Akıllı insan için hayatın her anında alabileceği dersler vardır. Ömür, insana en iyi okuldur. Alabilen, anlayabilen, yaşayabilen için, "Akıllıya davul-zurna az, akılsıza sivrisinek saz" denilmiştir.
Kâinat okulunun kurucusu olan Yaratıcı, yarattığı her şeyden ders alması için insanoğluna akıl bahşetmiştir. Onu doğru kullansın, yerli-yerinde değerlendirsin ve gerektiği gibi adım atıp insan olsun, insanca yaşasın, insanca ölsün. Tam manasıyla "kul" olabilsin.
Dünyaya geliş gayesi sadece yemek-içmek, üremek, türemek, gülmek, oynamak olmayan insan; akıllı, şuurlu, vicdanlı, merhametli, iffetli, dikkatli ve uyanık olmak durumundadır. Her an imtihan içinde tutulduğunu dikkatinden kaçırmamalıdır. Öyle zamanlar olur ki geriye dönüp bakıldığında kişinin elinde bir "Hiç" kalmıştır. Derinden bir hayıflanışla "Eyvah!" kalmıştır. Hayatı, 'hay'dan 'huy'dan ibaret olmuştur. Bütün bunları çoğu defa kendi elleriyle yapmıştır.
Günümüze; çalışkan karıncalarla yazın sıcak günlerini türkü söylemekle geçiren, kışın ise açlığa mahkûm olan Ağustos Böcekleri’nin hikâyesi ulaşmıştır.
Süte su katarak servet yapan ve fakat dehşetli yağmurların neticesinde her şeyi önüne katarak silip süpüren sellerin yokettiği servetin sahibinin feryatları darb-ı mesellere konu olmuştur. Kısaca "Sudan gelen sele, haydan gelen huya" gitmiştir.
Bakınca ibret alınmalı, söyleyince adam gibi söylemeli, sükutu da kelâmı da nimet bilmeli, her biri belli bir ölçü içinde, yerli yerinde yapılmalı, bakınca da ibret nazarlarıyla bakılmalıdır.
İnsan olmak zor, ârif olmak ise hepsinden zordur. Bir şeylere, bazen çok şeylere sahip olan, yahut olduğunu zanneden nice fakir insan vardır ki görünüşte zengindir, güçlüdür, kuvvetlidir, akıllıdır, tedbir sahibidir. Fakat iş sanıldığı gibi değildir. Bütün bunlar başa gelince anlaşılır, yaşandıkça, tecrübe edildikçe bilinir, öğrenilir.
Asıl konumuza gelelim.
......
Evvel zaman içinde... Kalbur saman içinde... Develer tellâl iken... Pireler berber iken... Bir varmış, bir yokmuş... diye başlayan masallar vardı. Dinlerdik, heyecanlanırdık, aklımızca bir şeyler çıkarmaya çalışırdık. Zaman geçip yaş ilerledikçe, hayat tecrübemiz arttıkça, olayları akıl, şuur ve idrakimizle tarttıkça daha değişik dersler çıkartmakta, ibretler almaktayız.
Zengin, hali-vakti yerinde, "Ha!" dediği zaman yeri yerinden oynatan, bir dediği iki olmayan, bir emriyle dağları deleceğini zanneden, çiftleri-çubuklar, katar katar sürüleri, çil çil altınları, koşumlu atları, katırları, eşekleri, sarayları, konakları, pek çok ırgatları bulunan zengin mi zengin bir adam yaşarmış memleketin birinde. Elini soğuk suya sokmaz, bir dediği iki olmaz, dudaklarından düşen anında yerine gelir; sofralar serilir ki kuş sütü eksik olmazmış. Atlarının koşumları altından, gümüşten işlemeli. Sırtı paha biçilmez elbiseli. Karın tokluğuna çalıştırdığı ırgatları. Kadınları, kızları, oğulları çokça imiş. Uzatmayalım; Adam için "yok" yok. Kral gibi. Zevk alemlerinden geri kalmaz. Ava çıkar, öldürmeyi, vurmayı, kırmayı sever. Küçük-büyük demez önüne gelen ayı, kurt, çakal, domuz, sülün, ördek, kaz, kartal, serçe ne bulursa hedef tahtası yaparmış. Avlanmak özel zevki imiş. Silâhlar özel ilgi alanına girermiş.
Bir gün av değil ama biraz nefeslenmek, temiz hava almak, sarayının debdebesinden uzaklaşmak için ormanın yolunu tutmuş. Yalnız başına atsız ve silahsız olarak yürümüş bir müddet. Düşünmüş geçen günleri kısa kısa. Bu gün av istemediği kesin. Hatıralar canlanmış gözünün önünde. Seyretmiş sağını solunu, dalları yükseklere çıkan ağaçları, yemyeşil ormanları...
Dalları göz kamaştıran bir heybetle yerlere kadar sarkmış olan, günler görmüş kocaman çınar ağacının dibine çöküvermiş, yaslamış sırtını çınara... Serin, gönüller okşayan bir orman havası doluvermiş ciğerlerine...Çınarın bir dalı sanki başını okşayacakmış gibi tepesinin üstünde. Bir serçe kuşu konuvermiş çınarın dalına. Bir-iki seslenmiş;
"- Merhaba! Nasılsın ey fâni adam?" demiş. Mağrur zengin adam göz ucundan bakıvermiş kuşa.
