Amerika bütün kibri ve zalimliği ile geldi ve savaşını başlattı. Amerikan yönetimi Ortadoğu ile birlikte kendi milletini ve hatta bütün dünyayı mahvetmeyi göze almış görünüyor. Amerika’nın toy, zeka özürlü başkanı yönetimi ele geçiren siyonist örgütün elinde rüzgarda savrulan yaprak gibi. Üstelik aynı zamanda fanatik bir haçlı.
11 Eylül’de yanan çıra 2003’ün Mart’ında yerküreyi tutuşturdu. Tutuşan bir sobanın yandıkça yanması gibi bu yangın da yandıkça büyüyecek. Bu yangın Amerika’yı da yakacak. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.
Türkiye bu yangından nasıl kurtulabilir, en az hasarla nasıl atlatabilir, bunun telaşı içerisinde olmak ve ona göre uzun vadeli düşünerek doğru kararlar almak gerekmektedir. Nitekim ekonomik durumumuz ve Kuzey Irak gibi konular uzun vadeli düşünmemizi engelliyor. Nüfuz casuslarının demagojik operasyonlarına zemin hazırlıyor. Meşruiyet tartışmaları da yanlış zeminde yapılıyor.
Savaşın Türkiye’ye etkileri ve izlenmesi gereken yol hakkındaki fikirlerimizi arzetmeden önce Amerika’yı bekleyen akibeti ortaya koymaya çalışalım.
Esasen Amerikan ekonomisi çok kötü bir durumda. Mesela 2002 yılı dış ticaret açığı tam 430 milyar dolar. Bu rakam ABD gayri safi milli hasılasının yüzde 6'sına tekabül ediyor. IMF’nin, Brezilya, Arjantin, Meksika ve Türkiye gibi ülkeleri bu oran yüzde 5 olduğu zaman uyardığını ve yakın takibe aldığını, hatta o ülkeyi 'riskli' ilan ederek dünya ülkelerini ikaz ettiği hatırlanırsa bu açığın vehameti daha iyi anlaşılacaktır. Yine Amerika tarihinin en büyük bütçe açığı (630 milyar dolar) gerçekleşti ve bunun artarak devam edeceği söyleniyor.
Kısa süreli bir savaş Amerikan ekonomisini geçici olsa da rahatlatıyor. Daha evvel böyle olmuştur. Bunun sebebi devletin silah sanayiine aktardığı dolarların ekonomide geçici bir canlanma oluşturması ve dünya üzerindeki dolar hakimiyetinin askeri ve siyasi kazanımlarla desteklenmesidir. Dünya ekonomisindeki dolar hakimiyetinin -referans döviz biriminin- ve devletlerin döviz rezervinin Amerikan doları olması ABD açısından çok önemlidir. Savaşın uzaması Amerikan ekonomisine ek yük getirmesinin yanında Amerika’ya olan güvenin sarsılması sebebiyle zaten uluslararası piyasada tahtı sallantıda olan dolardan kaçışı başlatacak ve bu ABD’ye büyük bir enflasyon olarak yansıyacaktır.
İnternette dolaşan ve bu durumu gayet güzel anlatan bir uzman yorumu Yeni Şafak gazetesine haber oldu, bazı köşe yazarları bu yorumu makale konusu yaptı. Bu yorumu bazı düzeltmelerle dikkat nazarlarınıza arzetmek istiyoruz:
“Dolar basma yetkisine sahip Amerikan Merkez Bankası -Federal Reserve-, aslında özel sektör (Yahudi bankacılardan oluşan bir konsorsiyum) tarafından temsil edilmektedir.
Herhangi bir ülke 50 milyon dolarlık bir şey satın almak istediğinde bu parayı elde etmek için bir bedel vermek zorundadır. Oysa Amerika aynı şeyi satın almak istediğinde, sadece matbaaya biraz mesai yaptırması kâfidir. Nitekim Amerika son 50 yılda her ihtiyacı olduğu zaman, hazinesinde altın karşılığı olmadan sık sık para basarak dünyayı Amerikan doları ile doldurmuştur.
