün gözünde silinir.”

Ebul Hasan Harkani -kuddise sırruh-Hazretleri’ne:

“Sofilik nasıl olur?” diye soran zât’a:

“Cübbe ve seccadeyle, görenek ve âdetle olmaz. Yok olmakla olur.” buyurmuş ve devamla; “Kırk yıldır nefsim bir içim soğuk su, yahut bir bardak ekşi ayran dilemekte, henüz dilediğini ona vermedim. Kırk yıldır yekpare bir zaman içindeyim. Allah gönlüme nazar eder ve orada kendisinden başkasını görmez.” buyurmuştur.

Cüneyd-i Bağdâdi Hazretleriyse, Şibli Hazretlerine “Evvelâ yedi yıl ticaret ve kazanç” emretti. Bu yedi yıl kazanç “Şibli’nin o güne kadar işlediği zulümlere karşı sadaka olarak dağıtılacaktır. Ondan sonra yedi yıl helâ temizliği vazifesi yüklenecek, ancak ondan sonra kendisine tarikat ve riyazet talim edilmeye başlanacaktır.” buyurmuştur.

Şah-ı Nakşibend -kuddise sırruh-Hazretleri’nin dervişlerinden biri, adamın biriyle kavga ediyor ve adamın kalbini kırıyor. Sonra Buhara’ya gelip, Nakşibend Hazretleri’nin huzuruna çıkıyor. Ne bir iltifat ne alâka. Böyle görüşüp gidiyor. Derviş, Nakşibend Hazretleri’nin iltifatını kazanmak için çırpınsa da nafile. Tekrar huzura çıkıp, gözyaşları içinde yalvarıyor.

Hazret: “Köyüne dön. İncittiğin adamın gönlünü al. Hatırını hoş et ve gel. Bunu yapmadıkça seni sohbetime alamam.” buyuruyorlar.

Derviş, mahzun bir halde köyüne dönüp adamı buluyor. Fakat bir türlü gönlünü alamıyor. Biçare derviş hergün uğraşa dursun. Birdenbire Nakşibend Hazretleri o köyde dervişe misafir oluyor. Kalbi kırılan adamın evine gidiyorlar. Nakşibend Hazretleri adamın evinin önüne gelince, mübarek yanaklarını kapının eşiğini koyup, yalvarıyor.

“O suçu dervişim işlemedi. Ben işledim. Affet!”

İncinen adam o kadar müteessir ki, hemen hakkını helâl ediyor. Asıl kendisinin affedilmesini isteyerek Nakşibend Hazretleri’nin eteğine yapışıyor. Artık o da yola girenlerden.

Bu kıssalardan anlaşılan o ki; yolumuzun büyükleri, müridin önce nefsine yönelmişler. Nefis zedelenince, ruha kuvvet yüklemişler. Tabii nefsi en çok; zillet, alçalma ve horlanmayla ezmişler.

Nefsi mecazi olarak kirli yüne benzetmişler; kirli yün nasıl temizlene temizlene, taraklardan, tezgâhlardan geçe geçe halı gibi olup, nefiste ayak altına serilmedikçe terbiye ve ıslahı mümkün olmayıp, tarikat mektebi de bitmiş sayılmaz. Bu zorlu yol hakikat terbiyesine, oradan da marifet terbiyesine geçişin ilk anahtarıdır. Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri’nin sırtında işli kaftanıyla sokak sokak ciğer satması nefis tezkiyesine en önemli örnektir. Ama şimdiler öyle mi?

“Bugünlerde ne dervişlik, ne de müridlik kaldı. Hepsi birer halife, şeyh oldular.” buyuran Nakşibend Hazretleri’nin sözünü doğrular gibi.

Onlar ki o yüce makamlara güle oynaya çıkmamışlar. Herkes kendisine sorsun. Bu kadar azgın nefislerimizle, günümüzde bu denli ağır bir terbiyeyi hangimiz yüklenip, kaldırabiliriz. Yola can-u gönülden teslimiyetle bağlanmadıkça her şey ağır gelecektir. Bazı kimselerin “benim yolum hakikat yolu, tarikat yolu değil” demeleri insana ne kadar tuhaf geliyor. Halbuki tarikattaki mücadeleyi bilse değil o yola girmek, hemen kaçar. Böyle dikenli yollarda yürümeden tarikât-ı âliye’ye ayak basıp, hakikata çıkmadan, insanın mârifete ulaşması, ilk okulu okumayan bir insanın “üniversite de okuyorum” demesine benzer.

Rabb’im böyle söyleyen din şarlatanlarından cümlemizi muhafaza buyursun.