"- Merhaba!" derken, "şu kuşu yakalayıp güzelce bir kızartıp afiyetle yesem, kısmet ayağıma geldi, küçük ama olsun. Bugün bununla yetineyim." diye içinden geçirmiş. Kuş adama, adam kuşa bakıvermiş, bakışmışlar bir müddet. Adam yaşından umulmayan bir çeviklikle Serçe kuşunu yakalayıvermiş... Tam boynunu koparacakken, Kuş;
"- Bu zamana kadar nice inekler, öküzler, koyunlar, koçlar, tavuklar, kazlar, sığırlar yedin doymadın da beni yiyerek mi doyacaksın be hey adam!?.." der. Kuşun bu karşı sözlerine adam şaşırır! Kendi kendine, "doğru, ben ne yemedim ki, dünyayı bitirdim adeta, dur bakayım hele!." der.
Kuş; "- Beni yemezsen sana üç tane hazine vereceğim ki sen de, çocukların da, torunların gelecek nesillerin de kıyamete kadar mutluluk, saâdet, refah ve bolluk içinde yaşayarak ömrünüzü geçirirsiniz." der.
Adam; "- Acaba bu üç hazine altın, gümüş, yakut mu!?" diye geçirir içinden. Kuşu da elinden kaçırmamak için çok dikkat eder.
Adam Kuşa; "- Ee! Söyle bakalım şu hazineleri!!"
Kuş; "- Olmaz! Önce seninle anlaşalım. Bir pazarlık yapalım. Bana söz ver beni öldürmeyeceğine dair."
Adam; "- Peki, haydi şartlarını söyle bakalım!"
Kuş; "- Birincisini, avuçlarının arasında iken söyleyeceğim. İkincisini, beni bıraktığın zaman kanatlanıp havalandığımda... Üçüncüsünü de şu dala konduğum zaman..."
Adam; "- Anlaştık kuş beyinli mahluk! Birinci hazine!?"
Kuş; "- Beni iyi dinle! Evet, ben bir kuş beyinliyim. Kuşlar neslindenim, bu doğru. Yaratan böyle yaratmış. Bunu değiştirmem mümkün değil. Sahibimin takdirine de râzıyım. Bir, 'Kim ne derse desin, ne söylerse söylesin, yemin bile etse sakın ola! Olmayacak şeye inanma. Senin ataların derler ya; "Olmayacak duâya amin deme".
Adam şaşırmış, biraz düşünmüş, anlar gibi olmuş. Hazinelerin yerini söylemesi gerekirken kuş neler söylüyor. Söz verdiğinden dolayı da bir şey demez.
Adam; "- Tamam," der ve Kuşu elinden salıverir.
Kuş havalanır. "- İşte sana ikinci hazine; Bir iş bittikten sonra, yani iş işten geçtikten sonra sakın hayıflanma, oflanma, ağlama, sızlanma, 'keşke' deme!"
Adam kuşu salıverdiğine kızar, söylediklerine daha da şaşırır. "Ah! Keşke" diyecek ama diyemez. Anlar gözükür, anlamaz.
Adam; "- Peki! Tamam. Ya diğeri?"
Kuş; "- Be hey ahmak adam! Beni niçin salıverdin? Şu gördüğün vücudumda on dirhem inci vardı. Hem beni hem de inciyi kaçırdın."
Adam daha çok şaşırır, kızar, hayıflanır. O kızgınlıkla çınarın kocaman gövdesine tekmeler savurur.
Kuş; "- Lütfen! Sakin ol be hey adam!! Ben ne diyorum, sen ne yapıyorsun? Benim vücudum beş dirhemlik. On dirhemlik incinin benim vücudumda işi ne? Ben sana birinci hazineyi söyleyip 'kim ne derse desin olmayacak işe inanma' demedim mi? Sonra farzedelim ki vücudumda on dirhemlik inci var: İş olup-bittikten, gelip-geçtikten, fırsat elden uçtuktan sonra hayıflanma demedim mi?!"
Adam söyleyecek söz bulamaz. Kuşun oyununa geldiğini anlar. Kuş, kuş akıllıydı amma adama verdiği öğütler hazinelerden de kıymetliydi.
Kuş; "- Fazla üzülme, meraklanma. Üçüncü hazineyi de sana bedava vereceğim. İyi dinle! Kulaklarını aç; uykuya dalmış bir insana, cahil bir insana öğüt verip nasihatte bulunmak, çorak toprağa tohum saçmaktan ibarettir!" der ve daldan mırıldanmalarla ormanın derinliklerine doğru kanatlanıp gözden kayboluverir.
Adamcağız hayatının geri kalan bölümlerini hangi teraziye göre ayarlaması gerektiğini düşüne düşüne, kendisini oyalayan, eğlendiren, hayaller peşinde koşturan sarayının yolunu tutmuş. Kuştan öğrendiklerini, bunca zamandır yedirdiği içirdiği, ağırladığı, adam yerine koyduğu, akıllı sandığı kimselerden duymamıştı. Bu yaştan sonra geç de olsa böyle bir olayla karşılaştığından dolayı kendine kızma pahasına da olsa mutluluk duyduğunu hissetmiş. Artık, bu öğütleri hayatının önemli bir gayesi olarak uygulama kararı almış.
Okuyanlara, dinleyen ve dinletenlere çok mühim hazineler değil mi? Kuş aklı deyip geçmeyelim.
Dinleyip, öğüt alana her şeyden bir ibret dersi çıkıyor.