Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ - Münâfikûn Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (2) - Ömer Öngüt
Münâfikûn Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (2)
KUR'AN-I KERİM TEFSİRİ
Dizi Yazı - Tefsir
1 Mart 2003

 

Münâfikûn Sûre-i Şerif’inin Tefsiri (2)

İliklere İşleyen Nifak

 

Nifakta Direnenler:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde münâfıkların ne kadar kibirli olduklarını, kendilerini Resulullah Aleyhisselâm’ın haklarında yapacağı mağfiret isteğinden ihtiyaçsız görmekte olduğunu bildirmektedir:

“Onlara: ‘Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!’ denildiği zaman, başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.” (Münâfikûn: 5)

Münafıkların Resulullah Aleyhisselâm’a karşı olan tavırları onların imansız olduklarını göstermektedir. Resulullah Aleyhisselâm’dan af dilemedikleri gibi, kibirlendikçe kibirleniyorlar, üstünlük taslıyorlar.

Allah-u Teâlâ onlar için af dilemenin, onlara istiğfar etmenin hiçbir fayda vermeyeceğini açıklamaktadır. Çünkü onlar nifakta direnmektedirler.

“Onlara (Allah’tan) mağfiret dilesen de dilemesen de onlar için birdir.” (Münâfikûn: 6)

Çünkü onların böyle bir dertleri ve endişeleri yoktur. Bunun sebebi ise inkârcı oluşları, itaattan çıkmış olmalarıdır. Onlar bir daha imana gelmezler.

“Allah onları asla bağışlamayacaktır.” (Münâfikûn: 6)

Çünkü münafıklar iradelerini şerre sarfederek küfürde karar kıldılar.

“Çünkü Allah fâsıklar toluluğunu doğru yola iletmez.” (Münâfikûn: 6)

Onlar hidayetten ebedi olarak mahrum kalmışlardır.

 

Beyinsizler:

Münâfıklar hicret eden Muhâcir’lerin rızıklarının kendi ellerinde olduğunu, iâşeleri temin edilmediği takdirde Peygamber Aleyhisselâm’ı bırakarak başlarının derdine düşeceklerini zannediyorlardı.

Yaratıklarını ilâhî hazinesinden rızıklandıran Allah-u Teâlâ münâfıkların hile ve entrikalarına rağmen, müslümanların muvaffak olacağını haber vermiş ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:

“Onlar: ‘Allah’ın Peygamber’inin yanında bulunanlara hiçbir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler!’ diyenlerdir.” (Münâfikûn: 7)

Bu sözlerinden bile ne derece densiz ve cibilliyetsiz kimseler oldukları anlaşılmaktadır. Onlar üstünlüğü mal varlığında, mevki ve makamda aramaktadırlar.

“Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır.” (Münâfikûn: 7)

Bilemediler ki rızık O’nun kudret elindedir, hiç kimse kullarına lütfetmesine engel olamaz.

“Fakat münâfıklar bu gerçeği anlamazlar.” (Münâfikûn: 7)

Anlamalarına da imkân ve ihtimâl yoktur. Çünkü onlar iman nurunu görememişler, İslâm’ın ulviyetine erememişler, saâdet ve selâmet dâiresine girememişlerdir.

 

İliklere İşleyen Nifak:

Müreysî savaşının zaferle sonuçlanması sonrasında İslâm ordusu henüz oradan ayrılmamışken, bir müslümanla bir münâfık su yüzünden tartıştılar. Tartışma daha sonra kavgaya dönüştü. Bu hadiseyi İslâm aleyhine değerlendirmeyi ve elde edilen fırsatı kaçırmamayı düşünen münâfık Abdullah hemen koştu, Medineliler’i Resulullah Aleyhisselâm’ın aleyhine kışkırtmaya başladı. Çekinmeden: “Muhâcirler şehrimizde iyice çoğaldılar. Köpeği besleyip semirtirsen, çok sürmez seni parçalayıp yer. Bilesiniz ki vallâhi Medine’ye dönersek, en üstün olan en alçak olanı mutlaka oradan çıkaracaktır.” gibi lâflar etti.

