Muhterem Okuyucularımız;
Tasavvuf, insanın süflî hayattan ulvî hayata yükselmesi ve yüksek kemâlâta ulaşabilmesi için; nefsini kötü duygu ve huylardan, hayvânî sıfatlardan arındırarak ahlâkını düzeltmesini, zâhirini ve bâtınını nurlandırmasını sağlayan mânevî bir disiplindir. Bu bakımdan tasavvuf, İslâm ahlâkının vücut bulmasında en büyük âmildir.
Tasavvuf, İslâmî ilimlerin özü ve kaynağıdır. Esrar odasının ilâhî sırlarına mazhar olabilmek ve hakikatı anlamak için kurulmuş ilâhi bir ilim-irfan mektebidir. Bu tahsil sayesinde bütün ilimlerin özüne inilir.
Allah-u Teâlâ zâhiri ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi bâtınî ilimleri öğretmek için tarikat ehlini de eksik etmemiştir. Her zaman için Mürşid-i kâmil bulundurmaktan âciz değildir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)
Bu tertemiz vazife mânevî bir miras olarak nebîlerden âlimlere intikal etmiştir. Buradaki âlimlerden murad, kibâr-ı evliyâullahtır.
•
Allah yoluna dâvet eden, birliğe beraberliğe gayret eden rehberler olduğu gibi; bir de cehenneme dâvet eden şeyh şeytanları vardır.
Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onları ateşe çağıran imamlar kıldık.” (Kasas: 41)
Şeytanın yapamayacağı çirkin işleri şeyhlik maskesi altında bu riyâkârlar sergiler. Şeytan bu gibi kimselerin vasıtasıyla her türlü kötülüğü yapar. Bunlar şeytandan daha korkunçturlar, şeytanın yolunda ve izindediler, Deccal’den daha tehlikelidirler.. Bunlar sahtekârdırlar, Allah yolunun yol kesicileridirler, Hakk’a ulaşmak isteyenlerin eşkiyalarıdırlar. Bütün gayr-i meşru arzularını, maddi geçimlerini bu perde altında temin ederler. Bunlar İslâm’ın yüz karasıdırlar. Taasavvura sığmayan her türlü melâneti yaparlar.
Onların her hareketi irşad değil ifsattır. Üç şey için çalışırlar: Menfaat, nam ve makam.
Halkın İslâm’dan ve Tarikat-ı aliye’den soğumalarının sebebi de bu şuursuzlardır. Ortalığı karartan, bunaltan ve istilâ edenler, İslâm’a en büyük darbeyi vuranlar da yine bu sahtekârlardır. Kimisi kadınlarla, kimisi çocuklarla, kimisi de dünya menfaatlerini temin için çeşitli entrikalarla meşguldürler, dini dünyaya âlet ederler. Önder olduğu biliniyor, fakat İslâm dininde bir bozguncu olduğu bilinmiyor. Bu büyük sahtekârlar ortalığı yaygara ile dolduruyorlar, kendilerine destek verenleri peşlerinden götürüyorlar.
Günümüzde görülüyor ki Allah yolunu âlet ederek saltanat sürenler bulunmaktadır. Şöyle ki; babaları şeyhmiş, oğluna “Sen şeyhsin!” demiş, o da şeyh olmuş. Babadan oğula geçen padişahlık gibi bu ilâhî yolu saltanata çevirmişler. Ya babası tayin etmiş, ya abisi tayin etmiş, ya annesi tayin etmiş. “Al bu sürüyü sen de güt!”
Allah-u Teâlâ onu lâyık görseydi, o makama tayin ederdi. O lâyık görmemiş, annesi babası lâyık görmüş.
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
“O, bir topluluğu hidayete erdirdi, bir topluluğa da sapıklık hak oldu.
Çünkü onlar Allah’ı bırakıp şeytanları dost edindiler.
Böyle iken onlar kendilerinin doğru yolda bulunduklarını, hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler.” (A’râf: 30)
“Hizbullah’a Tâbi Olanlar, Hizbüşşeytan’a Tâbi Olanlar, Hizbülvahşet’e Tâbi Olanlar”isimli kitabımızın bölümlerine ehemmiyetine binaen kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Allah-u Teâlâ bir kulunu irşad için ileriye sürmüşse; evvelâ onun tüm varlığını alır, kendi lütuf varlığını koyar, sonra onu vazifedâr yapar, lütfu ile destekler. Ona dilediği kadar ilimler öğretir, onun muallimi Allah-u Teâlâ’dır.
Âyet-i kerime’de:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” buyuruluyor. (Mücâdele: 22)
Allah yolunun yolcusunu Allah-u Teâlâ ezelden tayin eder. Bunlar Hakk’tan emir alırlar. O yalnız Allah-u Teâlâ’yı ve Resulullah Aleyhisselâm’ı bilir. Onlar namına hareket eder, onlar namına irşad eder.
Onlar daha doğarken o hâl üzere doğarlar. Bunun içindir ki onlara ezelden verilen nasibe kadar terakki etmeye yolları müsaittir. Hakk’tan geldiler, Hakk ile Hakk’a giderler, Hakk’a vuslat ederler.
Hakikat ehli azdır, onlar Allah-u Teâlâ’nın hükmünce hareket ederler. Onlar Hakk iledir. Verdikleri beyanlar, söyledikleri sözler de hakikattır. Her şeyi açık söylerler. Sakınmazlar, çekinmezler. Onlar Hakk’ın boyasına boyanmışlardır.
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve hak ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)
Mukallid ise kendisini ona benzetiyorsa da o boyaya boyanmamıştır. Şeytanın boyasına boyanmıştır. Birisi Hakk’ın boyasına boyanmıştır, diğeri şeytanın boyasına. Birisinin işi Hakk iledir, birisinin işi halk iledir. Hakk ile olan halka muhtaç değildir. Halk ile olan halka muhtaçtır. Onların Hakk ile işi yoktur. Şeytanın askerleridirler.
Bir yol ki Hakk’tan kula gider, o yolda saâdetler vardır. Bir yol ki kuldan Hakk’a gider, bütün felâketler o yoldadır.
Bir de şeyh şeytanları vardır, şeytanın yapamayacağını bu maske altında yaparlar. Bunlar şeytandan daha tehlikelidirler.
Bunlar kısımlara ayrılmışlardır:
Birinci kısım; Hakk tayin etmemiştir, annesi, babası, ağabeyi tayin etmiş. “Sen şeyhsin!” demiş, o da “Ben şeyhim!” diyor.
Bunlar sahtedir. Nefisle beraber Hakk’a varmaya çalışıyorlar. Gayeleri nam, makam, şöhret, menfaat. Ve fakat bunlar görünüşte Allah yolundadırlar. Zikirle-fikirle meşgul olurlar. Bunlar bu sahtelerin en iyisidir.
İkinci kısım; Cep cihatçısı, kadın avcısıdırlar. O kisve altında her türlü kadınları elde etmeye, ellerindekini de almaya çalışırlar. Bunların en kötüsü bu perde altında lutîlik yaparlar.
•
İşte hakikatı bilmeyen, hakikatı görmeyen kimseler bunları görünce ikrah ediyor.
Onlar her kötülüğe bir isim takıyorlar, bu isim altında icraatlarını yapıyorlar.
Meselâ en basit bir temsil verelim size: “Bana bakmayın, benim ağzımda duman, kalbimde iman var” derler. İmanı dumana bağlıyor. Bu ne büyük sapıklıktır!
Oysa onlar çok iyi bilsinler ki, Hazret-i Allah ağzı mühürleyecek, âzâları konuşturacak. Bir taraftan filmini görecek, bütün yaptığı iş ve icraatları canlı-kanlı; diğer taraftan da ona kitabı okutulacak, “İkra’ kitâbek = Oku kitabını!” denilecek. Artık cehennemi boylayacak, ondan başka bir yeri olmadığını anlayacak.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah kimi saptırırsa, bundan sonra artık onun hiçbir dostu yoktur.” (Şûrâ: 44)
Bunlar Hakk’ın tayini olmadan halkın tayini ile irşada kalkan kimselerdir.
Kişi kendini tayin etmiş, annesi tayin etmiş, babası tayin etmiş, ağabeyi tayin etmiş ve şeyh olmuşlardır. Bunlar şeytan ehlidirler ve mukallid mürşiddirler. Şeytan ileriye sürdüğü için şeytan namına ortaya çıkarlar, kendi varlığını meydana koyarlar, nefis putunu eline alıp irşada kalkarlar. Nefsin arzusu, şeytanın desteği ile Hakk yolunda yürümeye ve yürütmeye çalışırlar.
O Hakk’a doğru gidiyor amma, her hareketi irşad değil ifsattır. Üç şey için çalışırlar: Menfaat, nam ve makam.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kendilerine: ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.’ denildiği zaman: ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler. İyi bilin ki asıl bozguncular kendileridir, lâkin anlamazlar.” (Bakara: 11-12)
Şeytanın yolunda ve izindedirler. Bunlara şeyh şeytanı denir, şeyh suretinde şeytandırlar, yol kesicidirler, Hakk’a ulaşmak isteyenlere engel olurlar.
“Şeytan şeyhleri” dediğimiz bu fesatçı ve ifsatçılar bu zamanda alabildiğine türemişler; bu perde altında makam, nam ve menfaat elde ediyorlar. Bütün gayrimeşru arzularını, maddi geçimini, bu perdenin altında temin ediyorlar.
Hem ahkâma aykırı hareket ederler, hem de bunu kendi büyüklüğüne verirler. Müridleri de öyle düşünür. “Efendim o zat çok büyük olduğu için şeriata aykırı işler işleyebilir.” der. Ahkâm haricindeki bir hareketi kişinin büyüklüğüne değil, zındıklığına vermek lâzımdır.
Hakiki bir mürid atılırım korkusundadır. Sahte mürşid ise müridim kaçar korkusundadır. Çünkü onun şeyhliği müridlerinedir. Müridleri ona şeyh diyor, o da “Ben şeyhim” diyor.
Bu durum neye benzer bilir misiniz? Bir şehrin valisi varken biri de: “Ben bu memleketin valisiyim.” diyerek vali makamına oturursa, derhal onu oradan uzaklaştırırlar ve gereken cezayı verirler. Allah yolunda tayin edilmeyen bir kimsenin, o makamı işgal etmesinin cezasını siz tasavvur edin.
Allah-u Teâlâ bu hale erdirmediği halde, kendisini onlar gibi göstermeye çalışan kimse hem yalancıdır, hem riyâkârdır. Yalan ile iman bir arada durmaz, riyâ ise zaten imanı giderir.
Bunlar sahtekârdırlar, Allah yolunun yol kesicisidirler, Hakk’a ulaşmak isteyenlerin eşkiyasıdırlar.
Şeytanın dahi yapamadığını bu türlü riyâkârlar yapar. Şeytan bu gibi kimselerin vasıtasıyla her kötülüğü yapar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın.” buyuruyor. (A’raf: 86)
Bunlar her yolun başında otururlar, Allah’a varmak isteyenleri sapıtırlar, Allah-u Teâlâ’dan koparırlar, kendilerine bağlarlar. Bunlara bağlananlar ise, bunların arzularına tâbi oldukları için, bunları ilâh edinmişlerdir.
Bunlar en aşağılık kimselerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onlar yaratıkların en şerlileridirler.” buyuruyor. (Beyyine: 6)
Bunlar en aşağılık olanlardır.
•
Şeyh kisvesi altındaki bu şeytanlar, İslâm dininin yüzkarasıdırlar. Tasavvura sığmayan her türlü melaneti yaparlar. Şeytanın yapamayacağı çirkin işleri şeyhlik kisvesi altında sergilerler.