Bazı hesaplara göre 2500 milyar dolarlık Amerikan bütçe açığı (resmi rakamlar 630 milyar dolar) gelecek 3 yılda 3500 milyar dolara yaklaşacak. Amerikan para birimi dünyanın dövizi olarak kaldığı sürece bu bir sorun olmaz. İstedikleri zaman para basıp borçlarını kapatabilirler.
Dünyanın diğer ülkelerine göre Amerika veresiye yaşıyor.
Bu noktada sorun başlıyor: Irak OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Birliği) üyesi olup kendi petrollerini Euro referans alarak satmayı kararlaştıran ilk ülke (6 kasım 2000). O tarihte 1 Euro’nun 0.8 Dolar olduğu düşünülürse bunun cesur bir karar olduğu görülecektir. O günlerde çok zarar eden Irak şimdi büyük kârlar elde ediyor, zira Dolar Euro'nun gerisine düştü. Bu Saddam'ın en büyük hatasıydı ve Amerika tarafından asla affedilemez bir hata. OPEC'e üye iki ülke (İran ve Suriye) de Euro’ya geçmek hazırlığında ve bunu diğer üyeler de takip etmek niyetinde.
Dünya petrol rezervlerinin %7’sine sahip olan Venezüella para rezervlerini Euro-Dolar karışımı şeklinde değiştirdi. Rusların merkez bankası da rezervlerinin yarısını değiştirdi Euro'ya. Çin de aynı şeyi yaptı. Bunun sonucunda dünya piyasalarında anormal bir dolar fazlalığı ve Euro talebi oluştu. Bunlar Dolar’ın Euro karşısında değer kaybetmesinin başlıca nedeni. Bu durumun devam etmesi Amerikan ekonomisi için resmen bir çöküş demek. Euro dünyanın dövizi oldukça Dolar müthiş bir değer kaybına uğrayacak. Amerika keyfince dolar basamayacak (karşılığı olmadan), bütün dünya ülkeleri dolarlardan kurtulmaya bakacak. OPEC’ten petrol satın alabilmek için, tüm büyük yatırımcılar Amerikan pazarından çekilip Avrupa pazarına yönelecekler.
Aslında Amerikanın Asya ülkeleriyle yaptığı politik anlaşmalarla Dolar suni şekilde değerini korumaya çalışıyor. Şöyle ki; Amerikan pazarının hemen hemen tüm ihtiyaçları bu ülkeler tarafından karşılanıyor. Amerika bu ülkelere üretmeleri için borç veriyor. Onlar ürünlerini Amerika'ya satıp borçlarını ödüyor. Bu şekilde bir kısır döngü devam ediyor. Asya Dolar’dan vazgeçip Euro'ya geçerse Amerikan ekonomisi çöker. Zira onların da petrole ihtiyaçları var. OPEC’ten petrol alabilmek için onlar da Euro'ya geçme eğiliminde. Sonuçta Bush bir "kara liste" hazırlayıp, buna Euro ile petrol satmak isteyen ve rezervlerini Euro'ya çeviren tüm ülkeleri dahil etti. Amerika zamanla bu ülkelerde (Irak, İran, Suriye, Venezuella) yönetimi kendi çıkarları doğrultusunda değiştirene kadar mücadele edecek. (Savaş veya iç karışıklıklarla).”
Bu ilginç bilgileri veren yazı şu cümleyle bitiyor: “Ortada çok büyük bir "pasta" var (dünya ekonomisi). Amerika kazanmak zorunda, yoksa dünyada süper gücünü Euro’ya kaptıracak. Fransa ve Almanya’nın aslında karşı gelmelerinin nedeni de bu. Bildiğiniz gibi İngiltere Euro'ya geçmedi. Saddam bahane. Savaş kısa olmayacak gibi. Bu sadece bir başlangıç.”
ABD’nin Irak’ta kolay bir savaş kazanamayacağı anlaşılmıştır. Buna rağmen savaşı İran, S. Arabistan ve hatta Mısır üzerinde genişletmeye azimli olan Amerikan yönetimi (daha doğrusu yönetimi ele geçiren siyonist örgüt) kendi elleriyle Amerika’nın yıkılışını hızlandırdıkları gibi büyük devletler arasındaki uçurumun da artmasına ve böylece çok daha büyük bir savaşa zemin hazırlamış olacaklardır.