Durum derhâl Resulullah Aleyhisselâm’a bildirildi. Abdullah bin Ubeyy ise çevirdiği entrikanın Peygamber tarafından duyulduğunu öğrenince alelacele gelip, o gibi sözler sarfetmediğine dâir yemin etti. Resulullah Aleyhisselâm bu hadiseyi büyütmeden derhal Medine-i münevvere’ye dönmeye karar verdi.

Çok geçmeden Âyet-i kerime nâzil oldu, münâfıkların yalancı oldukları açıklandı.

“Derler ki: Andolsun, eğer Medine’ye dönersek en üstün olan en zelil olanı oradan mutlaka çıkaracaktır.” (Münâfikûn: 8)

“Üstün olan” ile kendisini, “Zelil olan” ile de Resulullah Aleyhisselâm’ı ve müminleri kastediyordu.

Bu sözü ile içindeki kin ve düşmanlığını açıkça ortaya koymuş oluyordu.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’nin devamında:

“İzzet Allah’ındır, Allah’ın Peygamber’inindir ve bütün müminlerindir.” buyurarak münâfıkların bu çirkin sözlerini reddetti. (Münâfikûn: 8)

Üstünlük Allah’a, sonra da Allah’ın üstün tutup desteklediği Resul’üne ve müminlere âittir. Resulullah Aleyhisselâm’a izzet asaleten verilmiştir. Ümmetine ise ona tâbi oldukları için, yolunda bulundukları için verilmiştir.

Münâfıkların izzet ve şereften bir payları yoktur. Zerre kadar şerefleri olsaydı küfür ve nifaka tenezzül etmezlerdi.

“Fakat münâfıklar bilmezler.” (Münâfikûn: 8)

Bilmelerine de imkân ve ihtimâl yoktur. Çünkü onlar son derece câhil ve ahmak, son derece kibirli ve gururludurlar. Gerçeklerden bîhaberdirler.

 

Zikrullah Emri:

Zikrullah; dinimizin emri, imanın alâmeti, ibâdetlerin beyni, aklın nuru, kalbin cilâsı, ruhun hayatı, gönlümüzün miracı ve her derdin ilâcıdır.

Allah-u Teâlâ mümin kullarına zâtını çokça zikretmelerini bildirerek, mal ve evlâtlara aldanma hususunda münâfıklara benzemekten onları sakındırmaktadır:

“Ey iman edenler! Ne mallarınız ne evlatlarınız sizi zikrullahtan alıkoymasın.” (Münâfikûn: 9)

Bu Âyet-i kerime umuma, yani bütün iman edenlere şâmildir.

Zikrullah ilâhî bir emir gereğidir. Bu emre uyan ve gereğini icrâ edenler Hakk’ın sevgisini kazanırlar.

Zikrullah hayata hayat katar, kabre aydınlık, ahirete azık hazırlar.

“Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (Münâfikûn: 9)

Zikrullahı bırakıp da dünya hayatının geçici zevklerine aldananların, ahirette çok büyük kayba uğrayacakları şüphesizdir.

Şurası unutulmamalıdır ki, ahiret kazancı ve ahiret zenginliği dünyadan çok daha hayırlıdır. Dünya kazançlarının faydaları ömürle sona erer. Dünyada kazanıp ahirette iflâs etmek akıl kârı değildir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Rabb’ini zikredenlerle etmeyenlerin misali, diri ve ölü gibidir.” (Buhârî)

Zikrullah ile mânevî gıdasını alan ruhlar dirilir, alamayan ruhlar ölür. Zikrullah, ruhun hayatı için, balığın suya duyduğu ihtiyaç gibidir.