Bu sahtekârların bu hareketleri ne İslâm dininde, ne de Tarikat-ı âliye’de vardır. Aslâ tarikatla ilgileri yoktur, icraatları tamamen kendi zanlarına dayanır. Halkın İslâm’dan soğumalarının ve Tarikat-ı âliye’den ikrah etmelerinin sebebi de bu şuursuzlardır. Ortalığı karartan, bunaltan ve istilâ edenler, İslâm’a en büyük darbeyi vuranlar da yine bu sahtelerdir. Kimisi kadınlarla, kimisi çocuklarla, kimisi de dünya menfaatlerini temin için çeşitli entrikalarla meşguldürler, dini dünyaya âlet ederler.
Önder olduğu zannediliyor, fakat İslâm dininde bir bozguncu olduğu bilinmiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ümmetimden yalancılar, deccaller vücuda gelir.” (Münâvi)
Yalancı ve deccalden maksat, dıştan insanları irşad ve ıslah etmek sıfatıyla görünüp, gerçekte ise halkı ahkâma uymaktan alıkoyanlardır.
Çünkü onları Hakk seçmedi. Kendini büyük gören gerçekten küçüktür.
Mukallidler zan ile hareket ederler, hiçbir hakikate isnad etmezler, etraflarını da böylece hakikatten uzaklaştırırlar.
Binâenaleyh hayat ve hakikat Allah-u Teâlâ’nın lütuf seyrindedir. Bütün sapıklık ve dalâlet de şeytanın desteklediği yoldadır.
İslâm’mış gibi görünüp, şeyh kisvesine bürünerek din-i İslâm’a en büyük darbeyi vuranlar bunlardır. Müslüman bunların yaptığını yapar mı hiç?
Bunun içindir ki mürşid aramak çok mühimdir. Bir Mürşid-i kâmil vardır irşad eder, bir mürşid vardır ifsad eder.
Bu sebepledir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz ve sâdıklarla beraber olunuz!” buyuruyor. (Tevbe: 119)
Şeytanla, şeytanlaşmış şeyhlerle değil.
Âyet-i kerime’de geçen sâdıklardan murad, Fenâfillah’a ermiş Mürşid-i kâmil’lerdir. Gerçek vâris-i enbiya onlardır.
Allah-u Teâlâ ehl-i imanı bu Âyet-i kerime ile sorumlu kılmış, vâris-i enbiyâ olan bir Mürşid-i kâmil’in maiyyetinde bulunmalarını emretmiştir.
Bunun içindir ki Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
“Dünyaya gelmekten murad Mürşid’i kâmil’i bulmaktan ibarettir.” buyurmuşlardır.
Mürşid-i kâmil’i buldun Hakk’ı buldun, bulamazsan Hakk’ı nasıl bulacaksın?
Ancak Fenâfillâh’a ermiş Mürşid-i kâmil’in taht-ı terbiyesinde olan bir mürid terakki edebilir.
Allah-u Teâlâ’nın sevdiği, seçtiği ve kendisine çektiği kullar ancak halka rehberlik yaparlar, anasının babasının seçtiği kimseler değil. Onlar anasının babasının tayini ile posta oturmuşlar, puta tapınmış ve başkalarını da taptırmış oluyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Resul’üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
Çok iyi bilin ki, o kendi nefsini ilâh edinmiş, ona tapıyor, o bir puttur. O putuna taptığı gibi, ona iltihak ve ittibâ edenler puthaneye girmiş ve o puthanede tapınmış oluyorlar. Çünkü o kendisi puta tapıyor, ona bağlı olanlar da o puthanede tapınıp duruyorlar.
Mesrûk -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“Bir kimseye ilim olarak Allah’tan korkar olması yeterlidir. Bir kimseye cehâlet olarak da kendini beğenmesi, nefsine mağrur olması yeterlidir.” (Câmiü’s-sağîr: 6240)
Bu en büyük tehlikeyi hiç kimse bilmiyor ve görmüyor.
Diğer bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Bir insanın kendini beğenmesi yetmiş senelik ibadetini mahveder.” (Câmiü’s-sağîr)
Kibriya ve azamet Allah-u Teâlâ’ya mahsustur. Büyüklük ve ululuk ancak O’na yakışır. Kula yakışan tevâzudur, alçak gönüllülüktür.
Kendi nefsini beğenip değer verenlerden nefret ettiğim zaman şöyle düşünüyorum;
“Ben kendimi beğenip nefsime değer verirsem, ya Rabb’im ne kadar nefret eder!”
•
Bu saptırıcılar Allah yolunun başına oturdukları için ümmet-i Muhammed’i imandan soyarlar, Allah-u Teâlâ’nın dininden çıkararak kendi dinlerine çevirirler. Allah-u Teâlâ’dan koparırlar, kendilerine bağlarlar. Bunlara bağlananlar ise, bunların arzularına tâbi oldukları için, bunları ilâh edinmişlerdir.
Münâfık oldukları için esfel-i sâfiline giderler. Kendilerine destek verenleri de peşlerinden götürürler. Şeytandan daha korkunçturlar, Deccal’den daha tehlikelidirler. Bu büyük sahtekârlar ortalığı yaygara ile dolduruyorlar.
“Sen o münâfıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin.” (Münâfikun: 4)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere, siz onları ilâh edindiğiniz için kalıplarına ve sözlerine bakarsınız, Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini görmezsiniz.
Bunlara bakarsın güya ibadet de ederler, müslüman gibi de görünürler. Fakat Allah-u Teâlâ kalbe ve niyete bakar.
Ümmet-i Muhammed yetmişüç fırkaya ayrılacak. Yetmişikisinin cehennemlik olduğu da unutulmamalıdır.
Günümüzde görülüyor ki Allah yolunu âlet ederek saltanat sürenler bulunmaktadır. Şöyle ki; babaları şeyhmiş, oğluna “Sen şeyhsin!” demiş, o da şeyh olmuş. Babadan oğula geçen padişahlık gibi bu ilâhî yolu saltanata çevirmişler. Ya babası tayin etmiş, ya abisi tayin etmiş, ya annesi tayin etmiş. “Al bu sürüyü sen de güt!”
Allah-u Teâlâ onu lâyık görseydi, o makama tayin ederdi. O lâyık görmemiş, annesi babası lâyık görmüş.
Bir Mürşid-i kâmil’e eğer emredilmişse yerine bir veya daha fazla halife bırakabilir ve ilân eder. Herkes nasibini arar. Aksi halde birçok mürşidler yerine vekil bırakmadan gitmişlerdir. Allah ehlini Allah-u Teâlâ tayin eder. O bir emanet-i ilâhî’dir, kime dilemişse ona verir, kişinin burada hükmü yoktur. Bu noktada arzu ile hareket edilmesini hoş görmüyoruz, tasvip de etmiyoruz.
Mânevî vazife, miras dışarıya gitmesin diye kızını çok yakınına verdiği gibi verilmez. Ancak emirle olur.
Eğer sana bu vazife verilmişse, kimin malını kime veriyorsun? Verilmemişse kime ne vermeye kalkıyorsun?
Mesela her an ahirete intikal etmemiz imkân dahilinde olduğu halde biz hiç kimseyi tayin etmiş değiliz. Ben hükümsüz ve değersiz bir mahlûkum, tayin etmeye sahib-i salâhiyet değilim. Eğer ben tayin edersem Allah-u Teâlâ’nın önüne geçmiş olurum. Gelenlerin eşkiyalığını yapmış ve ebedî hayatlarının katline vesile olmuş olurum. Allah ve Resulü’nün nâmına iş görüyorum. Diledikleri kadar tutarlar, diledikleri zaman alırlar.
Diyeceksiniz ki insanlar onu nasıl bilip tanıyacaklar?
Yüksek voltajlı bir ampul düşünün. “Ben ampulüm.” demiyor amma, yandığı zaman ışığı her tarafa yayılıyor. Hakk’ın tayini ile irşad memuru olan bir Mürşid-i kâmil de böyle bilinir.
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın emrini, hükmünü tebliğ ederler. Hiçbir zaman kendini ortaya koymazlar, değersiz ve hükümsüz olduğunu bilirler.
•
Kıyamet gününde Allah-u Teâlâ ile İsa Aleyhisselâm arasında geçecek olan muhavere Kur’an-ı kerim’de beyan buyurulmaktadır:
“Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi beni insanlara: ‘Beni ve anamı Allah’tan başka ilâh edinin.’ dedin?’ demişti.” (Mâide: 116)
Nefsini ilâh edinen ve halkı da taptıranlara Allah-u Teâlâ: “Bana mı taptın, nefsine mi taptın? Halkı bana mı bağladın, puthaneye mi koydun?” diye soracak, o zaman ne cevap verecekler?
Bunlar gerçekten Allah yolunu âlet ederek saltanat kurmuşlar, babadan oğula, oğuldan kardeşe geçiyor ve bu böyle sürüp gidiyor. Halbuki Allah yolunun rehberini ancak O tayin eder. Seni kim tayin etti? Senin babanı kim tayin etti?
Bu tayinler, Mürşid-i kâmil’e ulaşmak isteyen bir kimsenin yolunu kestiği için onun mânevî katline vesile olur. Kendilerini yaktıkları gibi başkalarını da yakarlar.
Bunlar şeyhlik kisvesiyle yol kesicidirler, Allah ehlini arayanların yollarını keserler. “Allah ehli biziz!” derler. Allah yolundan alıkoyarlar. Yollarını kestikleri insanları kendi puthanelerine götürürler ve hayvan mesabesinde olan insanları, o ahıra tıkarlar. “Siz burada tapının durun!” derler. O da onu hakikat zanneder, ibadet ettiğini zanneder, tapınır durur. “Hakikat ehli midir, değil midir?” diye katiyyen aramaz. Çünkü o puthanede olduğu için o saltanat süreni hoş görür, hakikatı göremez ve arayamaz.
Maksadı etrafı dağılmasın, servet yıkılmasın, nam, şöhret, menfaat gitmesin.
Onlar o puthaneyi korudukları gibi, o ahıra girmeyenleri küçümser ve ayıplarlar. “Bizim şeyhimiz böyledir, bizim yolumuz böyledir!” diyerek kendi yollarına, kendi şeyhlerine dâvet ederler. Şayet ağlarına düşen olursa onu da puthaneye sokarlar, o da o ahıra girer.
Nefsini ilâh edinenler, halkı da nefis putuna taptırıp puthaneye sokanlar, bu ulvî yolu bu hale koydular.
Onları puta, dergâh gibi görünen yerleri puthaneye benzetmemize hiç hayret edilmesin. Ben bunun böyle olduğunu biliyorum, onlar ise cehenneme girince öğrenecekler.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“İnsanlar uykudadırlar, öldükten sonra uyanırlar.” (K. Hafâ)
Uyandıkları zaman bir taptığı puta bakacak, bir de kendi haline bakacak ve ayılacak, amma iş işten geçmiş olacak, taptığı putu ile beraber cehennemi boylayacak.
Zira onlar kendi nefsine tapıyorlar ve başkalarını da taptırıyorlar. Allah yolunda tahtını kurmuş ve saltanat sürüyorlar.
Nefis putunu ilâh edinip halkı kendilerine taptıranlar bu büyük cürümlerinin hesabını hiçbir zaman veremeyecekler, Allah-u Teâlâ’nın suâlini cevapsız bırakacaklar, cezaları ile başbaşa kalacaklar.
Seni bu âlî ve ulvî makama kim tayin etti? Ey dinini dünyaya âlet eden, koyun postuna bürünen kurtlar!