Amerikalılar savaşı Saddam gibi bir zalimi devirmek ve insanları kitle imha silahlarından korumak şeklinde süslü bir paketle yutturmaya çalıştıkları gibi, savaşa karşı çıkan Fransa, Rusya gibi ülkelerin Irak’taki çıkarlarını düşünerek savaşa karşı çıktıklarını söyleyerek propagandalarının zeminini genişletmeye çalışıyorlar. Fransa, Rusya ve Almanya gibi ülkelerin karşı çıkışlarında menfaat saikiyle hareket ettikleri bir gerçek. Ancak buradan çıkartılacak önemli bir nokta var. Özellikle Fransa’nın veto tehdidinde ısrar etmesinden de anlaşılacağı üzere ABD büyük devletleri devre dışı bırakmaya kararlı gözükmektedir. Büyük devletler arasında her zaman bir paylaşım mücadelesi olmuştur. Bu mücadele karşıdakinin hayati çıkarlarını yoketme noktasına geldiğinde ise büyük dünya savaşları patlak vermiştir. Özellikle maden ve petrol paylaşımları bu bakımdan önemlidir.
ABD bu kadar devleti karşısına alarak ve 19. yüzyıl taktikleri ile ülkeleri işgal ederek uzun süre muvaffak olamaz. Bu sebeplerle önümüzdeki yıllarda ABD’nin hızlı bir çöküşüne şahit olacağız.
Trilyonlarca dolarlık bir ekonominin ve yüzlerce milyar dolarlık bütçesi olan bir ordunun birdenbire çökmesi elbette beklenemez. Gerçi bu biraz da bizim zaman algılamamıza bağlıdır. Sovyetlerin çöküşü daha dün gibi belleklerimizdedir. Ancak neredeyse 15 yıl öncesinin hadisesidir. Orta kuşak insanımız Kıbrıs Barış Harekatını çok iyi hatırlar. Bu savaşın üzerinden ise 30 yıl geçmiştir. Amerika’nın çöküşünü görmek için bundan daha uzun beklemeyeceğiz.
Nitekim birçok düşünür ABD’nin bugünkü tavrını Roma’nın yıkılışına sebep olan tahripkar ve bencil “Askerî zorbalık düzeni”ne benzetmekte ve yıkılış sürecinin başladığını söylemektedir.
Amerikan askerî gücü karşısında durabilecek başka bir askerî güç halihazırda yok. Ancak ABD’nin kibirli ve pervasız tavırları sebebiyle Avrupa ve Rusya’da askerî alanda hızlı bir ilerleme ve gayret yaşanabilir. Avrupa’da ve özellikle Rusya’da gerek uydu teknolojisi gerekse elektromanyetik vb. teknolojiler hakkında belli bir altyapı mevcuttur. 1930’lu yılların başlarında siyasi ve ekonomik krizlerle boğuşan Almanya’nın 5-6 yılda Avrupa’nın en kudretli ordusunu inşa edebilmiş olması insan ve bilgi altyapısının hazır olması sayesindedir.
Bugünün Amerika’sı; 1. Dünya Savaşı’nın denizler hakimi İngiltere’sinden çok, 2. Dünya Savaşı’nın ihtiraslı Almanya’sına daha çok benzemektedir. Hemen her ülkedeki protesto gösterilerinde Bush Hitler’e benzetilen pankartlara konu olmaktadır.
Irak’ta yaşanan savaş küçük bir savaştır. Büyük ülkelerin birbiriyle savaşması ise bir afattır. Böyle bir savaşta harpçi askerleri bulunmayan bu ülkeler taşeronlar bulmaya çalışırlar. (Hatırlanacağı üzere ünlü spekülatör Soros Türkiye’ye gelerek “Türkiye’nin en iyi ihraç ürünü ordusudur.” demişti.)
Büyük devletlerin birbirine girmesi 2. dünya savaşı ile kıyaslanamayacak kadar büyük bir tahribata sebep olacaktır. Bu savaşın kazananının olması mümkün değildir. Bu sebeple Türkiye bu süreç içerisinde bir tarafı destekleyen veya bir tarafa düşman olan bir ülke olmamalı, denge politikası uygulamalıdır. Yeri geldiği zaman uygulanan işbirlikleri birgün ortalık karıştığında bizi bağlayacak ortaklıklara dönüştürülmemelidir.