Allah-u Teâlâ münâfıklar hakkında ise Âyet-i kerime’sinde:

“Onlar Allah’ı pek az zikrederler.” buyurmuştur. (Nisâ: 142)

 

Ölüm Gelmeden Önce:

Allah-u Teâlâ müminlere nâil oldukları rızıklardan infakta bulunmalarını, ölüm zamanı geldiğinde pişmanlık duymanın hiçbir yarar sağlamayacağını Âyet-i kerime’sinde ferman buyurmaktadır:

“Herhangi birinize ölüm gelip de: ‘Ey Rabb’im! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!’ demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin!” (Münâfikûn: 10)

Allah-u Teâlâ geçici olarak tasarrufumuza bıraktığı az miktardaki malı, o korkunç gün gelmeden önce, O’nun rızası mucibince infak etmemizi istemektedir.

Kullarının elindeki mal ve mülkün kaynağını onlara hatırlatarak, bunların ilâhi birer lütuf olduğunu anlamaları ve gerektiği şekilde Allah yolunda fedâkârlık etmekten çekinmemeleri için: “Size verdiğimiz rızıktan” buyurmuştur. Rızkı veren O’dur, infak emrini veren de O’dur.

Allah-u Teâlâ infak emriyle, infak eden kişinin nefsini temizleyip terbiye ve tezkiye etmektedir. Kalplerin temizlenmesi, mal ve mülk sevgisinden uzaklaşması için en iyi ilâçtır.

Bugün elde fırsat dilde ruhsat varken malını istediği gibi harcayabilen insan, yarın öyle bir gün gelecek ki, istese bile infakta bulunamayacak. Çünkü o gün alım-satım, değiş-tokuş günü değil; yargılama günü, ceza ve mükâfat verme günüdür.

Adiyy bin Hâtim -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Sizden hiç bir kimse yoktur ki, Allah onunla konuşmasın. Hem aralarında tercüman da bulunmayacaktır.

Sağ tarafına bakacak, ahirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecek.

Sol tarafına bakacak, gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecek.

Önüne bakacak, yüzünün karşısında cehennemden başka bir şey göremeyecek.

Binaenaleyh yarım hurma ile bile olsa cehennemden korunun!” (Müslim: 1016)

Her ihmalkâr, ölüm zamanı geldiğinde pişman olur ve verilen müddetin çok kısa zaman da olsa uzatılmasını ister, kaçırmış olduğu fırsatların farkına varır, mahrum olarak gittiğine hasret çeker, fakat heyhat ki iş işten geçmiştir.

Eceli gelmeden herkes başının çaresine bakmalı ki, iş işten geçtikten sonra çare aramaya muhtaç olmasın. Zira ecel geldiğinde tehiri mümkün değildir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Allah, süresi gelip eceli yettiği zaman hiçbir canı aslâ geri bırakmaz.” (Münâfikûn: 11)

Hiçbir şey tesadüf değildir. Her biri mutlaka ilm-i ilâhîde takdir edilmiş ve levh-i mahfuzda yazılmış olarak meydana gelir. Bütün bunlar Allah-u Teâlâ’ya göre çok kolaydır. O’na göre öldükten sonra diriltmek de kolaydır.

Eceli geldikten sonra hiç kimseye mühlet vermez. Geri bıraktığı takdirde daha önceki durumundan daha kötüsüne dönecek olanı da bilir, sözünde samimi olanı da bilir.

“Allah yaptıklarınızdan haberi olandır.” (Münâfikûn: 11)

Kimin sözünde ve isteğinde samimi olduğunu, geri döndürüldüğünde bulunduğu durumdan daha kötü bir duruma düşüp düşmeyeceğini en iyi bilen ve haberdar olan O’dur.

Binaenaleyh faydasız zamanda çare aramaya muhtaç olmamak için, ecel gelmeden önce ahiret tedarikine bakmak gerekiyor.


  Önceki Sonraki