Gün gelecek, bu şeyhlik saltanatı sona erecek. Bugün ahıra bağladıklarını, yarın önlerine geçerek cehenneme götürecekler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” buyuruyor. (Mülk: 2)
Sonra ne olacak? Âkıbetini hiç düşündün mü?
Sana soracak:
“Bu iş ve icraatları benim iznimle, emrimle mi yaptın, yoksa nefsini ilâh edindin de şeytan mı bunları sana emretti?
Nefsini ilâh edinmekle bana meydan mı okuyordun?”
•
İsa Aleyhisselâm ulül-azm bir peygamber olduğu halde Allah-u Teâlâ’nın hitâb-ı ilâhî’sine şöyle cevap verdi:
“Hâşâ! Seni tenzih ederim. Hak olmayan sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, şüphesiz sen onu bilirsin.” (Mâide: 116)
Âyet-i kerime’nin devamında ve mütebâki Âyet-i kerime’lerde onun bu husustaki selis beyanı, bir ibret numunesi olarak beşeriyete sunulmaktadır.
Çünkü o Yaratan’ını çok iyi biliyordu. Ey ehl-i dalâlet! Siz nasıl yakıştırdınız?
Hakikat ehline gelince; onlar İsa Aleyhisselâm’ın buyurduğu tutumdadırlar, onun söylediği gibi söylerler.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Ümmetimin âlimleri benî İsrail’in peygamberleri gibidir.” buyurmuştur. (K. Hafâ)
Hakikat ehli onlara vâristirler. Bunlar ancak Allah-u Teâlâ ve Resulullah Aleyhisselâm tarafından tayin edilir, onlarla desteklenirler, onlar namına iş görürler.
Allah-u Teâlâ kendi lütfundan kime sermaye koymuşsa, o kimse hizmeti minnet bilir. Fakat kime ki o sermayeyi vermemişse, o kimse mihnetle hizmet eder. Hizmeti minnet bilenler Rahman’ın yolundadır, mihnetle hizmet edenler şeytanın yolundadır. Birisi Hakk’a hizmet ediyor, diğeri şeytana hizmet ediyor. Görünüşte ikisi de Hakk yolunda.
Hizmeti minnet bilenler Allah-u Teâlâ’nın rızâ-i Bari’sini kazanır, mihnetle hizmet edenler gadabını kazanır.
Birisi: “Yolunda hizmet ettiren Sahibime şükürler olsun.” diye şükrünü ortaya koyuyor, diğeri ise: “Hizmet ediyorum.” demekle eneliğini ortaya koyuyor. Yaptıklarını nefsine malediyor, karşılığını da behemehal bekliyor.
Hakk yolunda hizmet edenler, bütün lütuf ve ikramların Allah-u Teâlâ’ya ait olduğunu, kendisinin ise hükümsüz ve değersiz bir mahlûkçuk olduğunu hem görüyor, hem biliyor.
•
Hakiki mürşidlerle sahte mürşidlerin temsili:
Bal arısı hep bal yapar. Can tehlikesi olmadıkça iğnesini sokmaz. Bir de eşek arısı vardır, o hep sokar. Kendisini sıksan bir damla balı yoktur.
Kamış da iki çeşittir. Birisi şeker kamışı, diğeri süpürge kamışı. Birinden hep tad akar, diğeri ne kadar sıkılsa hiçbir şey akmaz.
Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri, kendilerini mürşid olarak tanıyan ve tanıtan mukallidlerin şu şekilde misalini vermişlerdir:
Sarmaşık ilkbaharda kavağa çıkar ve: “Benim de senin kadar boyum var!” der. Kavak ise: “Sonbaharda görüşürüz.” cevabını verir.
Bunlar halk tarafından büyütülmüş, kabartılmış kişilerdir ve şişirilmiş balon gibidirler. Onları halk şişirdiği için, kendilerini büyük zannederler. Patladığı zaman kendisi de havası da berhava olur.
Büyüklük odur ki, Hakk’ta fânî olmuş, Hakk onu kudret elinde tutmuş. Onu O büyütmüş. Fakat onu da kimse istemez, ötekisini ister. Bilemez ki istesin. Ne bilir ne de ister. Hakk ehli de diğerini bilmek istemez. Hakk ehliyle halk ehli arasında bu kadar büyük fark vardır.
Mukallidle mükemmeli ayırt etmek için ölçüler vardır.
Şöyle ki:
• O yaptıkları işte maksat, menfaat, gaye varsa; o yol, yol değildir. Allah yolunda yalnız rızâ vardır. Maksat, menfaat olmadığı gibi, rütbe ve makam da yoktur.
• Lokması helâl mi? Çalışıp mı yiyor, el sırtından mı geçiniyor?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyunuz. Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
İmanınızın karşılığında sizden hiçbir ücret istemeyen, mal talep etmeyen, dünya ile ilgili bir menfaat beklemeyen, baş olmak ve başka gaye peşinde koşmayan bu kimselere tâbi olun.
Böyle bir dâveti yapan kişiler elbette ki doğrudurlar, sözlerinde samimidirler. Din ve dünya hayrına ermişlerdir. Onlara uyan hidayete erer.
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendimiz olmak üzere, Allah yoluna dâvet vazifesini yerine getiren iman kahramanları, ilâhi hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep etmemişlerdir.
Hakk katındaki ecir ve menfaatı uman kimsenin nazarında, insanların elindeki geçici şeyler hiçbir değer ve kıymet taşımazlar.
Nefsinde gizliden gizliye karşılık alma isteğinin bulunup bulunmadığına dikkat eden kimse çok azdır ve bunun uygulamasını yapan da çok nâdirdir. Ancak sıddîk olanlar bu gibi durumlara dikkat edebilirler.
Bu Âyet-i kerime bir berzahtır. Günümüzdeki bölücüler dini dünyaya âlet ederek halkı kaz gibi soyuyorlar. Topluluk içinde utandırarak senet imza ettiriyorlar; evini, arabasını, parasını, elinde avucunda ne varsa alıyorlar. Bunu her bölücü yapıyor, çünkü hepsi eğri yoldadır.
• O toplulukta riyâ hâli mi var, ihlâs hâli mi galip? Eğer ihlâs varsa rahmet melekleri o meclisin üzerindedir, rahmet-i ilâhî’yi saçarlar. Riyâkârlık varsa şeytanlar mevcuttur.
• İçindekiler kendini mi methediyor, yoksa kendi âcizliğini mi ortaya koyuyor? Bu ölçülere hep dikkat etmek gerekmektedir.
Daha doğrusu “Kâl”, “Hâl”, “Fiil” ahkâma uygun olacak. Eğer birisi noksan olursa, Kur’an-ı kerim’den zerre kadar ayrılırsa; o yol, yol değildir. O yol hemen o yetmişiki yolun içerisine girer ve kaybolur.
Yâni gökte uçtuğunu dahi görseniz, ahkâmdan bir lâhza ayrıldığını gördüğünüz zaman, kim olursa olsun, olduğu yerde bırakın. İsim bahis mevzuu değildir. Bugün sahanın çoğunu onlar istilâ etmişlerdir, ortalığı kasıp kavuruyorlar.
Şeytan namına çalışanlar, şeytanın hizmetçileridirler. Şeytan namına çalışırlar, şeytanın yapamayacağını şeyh kisvesi altında bunlar yapar.
Tarikat-ı âliye-i münevvere’ye her müslümanın intisabı zaruri iken, birçok insanlar bunları görüyor ve irkiliyor, kaçınıyor, nefret edip tiksiniyor. “Tarikat bu mudur?” diyor, onun şeytan olduğunu bilmiyor, şeyh kisvesi altındaki şeytanlığını görmüyor. Tarikat-ı âliye’nin nezafetini kaybettirenler, tasavvuftan soğutanlar, İslâm’dan uzaklaştıranlar işte bu şeytan şeyhleridir.
Çünkü onlar Allah yolunun eşkiyalarıdır, yol kesicidirler. Allah yolunu ve Allah ehlini arayanların yollarını kestiler. Hem kendileri kesildiler, hem de yol kestiler. Ruhlarını öldürdüler, ebedî hayatlarını katlettiler.
Ağına düşürdüklerini çalıştırıyorlar, soyuyorlar ve kendileri yiyorlar. Bütün maddi ihtiyaçlarını bu şekilde temin ediyorlar. Her türlü nam, menfaat, şan, şöhret ve şehvetlerini bu yolla tatmin ediyorlar. Bunların hepsi şeytanın askeridir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Direk olmuş keresteler.” buyuruyor. (Münâfikun: 4)
Mevkileri güzel, saltanatları yerinde, kisveleri herkesi imrendirir, fakat hepsi de cehennem direğidir.
•
O nefsini ilâh edinmiş ona tapınıyor. Gelenler de onun putuna taptığı için puthane oluyor, onları puthaneye sokmuş oluyor.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah’ı bırakıp da taptıkları şeyler, şefaat edemezler. Ancak bilerek hak ile şâhitlik edenler bunun dışındadır.” (Zuhruf: 86)
Hep onu överler, hep onu methederler. Hiçbir hakikatı görmezler ve görmek de istemezler. Yalnız ve yalnız kendilerinin hakikat ehli olduğunu zannederler.
Onlar niçin bu hataya düştüler?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sâdıklarla beraber olunuz!” diye emir buyuruyor. (Tevbe: 119)
Mürşid-i kâmil’i bulmayanlar gerçek mürid olamazlar. Her ne kadar çalışsa da, bir gayret içinde bulunsa da faydası pek azdır, niyetine göre, ihlâsına göre istifade eder. Çünkü onlar bu emr-i ilâhî’yi dinlemediler, hakikatı aramadılar ve hakikatı bulamadılar.
Mürşid-i kâmil hükümsüz ve değersiz olduğunu bilir, hüküm ve değerin yalnız Allah-u Teâlâ ve Resul’de olduğunu görür. Kendisinin bir resimden, bir maskeden ibaret olduğunu, bir paçavradan ibaret olduğunu hem bilir, hem görür. Fakat nefsine tapınanlar bunu görmek şöyle dursun; ilâhlık dâvâsına halel getirir diye, işitmek bile istemezler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Hiç şüphesiz ki şeytanlar o insanları yoldan çıkarırlar. Onlar da kendilerinin hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler.” (Zuhruf: 37)
Ve dolayısıyla hiçbir söze ve hiçbir hakikate de yanaşmazlar.
Nitekim insanların pek çoğunun durumu böyledir. Hakikatı aramadıkları için zandan kurtulamazlar.
Şimdi bu sözlerimize hayret edersiniz, ahirette aynel-yakîn karşılaştığınız zaman ne kadar haklı olduğumuzu görürsünüz. Nedamet çok, faydası hiç yok!
•
Hülâsa-i kelâm; Bu gibi kimseleri Rahman seçmediği ve ileriye sürmediği için; annesi, babası, kardeşi seçtiği için, halk ileriye sürdüğü için, onlar şeytanın robotlarıdırlar.
Ha sahte peygamber, ha sahte mürşid. Sahte peygamber de yol kesicidir, sahte mürşid de yol kesicidir, eşkiyadır. Sahte peygamber: “Ben de peygamber’im. Allah-u Teâlâ’nın hükmünü tebliğ ediyorum.” der amma, aslında şeytanın tayin ettiğidir. Kendisi tayin etmediği için onun Allah-u Teâlâ ile hiçbir ilgisi yoktur. Ona tutunan şeytana tutunmuştur. Bunların âhirette kurtulmaları da mümkün değildir. Kesinlikle bunun böyle olduğunu bilin.
Fenâfillâh’a ermiş bir mürşid, yok olmuştur, Hakk’ta fâni olmuştur. O Hakk namına vazife görür, O’nu destekleyen bizzat Hazret-i Allah’tır, onu O ileriye sürmüştür. Fakat Hazret-i Allah’ın ileriye sürmediği, memur etmediği kimse: “Ben buyum!” diyor amma, o yol kesicidir.