Bu sebeple 2. tezkerenin meclisten geçmemiş olması çok büyük hayırlara sebep olmuştur. Amerikan askeri Türkiye’ye yerleşmiş olsaydı, uzun süre topraklarımızdan çıkmazdı. Çünkü bizzat Amerika’nın Ankara büyükelçisi baklayı ağzından kaçırmış, “Bu savaş 25 yıl sürer” demiştir. Amerikan askeri Türkiye’ye yerleşmiş olsaydı, Türkiye Irak’ın düşmanı ve tabii bir hedefi, İran’a saldırdığında İran’ın düşmanı ve tabi bir hedefi olacaktı. Suriye, Arabistan, Mısır buna keza. Yine ABD’ye tavır alan ülkelerin tabi bir hedefi haline gelecektik.
Üstelik birçok düşman kazanmanın çok ötesinde kayıplarımız olacaktı. Bütün dünya nazarında; ABD’nin isteklerine karşı çıkamayan Ürdün gibi sıradan bir ülke, ABD gibi mütecaviz bir işgalci, Danimarka gibi leş gözleyen bir akbaba pozisyonuna düşecektik. Bütün insanlar bize para ile onurunu satan birisi nazarıyla bakacaklardı.
Meşruiyet tartışmaları yanlış bir zemin üzerinde yapılmaktadır. Meşruiyet arayışlarının BM Güvenlik Konseyi onayına indirgenmesi doğru değildir. Zira BM Güvenlik Konseyi büyük devletler arasındaki dengenin gözetilmesi ve tekrar büyük savaşların yaşanmaması için oluşturulmuş siyasi bir kurumdur. Büyük devletler bu kurum nezdinde üzerinde anlaştıkları bir konuda hukuka aykırı kararlar da alabilmektedirler. Kıbrıs konusunda olduğu gibi.
ABD’nin BM’i takmaması, hatta çiğnemesi de daha ziyade siyasi neticeleri açısından önemlidir. Zira bu tavır dünya savaşından sonra kurulan çıkar dengesinin yıkılması ve yeni bir dünya savaşına zemin hazırlaması noktasında bütün dünyayı dehşete düşüren bir tavırdır.
Meşruiyet tartışması evrensel değerler denilen (hemen hemen tamamını İslâm’dan ve bizden miras aldıkları) hukuki ve ahlaki temeller üzerinde yapılmalıdır. Bu tartışmayı ülkemizin siyasi temsilcilerinin yapması konumları itibari ile biraz zordur. Ancak insanımıza doğru bilgi verme yükümlülüğünde olan fikir ve kanaat önderlerinin, gazeteci ve yorumcuların bu konulara açıklık getirmekte aciz kalmaları, hatta kendi fikirleri doğrultusuna Türkiye’yi çekebilmek için “BM kararları bu kadar önemli de niye Kıbrıs’ta uygulamıyorsunuz?” diye soru sormaları affedilecek bir şey değildir.
Bunun yanında bu tartışmaların bir de “halklar nezdinde meşruiyet” diyebileceğimiz bir boyutu vardır.
Uluslararası siyasette etkinliğin en önemli unsurlarından birisi ülke halkları nezdinde olumlu duygu ve düşüncelere sahip olunmasıdır. Ülkeler ve halkları arasındaki manevi bağın kuvvetli olması gücünüze görünmeyen güçler katar. Saygınlığınız ve etkinliğiniz bu sayede artar. Unutulmamalıdır ki gerek Osmanlı’nın son zamanlarında gerek Kurtuluş Savaşı yıllarında dönemin “Güneş Batmayan İmparatorluk”u İngiltere’yi ülkemiz üzerindeki hesaplarında frenleyen önemli öğelerden birisi o vakit İngiltere sömürgelerinde yaşayan ülke (Pakistan ve Hindistan gibi) müslümanlarının baskılarıdır.
Sömürgeciler bölge halklarını kendilerine bağlayabilmek için didinip dururken, Osmanlı Padişahı’nın selamını taşıyan bir mektup, ufak bir hediye büyük bir saygıyla karşılanır, hediyeyi alan önderler bağlılıklarını bildirirlerdi.
Batılı sömürge devletleri etki sahalarındaki ülkeleri denetim altında tutabilmek için yıllar yılı büyük bir gayretle imaj propagandası yapmışlardır. Gerek Avrupa siyasetine ve gerekse bütün perdeleri yırtmadan önceki ABD siyasetine bakıldığında bunun örnekleri görülür. İmajlarına zarar verecek ilişkilerini gizli ve el altından yürütürler. Soykırım uyguladıkları ülkelerde bile kendilerine kurtarıcı süsü verirler.
Türkiye’nin yıllar yılı böyle bir kaygısı olmamış, hatta dost ve kardeş ülke insanlarının gönüllerini yaralayan söz ve icraatlara azimle(!) devam etmiştir. Bunda Türk insanının vicdanını, aklını, imanını demir bir kelepçe ile sımsıkı bağlamaya çalışan dış ve iç odakların büyük tesiri olmuştur.
Dünya halkları arasında şöyle bir gezinti yapıldığında ABD’nin kendisinden nefret edilen despot bir güç olarak algılandığı görülecektir. Türkiye Amerika’ya direnerek halklar ve ülkeler nezdinde çok büyük bir prestij kazanmıştır.
"…Hepsi bir yana, hiçbir ülke, Türkiye'nin gösterdiği cesaretin yakınına bile yaklaşamadı.
Üstelik, Türk hükümeti savaşın ekonomik sonuçlarının tazmini için ABD ile müzakere yürüttüğü halde... Parlamentosu, savaşa karşı ilkeli ve cesur bir karar verdi.
…Türkiye milletvekillerinin cesareti karşısında, İngiliz İşçi Partili milletvekillerine utanç düşüyor.
1 Mart 2003'ü, savaş çıksa da çıkmasa da, demokrasilerde müttefikliğin gerçek anlamının ve hayatiyetinin tanımlandığı gün olarak hatırlayacağız. Türkiye oylaması, demokrasi çağında müttefikliğin parlak bir örneği olarak kalacak.
...Böyle parlamentolar, başkaları sessizken tavır koyabilenler, dünya tarihinde gerçek bir dönüm noktası olarak kalacaklar."
Bu satırların sahibini Umur Talu şöyle takdim ediyor: "Yazının sahibi, Financial Times Almanya, Fransız Les Echos gibi gazetelerde de düzenli köşe yazan, yazıları New York Times, Washington Post, Wall Street Journal, Le Monde'da da zaman zaman yayınlanan Stephan Richter. ...Yazının başlığı, 'Tarihi bir hafta sonu'."
“Çok teşekkürler büyük lider George W. Bush.
…size müteşekkir olmamın tek sebebi bu değil.
…Türk halkının ve parlamentosunun 26 milyar dolar için bile satılık olmadığını herkese gösterdiğiniz için teşekkür ederim.
…Bu yüzyılda şu ana kadar pek az kişinin başarabildiği bir şeyi yaptığınız için teşekkür ederim: Tüm kıtalardan milyonlarca insanı -sizinkine karşı da olsa- aynı fikir için mücadele etmek üzere biraraya getirdiniz.
…Bizi dinlemediğiniz için ve bizi ciddiye almadığınız için de teşekkür ederim, ama bilin ki biz sizi dinliyoruz ve söylediklerinizi unutmayacağız." (Türkiye’de "Simyacı" isimli kitabıyla tanınan Paulo Coelho’nun www.opendemocracy. net'de yayınlanan Bush’a açık mektubu)
“Amerikan halkının Meksika ve Türkiye’nin tavrına bakarak savaşı sorgular noktaya nasıl geldiği de ilginç. Binbaş’ın verdiği bilgiye göre şöyle bir fikir yürütme olmuş: ‘Meksika, ticaretinin yüzde 80’ini Amerika ile yapıyor. Amerika olmadan soluk bile alamaz. Buna rağmen bu savaşa hayır diyor. Türkiye’de de ekonomi çok zor durumda. Amerika’dan yüklü bir yardım geleceği halde ABD’ye destek verilmiyorsa bu işte bir terslik olabilir!’