Ha dağda eşkiyalık yapmış, ha mürşidlik yapmış! Hatta dağdaki eşkiya ondan daha iyidir. Çünkü onu öldürürse, imanlı gittiği takdirde şehit olmasına vesile olur. Amma mürşidim diyen kimse kişinin ruhunu öldürürse o nereye gider? Bu iş bu kadar mesuliyetlidir!
Bunlar ölü ile diri arası gibidir. Mürşid-i kâmil, Allah-u Teâlâ’nın bahşettiğini verir. Diğerinin zaten ruhu ölmüştür, o ne verebilir? Zira Allah-u Teâlâ onu lâyık görseydi, onu tayin ederdi. Allah-u Teâlâ onu lâyık görmemiş. Annesi, babası lâyık görmüş. Şöhreti, nâmı gitmesin diye.
Ahmed Yesevî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fakr-Nâme” adlı eserinde bu sahte şeyhler hakkında buyururlar ki:
“Bizden sonra âhir zaman yakın olduğunda öyle şeyhler ortaya çıkacak ki; İblis aleyhillâne onlardan ders alacak ve bütün halk onlara dost olacak ve fakat müridlerini idare edemeyecekler.
O şeyhler ki müridlerinden açgözlülükle birşeyler dilerler ve canlarını küfür ve dalâletten ayırmazlar ve bid’at ehlini iyi görürler ve ehl-i sünneti kötü görürler ve şeriat ilmi ile amel etmezler ve nâmahremlere bakarlar ve kötülüğü âdet edip Allah-u Teâlâ’nın rahmetinden ümitli olurlar ve şeyhlik işlerini değersiz görürler. Onların müridleri de dinden çıkmış olur, kendileri de dinden çıkmış olur.
Ve yine değersiz bir şekilde ve inleyerek müridlerinin kapısında dolaşırlar, o halde müridlerinden yardım alırlar. Eğer müridleri bağış ve yardımda bulunmasa, döğüşürler ve ‘Benim küskünlüğüm Allah’ın küskünlüğüdür.’ derler.
Şeyh odur ki, yardım alsa ihtiyacı olanlara verir. Eğer alıp kendisi yese murdar et yemiş gibi olur. Eğer elbise yapıp giyse o elbise eskiyinceye kadar Hakk Teâlâ onun namaz ve orucunu kabul etmez.
Ve eğer aldığı yardımdan ekmek yapıp yese, Hakk Teâlâ onu cehennemde türlü azaba uğratır.
Ve eğer öyle şeyhe bir kişi itikat etse kâfir olur. Öyle şeyhler mel’undurlar. Onların fitnesi Deccal’den beterdir. Şeriatte, tarikatte, hakikatte, marifette mürteddirler.”
“Mir‘atül-Kulûb” adlı eserinde ise şöyle buyuruyor:
“Âhir zamanda bizden sonra öyle şeyhler zuhur edecek ki, Şeytan aleyhillâne onlardan ders alacak ve onlar şeytanın işini yapacaklar. Halka dost olup halk ne isterse onu yapacaklar. Müridlerine yol gösterip onları maksada ulaştırmayacaklar. Dış görünüşlerini süsleyip müridden çok hırs sahibi olacaklar ve içleri (bâtınları) harap olacak. Küfür ile imanı farklı görmeyecekler. Âlimleri sevmeyecek ve onlara iltifat etmeyecekler. Ehl-i sünnet ve cemaatı düşman görüp ehl-i bid’at ve dalâleti sevecekler. Kötülüklerini öne çıkarıp Hakk Teâlâ’dan iyilik umacak ve şeyhlik iddiasında bulunacaklar.”
Nutfeden yaratıldıkları halde Yaratan’ı unuttular. Bu saltanat içinde Yaratan’a hasım kesildiler.
Karun da böyleydi, varlık içinde saltanat sürüyordu. Kavminin sâlih kişileri:
“Gururlanıp şımarma, şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiği mal ile ahiret yolunu gözet. Dünyadan da nasibini unutma.
Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun.
Yeryüzünde bozgunculuk isteme. Doğrusu Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas: 76-77)
Diyerek içinde bulunduğu durum hakkında ona nasihatte bulunmuşlardı. Göz kamaştırıcı bir saltanat süren Karun ise bu sözlere hiç kulak asmamıştı.
Dünyanın geçici güzelliğine meyletmiş, imanı zayıf kimseler, onun büyük bir saltanata ve şerefe sahip olduğunu sanıyorlar, imreniyorlardı.
“Keşke Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı! Doğrusu o çok büyük nasip sahibidir.” demişlerdi. (Kasas: 79)
Doğru yolda bulunan ilim ve anlayış sahibi akıllı kimseler ise Karun’u ikaz ettikleri gibi ona meyledenleri de ikaz ettiler:
“Yazıklar olsun size! Allah’ın mükâfâtı, iman edip sâlih amel işleyenler için daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.” (Kasas: 80)
Ahirette bu mevki ve makam, sadece Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiyleri karşısında sabreden müminlere verilecektir.
Karun öyle bir bela ile karşılaştı ki; Allah-u Teâlâ evi ile, malı ile ve adamları ile birlikte onu yere batırdı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Nihayet Karun’u da sarayını da yerin dibine geçirdik. Allah’a karşı kendisine yardım edebilecek kimsesi de yoktu. Kendisini kurtarabilecek kimselerden de değildi.” (Kasas: 81)
Karun’un saltanatına meyletmekle düştükleri hatanın farkına varan bazı kimseler, serveti ile birlikte yere gömüldüğünü gözleri ile gördüklerinde son derece pişman oldular. Akılları öyle başlarına geldi ki, Karun gibi kendilerine saltanat ve servet verilmemiş olmasından dolayı hamdetmeye yöneldiler. Onun bu kötü akıbeti kıyamete kadar bir darb-ı mesel olarak kaldı.
Binaenaleyh onun âkıbeti böyle oldu, senin âkıbetin nasıl olacak? İşte bunlar her ne kadar bu saltanatları, bu kisveleriyle halkı celbetseler de ehl-i hakikat bunları ahkâm ile ölçer, ahkâma uymadıklarını bilirler ve bunların dalâlet ehli olduğunun mührünü basarlar.
Allah-u Teâlâ yolumuzu mânâ ve mahviyet üzerine kurmuştur. Diğerlerinin yolu ise varlık ve maddiyat üzerine kuruludur.
Mânâ demek, yalnız Allah-u Teâlâ’ya dayanarak iş görür. Mahviyet demek, O’ndan başkasını görmez.
Kişiler: “Ben Allah yolunda yürüyorum.” zanneder ve hizmet için de çalışır. Fakat yolu görünüşte Allah yoludur. Allah-u Teâlâ dilediğine yol verir. O’nun yürüttüklerinden başka hiç kimse yürüyemez.
Nitekim Âyet-i kerime’sinde açık ve kesin olarak ferman buyuruyor:
“İşte o yol Allah’ın hidayet yoludur. Allah kullarından dilediğini bu yola eriştirir. (Kime dilerse ona nasip eder).” (En’am: 88)
Bunlar hep ahirete göçüldükten sonra meydana çıkacak.
Diğer yollarda madde olur, gaye, maksat ve menfaat olur, rütbe ve şöhret olur. Hakk’tan başka her şey var. Amma Hakk’ın bulunacağını sanmayın. Bu gibi şeyler olanlarda tecelli etmez. Niçin? Âyet-i kerime olduğu için.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah hiç kimsenin göğsünde iki kalp yaratmamıştır.” (Ahzâb: 4)
Ki, birini Muhabbet-i Mevlâ’ya, diğerini muhabbet-i mâsivâya hasretsin. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz. Kimin kalbinde yalnız Allah-u Teâlâ var, o Hakk iledir. Kimin kalbinde mâsiva var, o halk iledir.
Bu Âyet-i kerime’ye göre esas budur.
Bunların iç durumları budur. Bunlar güya Hakk’a gitmeye çalışıyorlar. Fakat aslında yol kesiyorlar.
Şimdi siz, bu sözlerimize hayret edeceksiniz. Ahirette aynel yakîn karşılaştığınız zaman, haklı olarak söylediğimizi göreceksiniz. Nedamet çok, faydası hiç yok! Çünkü herkes önderi ile haşrolacak.
“Benim mürşidimden başka mürşid olamaz.” diyen kanaat sahiplerine gelince; onlar taassub ehlidirler, zihniyetleri dardır. Tasavvuf ise taassubun ötesindedir.
Bir ağacın, yalnız kendisinin meyve verdiğini zannetmesi ne kadar gülünçtür. Halbuki bu toprak onun gibi ne ağaçlar yetiştiriyor. Kim ki “Benim yolum budur, başkasınınki değildir.” derse, o çok iyi bilsin ki Hakikat yolundan ayrılmıştır. Kişinin ancak “Benim yolum çok güzeldir.” demesi kadar salâhiyeti olabilir. “Benimki hak, diğerleri bâtıldır.” demeye hiç kimse sahib-i selâhiyet değildir.
Hakikat yolunda olan bir kimseye “Sen o yolu bırak buraya gel.” demek edebe uygun değildir. Herkes bir noktada toplanamaz. Kimisi gülü, kimisi karanfili sever, kimisi de sümbülden hoşlanır. Allah-u Teâlâ kişiye nasibini nereden ayırmışsa, o nasibini oradan alacak. Gel demek için Levh-i mahfuz’daki takdiri bilmek şarttır. Kişi bunu zannına göre söylüyorsa, o bir tahripçidir, yol kesicidir. Ekilmiş bir kimse koparılmışsa, kurumasına sebep olunur ve bunun zararları pek çoktur. En mühimi, mâneviyatını söndürmüş, ebedî hayatını öldürmüş olur. Daha ileriye giderse Allah-u Teâlâ ile karşı karşıya kalır.
Bir hayvan önüne gelen otu koparır. Fakat insan olan bunu yapabilir mi? Aradaki fark işte bu kadar büyüktür. Mesuliyeti ise daha da ağırdır.
Biz yalnız şunu işaret ederiz. Dalâlette gördüğünüz kimseyi dalâletten kurtarmaya çalışın. Hiçbir zaman ekilmiş bir kimseyi koparmayın, yerinde besleyin. Takviyesini yapıp, yerinde sağlamlaşmasına gayret edin. Koparmak mı? Asla! Hayvan koparır ölsün diye, insan ise su döker neşv-ü nemâ bulsun diye.
İşte bunun içindir ki, bu koparıcıların hayvan olduğunu iyi bilin. Onların sermayesi yalan ve dolandır. Kendisi batağa düşmüştür bilmez, başkasını düşürmeye ve ebedî hayatının mahvına çalışır. Bu ise ebedî hayatın katlidir.
Allah-u Teâlâ müminlerin kardeş olduğunu beyan buyuruyor. Ayrılık neden gelsin, niçin kardeşçe sevişilmesin? Bu bölücülükler nefislerin hamlığından, ruhen tekâmül edemeyişlerinden ileri geliyor.
Bugün herkes “Benim yolum” diyor. Hatta o kadar ileriye gidiyor ki, sadece kendi yolunu hakikatta görüyor. Bu husus çok incedir, hiçbir ehl-i kemâl gayriye tecavüz etmez. Bunun iç sırrı şudur: Allah-u Teâlâ bir kulunu vazifelendirmeyi murad etmişse, ona tâbi olacak olanları Levh-i mahfuz’da beyan eder. Hılkiyetini de ona göre yaratmıştır. Meselâ bir vasıtada yüz beygir gücünde motor bulunur, birinde onbin beygir, birinde yüzbin beygir gücünde motor bulunur. Her biri gücüne göre yük çeker. Allah-u Teâlâ bir Mürşid-i kâmil’e ezelde kaç kişiyi ihsan etmişse, ona göre güç de vermiştir.