Bu akıl yürütme, Amerikan halkının olaylara tamamen maddi açıdan baktığının da yeni bir örneği. Dolayısıyla şaşırtıcı değil.” (Meral Tamer, 26 Mart 2003)
ABD ve İngiltere ve bunların etrafındaki akbabalara bizzat Amerikalı ve İngiliz siyasetçi, hukukçu ve diplomatlardan itiraz sesleri yükseldi.
Dünyanın saygın üniversitelerinden Oxford, Cambridge, London School Of Economics, SOAS ve Paris Üniversitesi gibi okulların öğretim üyelerinden oluşan hukukçuların İngiltere Başbakanı Tony Blair’e gönderdiği uyarı mektubu The Guardian’da da yayınlandı.
Yapılması düşünülen saldırının hukuka aykırılığını delilleriyle ortaya koyan uluslararası hukuk uzmanları, Güvenlik Konseyi’nden karar çıkması halinde bile, yine de Irak’a karşı girişilecek bir harekatın "haklı, makul ve insani olduğu"nun tam olarak söylenemeyeceği, ayrıca bir ülkeye "başkalarına saldırabileceği varsayımı ile önce davranılarak saldırmanın, ileride tehlikeli örnekler yaratacağı"nı dile getirdiler.
İngiltere eski dışişleri bakanlarından Robin Cook İngiliz politikasına ağır eleştirilerde bulunarak Avam Kamarası Başkanlığından istifa etti.
Bir ABD’li diplomatın sıradışı istifa mektubundan bazı cümleler:
“Sevgili Dışişleri Bakanı:
Size bu mektubu, ABD Dışişleri Bakanlığı'ndan istifamı, 7 Mart'tan itibaren ABD'nin Atina Büyükelçiliği'ndeki siyasi danışmanlık görevimden ayrılacağımı bildirmek için yazıyorum. Bu benim için hiç kolay değil.
…Bugün bizden başarmamız istenen politikalar, sadece Amerikan değerlerine değil, Amerika'nın çıkarlarına da uymuyor. Irak'la savaşı hararetli bir biçimde isteyen tutumumuz, Woodrow Wilson döneminden bu yana gerek saldırı, gerekse savunma bakımından Amerika'nın en etkin silahı konumundaki uluslararası meşruiyeti heba etmemize yol açıyor. Dünya tarihinin gördüğü en geniş ve en etkili uluslararası ilişkiler ağını darmadağın etmeye giriştik.
Mevcut rotamız güvenlik değil, istikrarsızlık ve tehlike getirecek.
…İstifa ediyorum, çünkü mevcut ABD yönetimini temsil etme yeteneğimle bilincim arasında bir denge bulmaya çalıştım ve başaramadım.” (John Brady Kiesling)
Irak savaşını basit bir çıkar meselesine indirgemeye çalışıp bütün bu anlatılanları, atalarımızdan, Osmanlı’dan bize miras kalan adalet ve hakkaniyet müdafiliğini bir kenara bırakarak kısa ve uzun vadede tamamen aleyhimize neticeler verecek bir tavrı dayatmaya çalışanlar Kuzey Irak’taki korkularımızı kullanarak “Aksi takdirde Osmanlı coğrafyasında söz sahibi olamayız” edası ile ahlaksız, despot, hukuksuz Amerika’yı destekleme noktasına bizi çekmek istiyorlar. Bu çok büyük bir hatadır. Meclis Amerikan askerine onay vermemiş iken ve ABD kibirli bir eda ile bizden vazgeçmiş iken hala daha ortada olmayan birşeyi dayatmak için uğraşıp duruyorlar. “Amerika bize muhtaç olmaya başladı, aman bu fırsatı kaçırmayalım, Amerikaya bende olalım!” diye yanıp tutuşuyorlar. Yahu, Fransa Rusya gibi ülkeleri dahi takmayan, kendinden başka hiçbir şeyi tanımayan bir ülkenin yedeğinde sonu belirsiz bir maceraya girmenin izah edilebilir bir tarafı var mıdır?
Siperinde beyaz bayrakları ile öldürülen Iraklı askerler için “Beyaz bayrağı çekmekte geç kaldıkları için öldüler.” diye süper(!) bir yorum yapan bazı Türk medyası Türkiye’ye beyaz bayrak çektirmek isteyenlere hizmet ediyor olsalar gerek.
“ABD desteklemezse ekonomimiz çöker, Kuzey Irak’ta Kürt Devleti kurulur.”, “Kıbrıs’ta direnirsek Avrupa Birliği’ne giremeyiz.” “Türkiye 50 yıl geriye gider, Ortadoğu ülkesi oluruz.” şeklinde ifade edilen -birçoğu asılsız- korkulardan kurtuluş çaremiz bu korkuları üreten ve gündeme getirenlerin reçetelerinde değildir.
Ekonomi zaten çökmüştür. Şöyle ki: Bu yıl ödenecek borç 93.4 milyar dolar. 73 katrilyonluk Hazine bütçesinin 65.5 katrilyonu faiz ödemesi. 93.4 milyar dolarlık borç ödemesinin 82 milyar doları iç borç ve bunun da yüzde 75'lik kısmı içeriden yine borçlanılarak karşılanacak.
Şimdi matematiksel bir hesap yapalım. 82 milyar dolar iç borcun %75’i yani 60.5 milyar doları içeriden yeniden borçlanılarak ödenecek. (Bu borçların çoğu Türk parası). Hazine ihalesi denilen ve hemen her hafta yapılan borç toplama ihalelerinde “şu kadar katrilyon lira tahvil satıldı. Faizler %60 oldu. Savaş çıktı %65 oldu, Amerika höt dedi %75 oldu.” türü yorumlar duyuyorsunuz. IMF Türkiye’de 2003 için reel olarak %30 faiz öngörmüştü. (Yani faiz % 55 dolar artışı %25 olursa dolar bazında faizciler %30 para kazanmış oluyor.) Eğer savaş filan olmaz işler iyi giderse bu hesaba göre iç borç ödemesinin %75’i olan 60.5 milyar dolarlık kısım %30 reel faizle tekrar borçlanılacak. 60.5x1.3=78.65
Yani bir aksilik olmazsa bu sene uğraşıp didinip 20 milyar dolar iç borç ödeyeceğiz. Kalan borcumuzu faizcilerden borç alacağız, gelecek sene borcumuz 82 milyardan 78.65 milyar dolara inecek. Hani bir tabir vardır; “Ölme eşeğim ölme!” Zaten IMF’nin de ABD’nin de istediği bu. Ne ondursun, ne öldürsün. Senelerce faizle bizi sağsın.
Şimdi bu hesaba göre bu sıkıntılara bir beş yıl katlanıp aynı tas aynı hamam devam etsek sonuç ne olacak? Sıfır.
Peki ne yapılması lazım, ABD’ye kul köle olmaya devam mı edelim? Yapılması gereken yol aslında belli. Fakat kimse dile getirmeye cesaret edemiyor. Bu cesareti gösterenlerden üç tanesini dikkatinize arzediyoruz:
“Türkiye'nin yapması gereken çok şey var: Türkiye borçlarından korkuyor, iflas ilan etmekten korkuyor, ama çoktan iflas etti zaten. Bunu ilan etmekten de korkmamak lazım, çünkü IMF borçları ve faizlerini ertelemenin Türkiye'nin başına getireceği sıkıntılar, borçları ertelemese bile yine başına gelecek. Bu Irak harbi dünyayı baştan aşağı değiştirecek ve bu sıkıntılara katlanmaya zaten mecbur olacağız. İç borçlar ve faizleri ödemek de bugünkü şartlarda artık mümkün olamaz. Türkiye devlet gibi devlet olmanın gereğini yapabilir ve sert ve zecri tedbirler alabilirse, yıllarca Türkiye'yi soyarak paralarını yurt dışına kaçıranlar, o paraları Türkiye'ye getirirler. Şahsiyetli ve inandırıcı olabilir ve bazı garantiler verebilirse, IMF'den borç alacağına yurt dışındaki Türk işçilerinin birikimlerini borç alabilir.” (Prof. Dr. Şahin Uçar, 19 Mart tarihli Yeni Şafak’taki röportajından)