Onun için dikkat edilirse, mürşidi olmuş ve ölmüş hiç kimseye katiyyen gel denilmiyor. “Gel” deyicilerin durumunu buradan anlayın.
Hâl böyle iken “Benim müridim çok olsun.” diye hareket etmek çok yanlış bir şeydir. Yanlışlığı şuradan gelir ki, ya bir varlık kokusu vardır, ya menfaat arzusu vardır, veya “Olayım” gayesi vardır. Evvela benlik giriyor.
İkincisi, Allah-u Teâlâ aldıkları o kişiye ezelde nasip ayırmamışsa, ona kim ne verebilir? Aldıkları kimselerin eğer başka yerden nasipleri varsa, nasiplerinden mahrum etmiş oluyorlar. Bir de: “Ben daha iyiyim.” diye ehil bir yerden koparırlarsa, mânevî hayatlarını katletmiş olurlar. Bu bir mânevî hayat katli olduğu için, katlettikleri kimselerin başları bu “Gel!” deyicilerin torbalarından çıkacak. Katlonulan da gider, katleden de katlettiği kimselerin mesuliyetini çeker.
Bunun içindir ki, Hakk’a dayanan; Hakk’ın ezelî taksimine göre hareket edip, icraatını tanzim eder, gayriye tecavüz etmez. İntisablı olsun olmasın, “Nasibi burada mı?” diye daima istihareye başvurur.
Derler ki: “Efendim o mürid beni bulamaz!” Dikkat buyurun, aşılayıcı rüzgar halkediyor, tozları çiftleştiriyor, meyve oluyor. Senin mi rolün var o çiftleşmede? Bütün mahlûkata Rezzâk-ı âlem rızık veriyor, sen mi yardım ettin O’na? Sen çık aradan! Sahib-i hakiki nasıl dilerse öyle yapar.
Bir kardeşin arabası ile gidiyorduk. Oğlu küçük olduğu için: “Baba, arabayı ben yürüteyim.” dedi. Direksiyon çocuğun elinde, fakat babası yürütüyor. Uzaktan gören çocuk yürütüyor zanneder. Çocuğun orada hiçbir rolü yok. Babası bıraktığı anda mahvolur. Mürşid de böyledir. “Yürütüyorum” dediği anda helâka mahkûm olur. Allah-u Teâlâ yürütüyor, karşıdan gören de mürşid yürütüyor zanneder.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün yere bir çizgi çizerek: “Bu Allah yoludur.” buyurdular. Yine bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizdikten sonra: “Bunlar da yollardır. Bu yolların her birisinde insanları o yola çağıran birer şeytan bulunur.” buyurdular ve:
“Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyunuz. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah’ın yolundan ayırmasın. Allah size bunları sakınasınız diye vasiyet etmiştir.” (En’am: 153)
Âyet-i kerime’sini okudular. (Dârimî, Sünen)
Bize bu yolu Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- göstermiştir. Yol olarak da onun yolu vardır. Bütün insanların Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in yolunda bulunması icabeder.
O yol bir Cadde-i kübrâ’dır, çok geniş ve dümdüzdür. Zâhirî kısmı, daha ileride bâtınî kısmı, daha da ileride ledünî kısmı vardır. Böylece kısım kısım birbirinden geçer. Hepsi o yol üzerinde bulunur ve hepsi hakikat üzerindedir. Allah-u Teâlâ’nın emir buyurduğu, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in açtığı yoldur. Bütün müslümanlara şâmildir, şahsa ait değildir.
Fakat kim ki : “Benim yolum yoldur, başkasınınki yol değildir.” derse, o iyi bilsin ki Hakikat yolundan sapmıştır. Artık Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in işaret ettiği o ayrılan diğer yollarda gider de gider ve “Benim yolum yoldur.” der. Hakikaten onun yolu yoldur amma, yetmişiki yoldan birisidir. Artık o istikamette değildir. Fırka-i nâciye’den ayrıldığını çok iyi bilmesi lâzımdır.
Her asrın insanı yaşadığı devirde kime tâbi olduysa onunla mahşere çağırılacaktır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız.” (İsrâ: 71)
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz bu Âyet-i kerime hakkında:
“İmamdan murad, herkesin yaşadığı asrın önderidir.” buyurmuşlardır.
Herkes dünyada kimin bayrağı altında bulunmuşsa, kime uymuş, kimleri rehber edinmişse, ahirette de onun bayrağı altında bulunacaktır.
Rehber edindiği, peşine düşüp gittiği lideri nereye götürürlerse onlar da oraya gidecek. Dünyada olduğu gibi ahirette de bir ve beraberdirler. İyiler iyilerle beraber cennette, kötüler kötülerle birlikte cehennemde olacaklardır.
Firavun ahirette avânesinin önünde cehenneme gittiği gibi, bu sapıtıcılar da küfre kaydırdığı kimselerin hepsinin cehennemde öncüleridirler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Firavun kıyamet gününde milletine öncülük eder, onları cehenneme götürür. Gittikleri yer ne kötü yerdir!” (Hud: 98)
İşte Firavun’un ve bu gibilerin akıbeti böyle ciğer yakan bir sonuçtur. Onlara uyanlar da böyle bedbaht kimselerdir. Onlar kendilerine gönderilen o âlicenap Peygamber’e uymadılar, Firavun gibi bir ifsatçının peşine düşüp gittiler. Şimdi ise orada bir ve beraberdirler.
“Onlar bu dünyada da, kıyamet gününde de lânete uğratılırlar.” (Hud: 99)
Kıyamete kadar ümmetlerin lânetine hedef oldukları gibi, ahirette de lânete maruz kalacaklardır.
“Ne kötü yerdir onların götürüldükleri yer!” (Hud: 99)
Ne kötü bir ikramdır onlara takdim edilen! Ne kötü bir bağıştır verilen!
Bu sapıtıcı önderlerin, kendilerine uyanları cehenneme götüreceklerine dair Kur’an-ı kerim’de apaçık ilâhî hüküm vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Zâlimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak!” (Kasas: 40)
Hepsi de helâk olup gittiler. Cürümlerinin cezasını kat kat gördüler. Yaptıkları yanlarına kâr kalmadı.
Onlar arkalarına taktıkları kimseleri cehenneme götürecek işleri yapmaya dâvet ediyorlardı. Onları ilâh edinerek tâbi olanlar da bilgisizce peşlerinden yürüdüler.
“Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” (Kasas: 41)
Kendilerine teveccüh eden azabı hiçbir kimse onların üzerinden kaldıramayacak. Ahiret rüsvaylığının yanısıra dünya rüsvaylığına çarptırılacaklar. Allah-u Teâlâ’nın, meleklerin ve müminlerin lâneti üzerlerine olacak, rahmet-i ilâhîden tardedileceklerdir.
“Bu dünya hayatında biz onların peşine bir lânet taktık (daima lânetle anılacaklardır.) Kıyamet gününde ise onlar çirkinleştirilip iğrenç kimselerden olacaklardır.” (Kasas: 42)
İyilerin arkasında gidenler, saadet-i ebediyeyi kazanmaya vesile oldukları için liderlerini överek ve ona duâlar ederek büyük bir mutluluk içinde Cennet-i alâya doğru yürüyeceklerdir. Saptırıcı liderlerin peşine takılanlar ise felâket-i ebediyeye düşmelerine sebep oldukları için onlara büyük bir kin ve öfke duyacaklar, düşünmeden körü körüne ardına sürüklendikleri önderlerine lânetler yağdıracaklar, beddualar edeceklerdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyamet gününde insanlar bir araya toplanır, Rabb’imiz: ‘Her kim neye tapmışsa onun ardına düşsün.’ buyurur. Artık kimi güneşin, kimi ayın, kimi tağutların (kodamanların) peşine düşüp gider.” (Buhari. Rikak: 52)
•
Allah-u Teâlâ bu gibi kimselere azabını hatırlatarak kendi katına geldikleri zaman hor ve hakir olarak birbirleri ile çekişip tartışacaklarını haber vererek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Sen o zâlimleri Rabb’lerinin huzurunda durduruldukları zaman, suçu birbirine atıp dururken bir görsen!” (Sebe: 31)
Hep birbirini suçlayacaklar, hep birbirlerini kınayacaklar... Hiçbirisi suçu üzerine almak istemeyecek.
Başkalarının peşlerinde körü körüne giden, bu hususta kendilerini uyarmak isteyen münevver insanları dinlemeyen kimseler, o gün hakikatı apaçık gördüklerinde; liderlerinin suret-i haktan görünerek her şeyi nasıl ters gösterdiklerini, o kodamanlara uydukları için nasıl bir felâkete düşürüldüklerini ve azabın hazır vaziyette kendilerini beklediğini müşahede ettiklerinde pek büyük bir hasret çekecekler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İçlerinde zayıf sayılanlar (tâbi olanlar, peşlerine takıldıkları o) büyüklük taslayanlara ‘Siz olmasaydınız biz inanmış olacaktık.’ derler.” (Sebe: 31)
Zehirli propagandalarının kendilerinin kâfir olmalarına sebep olduğunu söylemek isterler.
Fakat onlar da kendilerine uyanlar gibi büyük bir azapla karşı karşıya bulunuyorlar, hepsi de aynı girdabın içindeler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Büyüklük taslayanlar ise zayıf sayılanlara (kendilerine tâbi olanlara): ‘Size hidayet geldi de, sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır! Kendiniz suçlu idiniz!’ derler.” (Sebe: 32)
Yani onlara şunu demek isterler:
Biz sizi sadece dâvet ettik. Siz ise hiçbir mesned, hiçbir delil olmaksızın bize uydunuz. Allah’ın dinini, ahkâmını, emir ve yasaklarını arkanıza ittiniz.
Biz sizin gibi binlerce insanı peşimize takmaya zorlayacak bir kuvvete sahip değildik. Siz isteseydiniz bizi bu işten alıkoyardınız. Siz bize bağlılık göstermeseydiniz, bağışlarınızla, yardımlarınızla, hediyelerinizle desteklemeseydiniz, bizi kimse tanımazdı.
Allah’ın dinini arzu ve heveslerinize uydurmak için değiştirmek isteyenleri baştacı yapıyordunuz. Size her türlü suç ve günahı işleme ruhsatı verebilecek, haramı helâl yapacak kimselere yüksek payeler veriyordunuz. Şimdi ise suçsuz olduğunuzu iddiaya kalkışıyorsunuz. Halbuki bu günah ve isyanda hepimiz ortağız.
Onların verdiği cevabı da Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde beyan buyuruyor:
“Zayıf sayılanlar (tâbi olanlar) da (peşlerinden gittikleri) o büyüklük taslayanlara: ‘Hayır, gece gündüz bizi aldatıyordunuz. Bize Allah’ı inkâr etmemizi, O’na ortaklar koşmamızı emrediyordunuz.’ derler.” (Sebe: 33)
Gece gündüz kendilerine tuzak kurduklarını, yaldızlı ve parlak lâflarla aldatarak hülyalara daldırdıklarını, doğru yolda olduklarını telkinle kandırdıklarını söylerler.
Neticede uyanlar da uyulanlar da bu karşılıklı suçlamaların kendilerine bir fayda sağlayamayacağını anlarlar. Aslında her iki taraf da suçlu. Önderlerin hem kendi günahları var, hem de saptırıp yoldan çıkardıkları kimselerin günahları var. Diğerleri ise hem kendi günahlarının cezasını çekerler, hem de onlara körü körüne uymalarından ötürü mesuldürler.