"Dikkat ediyorum ne zaman iç borçlanmada bir itfaya gidilse mutlaka biri sistemle oynayıp faizleri yükseltecek birilerine para kazandıracak çaba içerisinde oluyorlar. Ve piyasaları ciddi anlamda dalgalandırıyorlar. Pazartesi günü ne oldu da kıyamet koptu, salı günü ne oldu da faizler geri geldi? Bu son yapılan (pazartesi ve salı) Hazine ihalelerinde yaklaşık 400–500 trilyon seviyesinde bir faiz yükselmesi oldu. Bu vergi barışı ile elde edilmeye çalışılan parayı aldı götürdü. Şer güçler ve iç destekçileri piyasalarla oynuyor. Her hafta Hazine ihalesi düzenleyerek bir yere varılamaz. Bu gidişle duvara toslarız. Yeniden yapılandırılarak hiç olmazsa bu kritik dönemlerde maliyetlerin yükselmesi engellenmeli. Biz bu borç yapısını yeniden yapılandıramazsak, kan emiciler, vampirler bizim kanımızı emmeye devam edecekler. Bundan 1 ay önce 73 milyar dolar borç servisi yapılacakken, bir ayda 93 milyar dolara çıktı. Böyle giderse bu rakam 113 milyar dolara çıkacak. Türkiye bu işin altından kalkamaz hale gelebilir. 89 milyar dolar bütçe, Türkiye’nin iç ve dış borcu 2 tane bütçe ediyor. Önlem alınmazsa ciddi tehlikeler ile karşı karşıya kalırız. Yapılacak tek bir şey var. İç borcun gönüllü olarak ötelenmesi lazım." (Ankara Sanayi Odası Başkanı Zafer Çağlayan)
“O nedenle, gönüllü ve uzlaşılarak yapılacak bir 'Borcum borç arkadaş' yapılandırmasının, makul, garanti edilmiş bir faizle orta vadeye yayılması olumlu olacaktır. En az beş yıl, borç ve faize gidecek kaynakların hiç değilse yarısının bile yatırım, üretim, eğitim, kalkınmaya ayrılmasıyla yaratılacak ekonomik büyüme, borç ödeme kabiliyetini artırıp, 25 yıldır içine düşülmüş borç - faiz döngüsünü kıracak, hem de geleceğe güven ve inancı pekiştirecektir. Türkiye artık bunu düşünmeli, gündemine de almalı.” (Zülfikar Doğan, Akşam, 24 Mart 2003)
Evet görüldüğü gibi yapılacak iş bellidir. Borç ertelemenin kısa vadedeki risklerini taşıyabilmenin bir şartı bizce bu kararın bir devlet kararı haline getirilebilmesidir. 2000 yılında yapılan bir zirve ile Kıbrıs’ta masadan çekilmek gibi cesur bir karar olan Türkiye, ekonomi konusunda da böyle bir zirve yapmalı, bu cesur kararı almalıdır. Bu karar AB ve Kıbrıs kararları ile birleştirilip siyaseti ve ekonomiyi dış müdahalelerden koruyacak sert ve akılcı tedbirlerle desteklenmeli, bu durumun gerekçeleri halka bütün açıklığı ile anlatılmalıdır.
Avrupa ülkelerinin gerek Kıbrıs konusunda, gerek Kuzey Irak’a girmemiz hususunda topyekün ve hep bir ağızdan yüksek sesle itirazları göz önüne alındığında Amerika’ya direnişimizin bile Avrupa nezdinde bir noktaya kadar işe yaradığı görülmektedir. Kıbrıs meselesi çok kritik bir sürece girmiştir. Türkiye AB’den üyelik müracaatını geri çekmeyi bile düşünebilmelidir. AB’ye girmek için uğraşıp siyaset sahnesinde esamesi okunmayan bir Polonya olacağımıza AB ile ikili ilişkilerini karşılıklı çıkar temelinde tanımlayan bir Rusya olalım. Halkımıza bir hedef gösterip küresel bir söylem ve yöntem dizayn edelim. Böyle basit fakat radikal değişikler yapabildiğimiz takdirde 50 yıl geriye gitmek veya Ortadoğu ülkesi olmak bir tarafa siyaseten küresel bir güç olmak için elimizde her türlü imkân mevcuttur. Ortaya konulacak küresel siyasi güç ekonomik ve askeri sahada da önümüzü açacaktır.
Bizi ABD teşeronu olmaktan Hazret-i Allah muhafaza etmiştir. ABD ile işbirliğini tekrar gündeme getirmek büyük bir hatadır.