Kendileri için hazırlanan azabı gördüklerinde kelimelerle ifade edilemeyen acı ve pişmanlık duyarlar.
“Bunlar azabı gördüklerinde pişmanlıklarını içlerine atarlar, ettiklerine içleri yanar.” (Sebe: 33)
Fakat bu pişmanlıkları kendilerine hiçbir fayda vermez.
•
Hakk ve hakikatı red ve inkâr eden bu nasipsiz mahlûklar, işledikleri günahların cezasını çekecekler, ektiklerini biçip ettiklerini bulacaklar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Biz o kâfirlerin boyunlarına demir boyunduruklar takarız. Onlar ancak yapmış olduklarının cezasını çekerler.” (Sebe: 33)
Bunun böyle olacağı kendilerine dünyada iken ihtar edilmişti, fakat hiç oralı olmamışlardı.
“Onlar hesaba çekileceklerini hiç ummuyorlardı.” (Nebe: 27)
Avam güruhu, dünyada iken lider kabul ederek hayvan sürüsü gibi körü körüne peşlerinde sürüklendikleri kimselerin ahiretteki zillet ve meskenetlerini, ne kadar sefil bir duruma düştüklerini gördüklerinde onlara şöyle derler:
“Biz size uymuştuk, sizin bağlılarınızdık şimdi siz Allah’ın azabından zerrece bir şey olsun savıp, bizi koruyabilecek misiniz?” (İbrahim: 21)
Bütün saltanat ve kisveleri dünyada kalan, yaptıkları tahrik ve tahriflerin, sapma ve saptırmaların cezasıyla karşı karşıya bulunan sapıtıcılar onları yüzüstü bırakır giderler. Aralarındaki bütün ülfet ve muhabbet sebepleri ortadan kalkar.
Kendilerine ne emretmişlerse emirlerini tutmuşlar, onlara uydukları için zaten bu acı sonuca varmışlar.
Bütün yetkileri, makam ve mansıpları dünyada kalan, yaptıkları tahrip ve tahriklerin, sapma ve saptırmaların cezası ile karşı karşıya bulunan önderler bu sözler karşısında mahçup olurlar, acziyetlerini itiraf ederler ve derler ki:
“Eğer Allah bizi doğru yola eriştirseydi, biz de size doğru yolu gösterirdik.” (İbrahim: 21)
Orada ister istemez Allah-u Teâlâ’nın yüce kudretini kabul ve itiraf ediyorlar. Halbuki bir imtihan sahnesi olan dünyada iken, hem kendileri kabul etmiyorlardı, hem de arkalarına taktıkları kimselere kabul etmemelerini telkin ederek şirke sürüklüyorlardı.
“Şimdi artık sızlansak da sabretsek de birdir, kaçıp sığınacak bir yerimiz yoktur.” (İbrahim: 21)
Artık iş bitmiş, iş işten geçmiştir.
“O halde o gün hepsi azapta müşterektirler.” (Saffat: 33)
Onlar sapıklıkta müşterek oldukları gibi, cehennem azabına çarpılmada da müşterek bulunacaklardır.
Allah-u Teâlâ saptıranlarla sapanların cehennemdeki pek hazin manzaralarını tasvir edip ibretli bir tablo halinde akl-ı selim sahiplerinin gözleri önüne sermektedir.
Bu sapıtıcılar ve onlara uyanlar şeytanın dostu ve askeridirler, şeytan taraftarıdırlar. Dost edindikleri şeytanla birlikte cehenneme atılacaklardır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onlar ve azgınlar tepetakla oraya atılırlar. İblis’in bütün askerleri de.” (Şuarâ: 94-95)
“Onlar” imamlardır, “Azgınlar” ise etrafında olanlardır. İşte onların sonu budur.
O zamana kadar arkadaş idiler. Fakat oraya atıldıklarında şöyle diyecekler:
“Ey şeytan! Keşke benimle senin aranda gün doğusu ile batısı kadar uzaklık olsaydı. Ne kötü arkadaşmışsın sen!” (Zuhruf: 38)
Onlara tâbi olanlar, kendilerini sapıtıp cehenneme götürenlere lânet ederler ve en büyük düşman kesilirler. Nedâmet çok, faydası hiç yok. Hep birlikte ebedî olarak cehennemdedirler.
Niçin? Cenâb-ı Hakk’ın emir ve nehiylerine inanmayıp şeytana tâbi olan imansız insan şeytanlarına uydukları için.
•
Dünyada iken şer kapısını açıp onun tellallığını yapan, kendilerine tâbi olanları yoldan çıkarıp saptıran küfür liderleri; kendilerine uymalarından gurur duydukları kimselerle beraber o gün cehenneme atılırlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın nimetini nankörlükle karşılayanları ve (peşlerine taktıkları) toplulukları helâk olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmedin mi?” (İbrahim: 28)
Gördün mü bunlara benzer bir kimseyi? Elbette ki sen onların bu menfur durumlarını çok iyi biliyorsun!
“Onlar cehenneme girecekler. O ne kötü bir karargâhtır!” (İbrahim: 29)
Cehennem durulacak yerlerin en kötüsüdür.
“Allah’ın yolundan saptırmak için O’na ortaklar koştular.” (İbrahim: 30)
Liderlerini ilâh edindiler, Allah’a ibadet eder gibi onların peşlerinden gittiler. Halkı Allah yolundan çevirip küfre sürüklediler.
“De ki: Bir süre yararlanın! En son varacağınız yer ateştir!” (İbrahim: 30)
İçinde bulunduğunuz çirkefliği sürdürün. Şunu unutmayın ki, ahirette cehenneme atılacaksınız.
Cehennemin kendileri için hazırlandığını görünce, bu gibi kimselerin bürünecekleri hâl ve ahvâl hiçbir kelime ile ifâde edilemez.
“Başlarını dikerek koşarlar. Gözleri kendilerine bile dönüp bakamayacak şekilde sabit kalmış.
Gönülleri ise bomboştur.” (İbrahim: 43)
Başlarına gelecek felâketler, dehşetler, onları bu hale getirecektir. Kafalarında akıl, kavrayış ve anlama adına hiçbir şey kalmayacaktır.
•
“Resul’üm! İnsanları azabın kendilerine geleceği (kıyamet) gününden korkut!” (İbrahim: 44)
O müthiş günü düşünsünler, şimdiden kendilerine gelsinler.
“Zulmedenler diyecekler ki:
Ey Rabb’imiz! Yakın bir süreye kadar bize zaman tanı da senin dâvetine uyalım ve Peygamber’ine tâbi olalım.” (İbrahim: 44)
Fakat bütün bu temennileri neticesiz kalır. Allah-u Teâlâ onların bâtıl üzerindeki ısrarlarını hiç şüphesiz ki bilmektedir.
Kınamak ve susturmak için taraf-ı ilâhî’den onlara şöyle denilir:
“Siz daha önce sonunuzun gelmeyeceğine yemin etmemiş miydiniz?” (İbrahim: 44)
Gururlu bir biçimde öyle büyük hayaller peşindeydiniz ki, ahirete göçeceğiniz hiç aklınıza gelmiyordu.
“Halbuki siz kendilerine zulmedenlerin yurtlarında oturmuştunuz.” (İbrahim: 45)
Ehl-i hakikatın yolunda oturdular, “Ehl-i hakikat biziz!” dediler, yol kesici oldular.
“Onlara neler yaptığımız da size açıklanmıştı ve size misaller de vermiştik.” (İbrahim: 45)
Niçin o uyarmalardan istifade ederek uyanmadınız, ibret ve ders almadınız.
“Gerçekten onlar kurmak istedikleri tuzağı kurmuşlardı. Oysa tuzakları dağları yerinden oynatacak (cinsten) olsa bile, onların tuzakları Allah’ın katında idi.” (İbrahim: 46)
Onlarınkinden daha büyük bir düzen ile onları cezalandıracak, farkında olmadıkları bir yerden azapları gelip onları bulacaktır, Allah-u Teâlâ onların her birinden intikam alacaktır.
“Sakın Allah’ın elçilerine verdiği sözden cayacağını sanma! Muhakkak ki Allah Azîz’dir, intikam sahibidir.” (İbrahim: 47)
Bir şey yapmak istediği zaman kimse O’na mani olamaz, O’na karşı hiç kimse düzen kuramaz.
“Bütün insanlar tek ve Kahhar olan Allah’ın huzuruna çıkarlar.” (İbrahim: 48)
Hiçbir şey onları örtmeyecek, hiçbir kimse onları koruyamayacaktır. Artık gaflet perdesi ile kapanmış olan gözler açılmış, gizli kalan hakikatler bütün açıklığı ile ortaya çıkmıştır.
•
Allah-u Teâlâ şeytanı ve onun şaşırtıp yoldan çıkardıkları kimseleri cehenneme koyacağını vâdetmişti.
“Allah: ‘Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları ile beraber ateşe girin!’ der.” (A’raf: 38)
Her nankörü, her zorbayı ahirette evvelâ kaynar suya atar, sonra da cehenneme sokar.
Nitekim Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Amma yalanlayıcı sapıklardan ise; işte ona da kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır. Kesin gerçek budur işte!” (Vâkıa: 92-95)
Ve bunun inkârı mümkün değildir, bu bir doğru haberdir.
Onlar cehenneme ilk geldiklerinde, kendilerine çekilecek ziyafet, karınları eritecek olan kaynar sudur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Başlarının üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir.” (Hacc: 19-20)
Zira insan çok zâlim ve çok nankördür. Bu zulmünden ve bu nankörlüğünden ötürü bu ebedi azaba müstehak olmuş oluyor.
Öncekiler ve sonrakiler hepsi birleşirler. Hep beraber cehenneme girdiklerinde birbirlerinden son derece nefret duyarlar, birbirlerine lânet yağdırırlar.
“Her ümmet (topluluk) girdikçe kardeşine (kendini saptıran yoldaşına) lânet eder.” (A’raf: 38)
Saptırıcı önderlerle onlara şuursuzca uyan şakşakçılar bir araya gelince husumet ve karşılıklı tartışmalar başlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca, sonrakiler öncekiler için: ‘Ey Rabb’imiz! Bizi saptıranlar işte bunlardır. Bunlara ateşten bir kat daha fazla azap ver!’ derler.” (A’raf: 38)
İki taraf da sapıklıkta ortaktır. Çünkü öndekiler sapıtmışlar, sonrakiler de bu sapıtmayı kabullenmişlerdir. Uyan ile uyulan birbirinden karşılıklı kuvvet almıştır.
Hırlaşmalar ve ithamlar işte böyle başlar. Körükörüne peşlerinden sürüklendikleri ve felâket-i ebediyeye düşmelerine sebep oldukları önderlerine Allah-u Teâlâ’dan: “Ey Rabb’imiz!” diye başlayarak, kat kat cezalar vermesini isterler.
Çünkü onlara uydukları ve kâfirlikte peşlerinden gittikleri için sapıklığa düşmüşler, onların açtığı çığırda yürüdükleri için cehenneme müstehak olmuşlar.
“Allah da: ‘Zaten hepsinin azabı kat kattır, fakat siz bilmezsiniz.’ buyurur.” (A’raf: 38)
İstedikleri kat kat azap hem kendileri için hem de onlar içindir. İki taraf da sapıklıkta ortaktır. Kitleleri bâtıl yollara sürükleyen küfür liderleri hem kendi kâfirliklerinden, hem de başkalarını doğru yoldan saptırdıklarından ötürü; körü körüne bunların peşinden sürüklenenlere de hem kâfir olduklarından, hem de gönül rızası ile sapık liderleri taklit etmelerinden dolayı iki kat azap göreceklerdir.
Uyan da uyulan da birbirlerinden karşılıklı kuvvet almışlar, şirretliklerini beraberce yapmışlardır. Şimdi ise hem kendileri için hem de şuursuzca kabullendikleri fırkalar için ne kadar acıklı azaplar karşılarına çıkmıştır.
Kendilerine kat kat ceza verilecek kimseler inkâra veya sapıklıklara önderlik ettikleri, yahut mevkileri itibariyle güzel davranışlarda bulunmaları gerekirken bunu yapmayıp icraatlarıyla diğer insanlara kötü örnek oldukları, peşlerine taktıkları insanları dalâlete sürükleyip bâtıla daldırdıkları için bu cezaya müstehak olmuşlardır.
Bu gibi kimselere kendi günahları ile birlikte, işlenmesine sebep oldukları günahlardan da ceza verilecektir.
“Öncekiler de sonrakilere derler ki: Sizin bize hiçbir üstünlüğünüz yok.” (A’raf: 39)
Biz de sizlere sapıklık ve azaba müstehak olma bakımından eşitiz. Sizlere de uyarıcı gelmişti, Hakk’ın emirleri tebliğ edilmişti. Neden bize tâbi oldunuz?
Sapık önderler bu sözü kendilerine uyanlara yürek soğutma yoluyla söylerler. Çünkü onlar liderlerinin azaplarının iki kat olmasını istemişlerdi.
Orada buna benzer suçlamalar ve lânetleşmeler sürüp gider. Hiçbirisi suçu üzerine almak istemez. Ceza yapılan işin cinsinden olduğu için, dünyadaki mâlâyâni tartışma ve suçlamalar orada da devam eder.
Ve taraf-ı ilâhîden onlara şöyle denilir:
“O halde siz de kazandıklarınıza karşılık tadın azabı!” (A’raf: 39)
Sizin cezanız da öyle fazlasıyla olacaktır. İnatçı bir azgınlığın cezası da elbette böyle kat kat bulunacaktır.
•
Bu gibi kimseler cehennemin alt derecelerinde birbirleriyle hasımlaşır, mesuliyeti birbirine atmaya çalışırlar.
Âyet-i kerime’de:
“Onlar birbirlerini suçlayıp çekişirler.” buyuruluyor. (Saffat: 27)
Sapıtıcıların peşine takılanlar, kendilerinin sonsuz bir felâkete düşmelerine sebep oldukları için onlara büyük bir kin ve öfke duyarlar. “Sen bizim buraya girmemize sebep oldun!” diyerek, leş üzerine üşüşen kargalar gibi üzerlerine üşüşürler.
İleri gelenlerine:
“Siz bize sağdan gelir, suret-i haktan görünürdünüz!” derler. (Saffat: 28)
Öyle suçlayıcı iddiâlarda bulunurlar ki, maksatları suçu üzerlerinden atmak ve kurtulmak. Fakat ne mümkün!
Bâtılı süslerler, hak diye gösterirlerdi. Günahları sevap diyerek onlara işlettirirlerdi. Kendilerini hayrat ve hasenâta sevketmek, doğru yolu göstermek istediklerini söyleyerek onları kandırıp Allah yolundan alıkoyarlardı. En güvendikleri noktalardan yanlarına sokulur, onları ayartmaya çalışırlardı.
Kimileri de kuvvet ve tahakküm ile, sahip olduğu makamın forsunu kullanarak, halkı Allah’ın dininden uzaklaştırmak isterdi.
Bu sefer kodamanlar ileri atılırlar, haklarındaki ithamları reddederek, mesuliyeti onlara yüklemek isterler.
Ve derler ki:
“Hayır! Zaten siz inanan kimseler değildiniz.” (Saffat: 29)
Ki, sizi imandan küfre çevirdiğimize dair iddiâlarınız doğru sayılsın. İman etmek imkânınız olduğu halde yüz çevirmiştiniz, kendi isteğinizle küfrü tercih etmiştiniz.
“Bizim sizi zorlayacak bir gücümüz yoktu, siz kendiniz azgın bir topluluk idiniz.” (Saffat: 30)
Serbest iradenizle sapıklığı tercih ettiniz. Bizim sizi dâvet ettiğimiz yolun doğruluğuna dair elinizde kesin bir delil de bulunmuyordu. Tercihinizi kötülüğe kullandığınız için davetimizi kabul ettiniz ve bize uydunuz.
“Artık Rabb’imizin sözü bize hak oldu. Azabımızı muhakkak tadacağız.” (Saffat: 31)
Hepimiz O’nun tehdit ettiği azaba mahkûm olduk, kesinlikle bu azabı tadacağız, hiç kurtuluş imkanımız yok.
“Evet biz sizi kışkırttık. Çünkü kendimiz azgındık.” (Saffat: 32)
Bizim gibi olmanız için sizi azdırmak istemiştik. Siz de sapıklığa meyliniz sebebiyle bize uydunuz. Bu hususta bizi kınamayın.
Dünyada yaptıklarının karşılığı olarak, Allah-u Teâlâ’nın kesin hükmü ahirette gerçekleşmiş olur:
“O halde o gün hepsi azapta müşterektirler. “ (Saffat: 33)
Sapıklıkta ortak oldukları gibi, cehennem azabına çarptırılmakta da ortaktırlar. Zehirli propagandalarına aldanarak doğru yoldan çıkmış oldukları için bu cezaya müstehak olmuşlardır.
“Biz suçlulara böyle yaparız.” (Saffat: 34)
Onları böyle azaplara uğratırız.
•
Uyanlar cehennemde lâyık oldukları cezalarını çekerlerken zebaniler saptırıcı önderlere şöyle seslenirler:
“İşte şunlar peşinize düşüp sizinle beraber gerçeğe karşı direnenlerdir.” (Sâd: 59)
Ömürlerini sizin peşinizde körü körüne geçiren uyruklarınız da sizinle beraber en acı bir şekilde azap göreceklerdir.
Onlar da son derece öfkeyle cevap verirler:
“Onlara merhaba yok, rahat yüzü görmesinler. Çünkü onlar da ateşe girmişlerdir.” (Sâd: 59)
Dünyada iken kendilerine uymalarından gurur duydukları kimseleri artık görmek istemiyorlar.
Buna karşılık olarak uyruklar da onlara cevap vermekten geri kalmazlar:
“Asıl size merhaba yok! Siz rahat yüzü görmeyin! Bunu başımıza getiren sizsiniz.
Ne kötü bir durak!” (Sâd: 60)
Saptırıcı önderlere uymanın acı ızdırabını çok acı bir şekilde çeken uyruklar güruhu, kin ve intikam duyguları ile dolup taşarak Allah-u Teâlâ’ya yönelirler.
Derler ki:
“Ey Rabb’imiz! Bunu bizim başımıza kim getirdiyse, ateşte azabını kat kat artır.” (Sâd: 61)
Hem kendi sapıklığının, hem de başkalarını yoldan çıkarmanın cezâsına uğramış olsun.
Aslında burada onlara karşı duydukları kin ve nefreti dünyada iken duymaları gerekiyordu. Onlara uydukları takdirde başlarına böyle bir felaketin geleceği apaçık belli idi. Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde Resulullah Aleyhisselâm Hadis-i şerif’lerinde açık açık ferman buyurmuştur.
İnananlar işitmişler, itaat etmişler, onlardan irtibatlarını tamamen kesmişler, Hazret-i Allah ve Resulü’nün yoluna koyulmuşlardır. Şimdi onların böyle bir sıkıntı ve dertleri yok. Şimdi onlar cennetlerde mutluluk içinde yaşıyorlar. Hakk’a ve hakikata sarılmanın, Allah yolunun yolcularının izini takip etmenin mükâfatını bol bol alıyorlar.
Onlar ise bütün uyarılara rağmen gerçeğe karşı direnmişler, hakikata kulak tıkamışlar, gözü yumuk bakmışlar. Ecel onları tam bu hallerinde iken yakalamış.
İş işten geçtikten sonra yalvarıp yakarıyorlar:
“Ey Rabb’imiz! Cinlerden ve insanlardan bizi yoldan çıkarıp sapıtanları bize göster. Onları ayaklarımızın altına alalım da en alçaklardan olsunlar!” (Fussilet: 29)
İnsanları saptırıp yoldan çıkaranların, dinden diyanetten, ahlâk ve fazilet değerlerinden mahrum bırakanların büyük bir azaba uğrayacaklarında şüphe yoktur. Fakat Allah-u Teâlâ’nın kendilerine verdiği aklı kullanmayıp, dinin ilâhi beyanlarını dinlemeyip, bu gibi saptırıcıların gösterdikleri çıkmaz yollara sapan kimseler de onlar gibi azaba müstehak olmuşlardır. Kendilerini mazur göstermeye asla salâhiyetleri olamaz.
İçleri intikam ateşiyle yanıp tutuşmaktadır. Kahırlarından ne yapacaklarını ne söyleyeceklerini bilemezler. Bir netice vermeyeceğini bildikleri halde, değişik ifadelerle tekrar tekrar ilticâ ederler:
“Ey Rabb’imiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize uymuştuk, onlar da bizi yoldan saptırdılar.” (Ahzab: 67)
“Ey Rabb’imiz! Onlara iki kat azap ver. Onları büyük bir lânete uğrat!” (Ahzab: 68)
Halbuki kendilerine ne emretmişlerse yapmışlar, onlara uydukları için zaten bu hale düşmüşlerdi. Şimdi ise pişmanlıklarına pişmanlık katıyorlar, Allah’a ve Resulü’ne itaat etmediklerine nedamet ediyorlar. Fakat hiç faydası yok.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onların bu tartışmasının kesinlikle olacağını beyan buyuruyor:
“İşte cehennemliklerin birbirleriyle bu şekilde tartışmaları gerçektir, muhakkak olacaktır.” (Sâd: 64)
•
Gözleriyle ayan-beyan gördükleri bu azap gibi, Allah-u Teâlâ onlara amellerinin cezasını pişmanlık ve kahırla ödetecektir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O zaman küfür öncüleri azabı görünce kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşıp giderler ve aralarındaki bütün bağlar kopar.” (Bakara: 166)
Herkes kendi derdine düşer. Hepsi de aynı girdabın içindeler. Ektiklerini biçip ettiklerini buluyorlar.
Körü körüne uydukları sapık liderler onları yüzüstü bırakır giderler. Dünyadaki gibi baş olmak iddiasında bulunamazlar. Her şeyden vazgeçerler. Aralarındaki bütün ülfet ve muhabbet sebepleri ortadan kalkar. İttifak etmek üzere yaptıkları yeminleri ve anlaşmaları bozulur.
“Onlara uyup arkalarından gidenler ‘Ah ne olurdu, bir daha dünyaya gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşmış olsaydık!’ derler.” (Bakara: 167)
Fakat ne çare ki, o sözleri olmayacak bir şeyi temenni etmek kabilindendir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Böylece Allah onlara bütün yaptıklarını hasretler ve pişmanlıklar halinde gösterecektir.
Onlar cehennemden çıkmayacaklardır.” (Bakara: 167)
“Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin!” (Duhan: 49)
İkaz edildikleri halde bu ikazlardan nefret duyanlar var ya, iman ettikleri saptırıcı imamlarla cehenneme girdikleri zaman ne kadar pişmanlık duyacaklar.
“Ah keşke dinleseydik! Hazret-i Allah’a ve Resulü’ne iman etseydik. Allah-u Teâlâ’nın dâvetçisi bize hep O’nun kelâmını önümüze çıkarıyordu. Fakat biz azgınlar bu âyetlerden ikrah ederdik. Çünkü sizin dininize girmiştik. Meğer o ne güzel bir dâvetçiymiş, keşke uysaydık! Şimdi ise sizden ikrah ediyoruz. Bu azgın ve alevli ateşler içerisine, size uymamız, yolunuzda bulunmamız ve çalışmamız sebebiyle girdik.” diyecekler.
Onların boyunlarına demir halkalar takılır, yetmiş arşın uzunluğunda zincirlere vurulur. O bir lânet halkasıdır, o lânet halkası ile kaynar suya da atılırlar.
Aslında o lânet halkası onlara daha dünyada iken takılmıştır. Zira onlara Allah-u Teâlâ ve melekler, peygamberler ve sâlih kullar kıyamete kadar lânet etmişlerdi.
Annesi, babası, kardeşi tarafından tayin edilenlerin, nefsini ilâh edinenlerin, Allah-u Teâlâ’nın yolunu kesenlerin durumu budur.
“Kâfirlere gelince; onlar için de çetin bir azap vardır.” (Şûrâ: 26)
Bütün yaptıkları işler hiçe müncer olacak, cezâlarını korkunç bir şekilde çekeceklerdir.
“Zâlimler için elem verici bir azap hazırlamıştır.” (İnsan: 31)
O azap ise cehennemin pek şiddetli ve ebedî olan azabından ibarettir.
“Allah’a karşı yalan uydurandan veya O’nun âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kim olabilir? Şu bir gerçektir ki suçlular aslâ iflâh olmazlar.” (Yunus: 17)
Suçlular arasında zâlimler, zâlimler arasında en zâlimler elbette hiç felâh bulmazlar. Ahirette ebedî surette azap görüp duracaklardır.
“Kötülükleri yapanlara gelince, kötülüğün cezası kendi mislidir. Onları zillet kaplar. Onları Allah’tan koruyacak hiç kimse bulunmaz. Onların yüzleri sanki karanlık geceden bir parçaya bürünmüştür. İşte bunlar da cehennemliklerdir. Orada ebedî kalacaklardır.” (Yunus: 27)
Sadece yüzleri kızarmakla kalmaz, her taraflarını kuşatan büyük bir zillet kaplar ve horluk hakirlik içinde kalırlar. Onların ateşten kurtulma ümidi aslâ yoktur.
“Orada herkes geçmişte yaptıklarıyla imtihan verir ve gerçek sahipleri olan Allah’a döndürülürler. Uydurdukları şeyler kendi kendilerinden kaybolup gider.” (Yunus: 30)
Ve onlar çok acı bir gerçekle başbaşa kalırlar.
Merhametlilerin en merhametlisi olan Rabb’imiz Tebâreke ve Teâlâ Hazretleri Kur’an-ı kerim’in bir çok Âyet-i kerime’lerinde ahiret gününün çetin azabından kullarını korumak ve sakındırmak için öğütlerde ve uyarılarda bulunmaktadır.
•
“Elif. Lâm. Mîm. Sad. Resul’üm! Bu, sana indirilen bir Kitap’tır. Bu hususta göğsünde bir sıkıntı olmasın. Onunla (insanları) uyarman ve inananlara öğüt vermen için (indirildi).” (A’raf: 1-2)
Çünkü ondan faydalanacak olanlar müminlerdir. Müminler Kur’an-ı kerim’i ellerinde ve gönüllerinde tutarlar. Onun iznine ve yasağına göre hayatlarına yön verirler.
•
“Elif. Lâm. Mîm. Râ. Bunlar Kitab’ın âyetleridir. Sana Rabb’inden indirilen haktır, fakat insanların çoğu inanmazlar.” (Ra’d: 1)
Kıt akıllı, kısır düşünceli kişiler yalan yanlış fikirlerinde ısrar edip dururlar, âlemlerin Rabb’inin Kitab-ı kerim’ini nazar-ı itibara almazlar.
•
“Andolsun ki biz onlara ilim ile açıkladığımız, inanan bir topluluk için hidayet ve rahmet olarak bir kitap getirdik.” (A’raf: 52)
Öyle bir kitap ki, iman edenler için bir hidayet ve rahmet vesilesidir.
•
“Bu (Kur’an), insanlar için bir açıklama, takvâ sahipleri için de bir hidayet ve bir öğüttür.” (Âl-i imran: 138)
Bu Kitab-ı kerim’de iyiliklere teşvik, kötülüklerden korkutma, haramlardan uzak durma emirleri vardır. Fakat bu hidayet ve öğütten ancak takvâ sahipleri yararlanabilir.
•
“İşte bunlar Allah’ın âyetleridir. Onları sana hak olarak okuyoruz. Allah âlemlere zulmetmek istemez.” (Âl-i imran: 108)
Fakat insanlar kendilerine zulmediyorlar. Allah-u Teâlâ kullarına zulmetmek istemediği için, kimseyi suçsuz yere sorumlu tutmaz. Suçlunun cezasını artırmadığı gibi, iyilik yapan bir kimsenin de sevabını eksiltmez. Hiç kimse zerre kadar haksızlığa uğratılmaz. O gün herkese ancak yaptığı ile kazandığı fayda verir.
•
“Sen o (Kur’an’la) öğüt ver ki, kişi kazandığı amel sebebiyle helâke uğramasın. O kimse için Allah’tan başka ne bir dost, ne de şefaatçı vardır.” (En’am: 70)
Allah-u Teâlâ’dan dilekte bulunarak hiçbir kimse ona şefaatçı olamayacaktır.
•
“Siz farkında değilken ansızın başınıza azap gelmezden önce, Rabb’inizden size indirilenin en güzeline uyun!” (Zümer: 55)
O mübarek Kitab-ı kerim’de beyan edilen emir ve yasakları gözetmek hususunda dikkatli olun. Azabın ne zaman geleceği belli olmadığı için, tedbir alıp hazırlık yapınız.
•
“De ki: ‘Söyleyin bana! Eğer Allah kulaklarınızı ve gözlerinizi alsa, kalplerinizin üstüne mühür vursa, Allah’tan başka onları size getirecek ilâh kimdir?’
Bak! Âyetleri nasıl türlü türlü anlatıyoruz, sonra onlar yüz çeviriyorlar.” (En’am: 46)
Onlar bu âyetleri görerek, bunun sonucunda imana ulaşacakları yerde, küfürlerini katmerleştiriyorlar.
•
“Andolsun ki biz sizden önce kendilerine kitap verilenlere de, size de: ‘Allah’tan korkun!’ diye tavsiye ettik. Eğer küfre kayarsanız, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah zengindir, hamdedilmeye lâyıktır.” (Nisâ: 131)
İtaat edenlerin itaatı O’na bir fayda sağlamadığı gibi, isyan edenlerin isyanı da O’na zarar vermez. Kullar O’na hamdetse de, etmese de, yine de övülmeye lâyık O’dur.
•
“Kendiniz için önceden gönderdiğiniz her hayrı Allah katında bulursunuz. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı görmektedir.” (Bakara: 110)
Artık sen bilirsin, seç al ve beğendiğini yap. Ahiret gününde ona göre ceza veya mükâfat göreceksin.
•
“De ki: Söyleyin bana! Allah’ın azabı size ansızın veya açıkça gelirse, zâlimler gürûhundan başkası mı helâk olur?” (En’am: 47)
Hayır! Ancak bu zâlimler mahvolurlar. Çünkü onlar yoldan çıkmışlar, Allah-u Teâlâ’nın gadabını üzerlerine çekmişlerdir. İnananlar için böyle bir tehlike yoktur.
•
“Andolsun ki hepinizi, geleceğinde şüphe olmayan kıyamet gününde bir araya toplayacaktır. Kendilerini hüsrana uğratanlara gelince, onlar iman etmezler.” (En’am: 12)
Bu şekilde kendi kendilerine zulmetmiş olurlar. Onlar için ahirette bir mizan kurulmaz, orada onların cehennemden başka bir payları yoktur.
•
“Bu işten dolayı senin yapacağın hiçbir şey yoktur. Allah ya onların tevbelerini kabul eder, ya da onlara azap eder. Çünkü onlar zâlimdirler.” (Âl-i imran: 128)
Bu zulümleri sebebiyle de azaba müstehak olmuşlardır.
•
“Ancak dinleyenler dâveti kabul ederler. Ölülere gelince, Allah onları diriltir, sonra O’na döndürülürler.” (En’âm: 36)
Onlar işte ancak o zaman işitirler, ondan önce işitmezler. Fakat bu işitme onlara hiç fayda vermez, lâyık oldukları azaba kavuşmuş bulunurlar.
•
“Rabb’lerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla uyar. O’ndan başka bir dostları ve şefaatçileri yoktur. Umulur ki Allah’tan korkar.” (En’am: 51)
Sen onları uyar ki Allah’tan korksunlar, küfür ve isyandan uzaklaşsınlar.
•
“Her haberin kararlaştırılmış bir zamanı vardır. Yakında bileceksiniz.” (En’am: 67)
Size haber verilen cezalar ergeç başınıza gelecektir. O zaman yapacağınız pişmanlıklar size fayda vermeyecektir.
•
“Allah’tan korkanlara, o kâfirlerin hesabından bir şey yoktur. Sadece hatırlatmak gerekir. Umulur ki korkarlar.” (En’am: 69)
İman eder, küfrü terkederler, sapıklıktan vazgeçerler.
•
“De ki: Allah’ı bırakıp da bize bir fayda ve zarar veremeyen şeylere mi tapalım? Allah bize hidayet ettikten sonra topuklarımızın üzerinde geriye mi döndürülelim? O kimse gibi ki, şeytanlar saptırarak şaşkın bir halde onu çölde bırakmışlar, arkadaşları ise: ‘Bize gel!’ diyerek doğru yola çağırıyorlar. De ki: Şüphesiz ki asıl hidayet ancak Allah’ın hidayetidir ve biz âlemlerin Rabb’ine teslim olmakla emrolunduk.” (En’am: 71)
Bu ifade Allah yolunu terkedip sapan, şeytanın adımlarına uyan, diğer taraftan hidayete dâvet edildiği halde onlara doğru dönüp bakmayan kimsenin halini açıklamaktadır.
•
“Ve bir de: ‘Namaz kılın ve O’ndan korkun!’ diye. Huzuruna varıp toplanacağınız yalnız O’dur.” (En’am: 72)
Allah-u Teâlâ ahiret gününde herkesin yaptığının karşılığını verecektir.
O günde Allah-u Teâlâ’nın himayesinden başka sığınacak bir yer yoktur. Müstehak olanlardan hiç kimsenin azabı kaldırmaya gücü yetmeyecektir.
•
“De ki: ‘Ben buna karşılık sizden hiç bir ücret istemiyorum.’ Bu, âlemler için ancak bir öğüttür.” (En’am: 90)
Bir topluluğa, bir millete değil; bütün insanlara ve cinlere yapılan bir öğüttür.
•
“Hepinizin dönüşü O’nadır, bu Allah’ın hak olan vaadidir.” (Yunus: 4)
Bunda hiç şüphe yoktur. O halde O’na kavuşmaya hazır olunuz.
•
“Kim sâlih bir amel işlerse kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Sonra Rabb’inize döndürüleceksiniz.” (Câsiye: 15)
Kıyamet gününde hesap görmek üzere ilâhî mahkemeye sevk edileceksiniz.
•
“Dönüşünüz Allah’adır. O, her şeye kâdirdir.” (Hud: 4)
Kim kendisini o ilâhî azaptan kurtarabilir?
•
“Rabb’in yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Hud: 123)
İnananları sonsuz lütuflara nâil ettiği gibi, yoldan çıkanları da ebedî felâketlere uğratır.