Muhterem Okuyucularımız;
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birçok Hadis-i şerif’lerinde Asr-ı saâdet’ten kıyametin kopmasına kadar geçecek zaman içerisinde zuhur edecek olan birçok fitneleri gerek kapalı olarak gerekse açık olarak haber vermiş; fitnelerin “Gecenin karanlıkları gibi her tarafı saracağını, her fitnenin bir öncekini aratacağını, bu sebeple hayatta olanların kabirdekilere gıpta edeceklerini, müslümanların fitne dönemlerinde sabır ve teenni ile hareket etmelerini ve imkânları nisbetinde kalabalıklardan kaçınmaları gerektiği”ni bildirmiş, ümmet-i muhteremesini gelecek fitnelere karşı uyarmıştır. Günümüzde ise haber verdiği o fitnelerin gün yüzüne çıktığı bir fitne devrinde yaşıyoruz. Onun içindir ki hakikati aramak, hakikati bulmak ve yaşamak çok lüzumludur. Çünkü o hakikat ehli pek azdır.
Hakikati arayan bir kimse, aradığı şeyin özünü bilecek ki; bulduğu zaman: “Aradığımı buldum.” veya: “Aradığım budur.” diyebilsin. Bulup bulmadığını anlaması için, ne aradığını bilmesi gerekmektedir.
Ne aradığını bilmezse şekle aldanır. “Aradığım budur!” diye bir yere saplanır ve orada kalır. Ömrünü hiçe müncer etmiş, ebedî hayatını da öldürmüş olur.
•
İnsanoğlu bulunduğu yolun “Hidâyet yolu” olup olmadığını enine boyuna tahkik etmelidir. Gittiği yolun “Allah yolu” olduğunu gösterecek sağlam delilleri olmalıdır. Kendisinden önce, bulunduğu yola koyulmuş insanların hedeflerine emniyet içinde varabildiklerini müşahede etmiş olmalıdır. Bu tahkik yapılmazsa insan bir dalâlet çukuruna girer, orada bocalarken ömrünü de tüketmiş olur. Böylece ahirete gider. Büyük pişmanlık, fakat hiç faydası yok.
Bir yol ki Hakk’tan kula gider, o yolda saâdetler vardır. Bir yol ki kuldan Hakk’a gider, bütün felâketler o yoldadır.
Hidayeti de dalâleti de ancak Allah-u Teâlâ yaratır. Kullarından dilediğine hidayet, dilediğine dalâlet verir. O’nun hidayete eriştirdiğini kimse saptıramaz, dalâlete düşürdüğünü kimse doğru yola iletemez.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır:
“O, bir topluluğu hidayete erdirdi, bir topluluğa da sapıklık hak oldu.” (A’râf: 30)
O dilediğini yapar, yaptığından sorumlu tutulmaz.
Allah-u Teâlâ’nın bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu seçmiş olmasındandır. Yoksa kul iradesini dalâlete yöneltmedikçe, onu zorla sapıklığa düşürmez.
“Çünkü onlar Allah’ı bırakıp şeytanları dost edindiler.” (A’râf: 30)
Şeytanlar da onları aldattılar, dalâlet yollarını onlara süslü göstererek bu hususta onlara yardım ettiler, teşvikte bulundular, destek verdiler. Böylece şeytanlara kapıldıkça kapıldılar, aldandıkça aldandılar, saptıkça saptılar.
“Böyle iken onlar kendilerinin doğru yolda bulunduklarını, hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler.” (A’râf: 30)
Binaenaleyh ihsan olunan hidayet-i ilâhî’nin muhafaza ve bekâsı için ısrarla Rabb’ül-âlemin’e iltica edilmelidir:
“Ey Rabb’imiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kâlplerimizi saptırıp döndürme. Bize kendi nezdinden bir rahmet ver. Şüphesiz ki bağışı en çok olan sensin.
Ey Rabb’imiz! Geleceği şüphe götürmeyen bir günde sen insanları mutlaka toplayacaksın. Şüphesiz ki Allah sözünden dönmez.” (Âl-i imrân: 8-9)
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
“De ki: Sizin ortak koştuklarınızdan Hakk’a iletecek olan var mıdır?
De ki: Allah’tır Hakk’a ileten.
O halde Hakk’a ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğruyu bulamayan mı daha lâyıktır?
Ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz?” (Yunus: 35)
“Hizbullah’a Tâbi Olanlar, Hizbüşşeytan’a Tâbi Olanlar, Hizbülvahşet’e Tâbi Olanlar”isimli kitabımızın bölümlerine ehemmiyetine binaen kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Kur’an-ı kerim doğru yolu “Hakk” olarak isimlendirir ve o doğru yolu göstereni de “Hakk’ı gösterici”, “Hakk’a götürücü” olarak vasıflandırır.
“De ki: Sizin ortak koştuklarınızdan Hakk’a iletecek olan var mıdır?” (Yunus: 35)
Yani hakikat ile dalâleti ayırdedip arasına berzah koyan, insanı hatalarından, sapıklıklarından, yanlış düşüncelerden kurtararak gerçeği gösteren, emir ve yasakların ne noktada olduğunu arayıp bulmasına yardım eden kimse var mıdır?
“De ki: Allah’tır Hakk’a ileten.” (Yunus: 35)
Enfüsü de âfâkı da kendi varlığından haberdar edip, hakikate erdiren ve erdirecek olan O’dur. Bunun içindir ki, kullarını dalâlet karanlıklarından kurtararak hidayet nurlarına kavuşturmak için kitaplar indirmiş, peygamberler göndermiştir. Peygamberlik dönemi bittikten sonra da vekillerini vazifelendirmiştir.
Şu bir gerçektir ki, insanın ihtiyaçları yiyecek giyecek gibi maddi şeylerle sınırlandırılamaz. İnsan ihtiyaçlarının en büyüğü, Hakk’a götüren doğru yolu bulmak ve bunun bilgisine erişmektir. Böylece de neyin hak neyin bâtıl olduğunu öğrenir, Hakk yoluna koyulur.
“O halde Hakk’a ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğruyu bulamayan mı daha lâyıktır?” (Yunus: 35)
Akılsız şeyler bir yana, akıl bile Allah-u Teâlâ hidayet etmedikçe kendi kendine doğruyu bulamaz. Bırakın başkalarını doğru yola iletmeyi, kendilerini bile doğru yola iletemezler.
“Ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz?” (Yunus: 35)
İçinde bulunduğunuz sapıklıkları, vehimleri niçin terketmiyorsunuz? Akla mantığa uymayan şeylerin peşinde neden takılıp kalıyorsunuz?
İşte bundan dolayı mütebâki Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onların çoğu zanna uyarlar.” (Yunus: 36)
Hakk ve hakikati izlemezler de sırf nefislerinin zan ve tahminine uyarlar. Görüş ve düşüncelerini yalnızca zanna ve tahmine dayandırırlar, en mühim hususlarda öyle karar verirler. Gerçeğe uyup uymadığına bakmadan, tıpkı hayvanlar gibi körükörüne akıntıya kapılır giderler. hakikati kendi vehimleri gibi sanırlar.
“Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zanna uyarlar.” (Necm: 28)
Sahte din kurucuların, saptırıcı liderlerin peşinden gidenler de, onların çok büyük insan olduklarını zannederler. Görüş diye ileri sürdükleri fikir ve felsefeleri, tutum ve davranışları nefsânî tahakkümlerden başka bir şey değildir.
“Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez.” (Yunus: 36 - Necm: 28)
Zan ve vehim ne kadar parlak ve ne kadar ihtişamlı olursa olsun, hiçbir zaman hakikatin sağlayacağı faydayı sağlayamaz. Hakikati dalâlet, dalâleti hakikat; hayrı şer, şerri hayır telâkki etmekle hiç kimse hiçbir zaman hakikati bulamaz, istenilen bilgiye ulaşamaz.
Allah-u Teâlâ’nın ilmi, O’nun haber verdiği hakikat her türlü şek ve şüpheden, zan ve tahminden, vehim ve hayalden uzaktır.
“Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını tamamen bilmektedir.” (Yunus: 36)
İnsanların zannı hiçbir hakikati değiştirmez.
Kur’an-ı kerim Hakk ve hakikati bulmak için en güzel ve en ulvî rehberdir. İnsanları dalâlet karanlıklarından kurtarıp hidayet nuruna kavuşturur.
“Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş değildir.” (Yunus: 37)
Çünkü Kur’an gibi bir kitap getirmek beşer gücünün üstündedir. Her kelimesi ve cümlesiyle, her hüküm ve ifadesiyle Allah sözüdür ve O’ndan indirilmedir.
“Fakat o, kendinden öncekileri tasdik eder.” (Yunus: 37)
O kitaplarda beyan edilen hakikatleri doğrulamakta, meydana gelmiş değişiklikleri ve tahrifleri düzeltmektedir.
“Ve Kitab’ı uzun uzun açıklar.” (Yunus: 37)
Daha rahat anlaşılsın ve kolayca uygulansın diye daha fazla deliller ve açıklamalar getirir.
“Onda hiçbir şüphe yoktur. O âlemlerin Rabb’indendir.” (Yunus: 37)
Allah-u Teâlâ eşi-ortağı olmayan tek ve benzersiz olduğu gibi, kelâm-ı kadim’i de diğer söz ve kitaplara nisbetle eşsiz ve benzersizdir.
İnsanlar Kur’an-ı kerim’in hükümleri ile sorumlu oldukları gibi, cinler de onun ahkâmı ile sorumludurlar. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in insanlardan olduğu gibi cinlerden de ashâbı vardı.
Cin sûre-i şerif’inde Allah-u Teâlâ’nın hidayeti karşısında cinlerin kendi durumlarını ortaya koymaya çalışmaları beyan buyurulmaktadır:
“Biz cinlerin içinde sâlih müminler de vardır.” (Cin: 11)
Bu müminler iman edip hakikati bulmaya uygun ve elverişlidirler. İradelerini hidayete erme yönüne çevirmişlerdir.
“Bundan aşağı bulunanlar da vardır.” (Cin: 11)
Onların hidayete ermesi, hakikati bulması düşünülemez.
Ne garip tecellidir ki cinler kısa bir süre içinde hak ve hakikatin ölçüsünü anladılar da, günümüzdeki “müslümanım” diyenlerin çoğu anlayamadılar. Neticede sâlih olmayana sâlih adını verdiler, sâlihlere değil zâlimlere uydular, Hakk’a değil bâtıla sarıldılar.
“Biz çeşit çeşit fırkalara ayrılmış topluluklardık.” (Cin: 11)
İman eden cinler bu sözleri söyleyerek kendi kavimlerinin doğru yolu bulmalarına, hakikate ermelerine kesinlikle ihtiyaç olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı.
“İçimizde kendini Allah’a vermiş müslümanlar da var, hak yolundan sapan zâlimler de var.” (Cin: 14)
Müslüman olanlar Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne inanan, itaat eden ve İslâm dâiresine giren kimselerdir. Zâlimler ise Hakk’tan sapan ve sapıtan kimselerdir.
“Kendini Allah’a veren müslümanlar; işte onlar hidayet yolunu arayanlardır.” (Cin: 14)
Âyet-i kerime’de geçen “Teharrev = Arayanlar” kelimesi ile ifade edilen mânâ; hidayet yoluna erişmede, hakikati bulmada “Arama”nın çok mühim olduğuna dikkatleri çekmektedir.
“Hakikati aramak” iyiden iyiye araştırmadan sonra, bilerek ve şuurlu olarak onu seçmektir.
Hakikati arayan bir kimse, aradığı şeyin özünü bilecek ki; bulduğu zaman: “Aradığımı buldum.” veya: “Aradığım budur.” diyebilsin. Bulup bulmadığını anlaması için, ne aradığını bilmesi gerekmektedir.
Ne aradığını bilmezse şekle aldanır. “Aradığım budur!” diye bir yere saplanır ve orada kalır. Ömrünü hiçe müncer etmiş, ebedî hayatını da öldürmüş olur.
“Kendilerine yazık eden zâlimlere gelince, işte onlar cehenneme odun oldular.” (Cin: 15)
Ateş odunlarla alevlendiği gibi, bunlarla da alevlerini ve kıvılcımlarını durmadan artıracak, cehennem için birer tutuşturma vasıtası olacaklardır.
•
Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm’ın hak ve hakikate sarılıp babalarının ve ecdadının yollarını terk ettiğini bir numune-i imtisal olmak üzere Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır.
“Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana taparım. Şüphesiz ki O beni hidayete iletecektir.” (Zuhruf: 26-27)
İbrahim Aleyhisselâm onların tapındıkları şeylerden uzak olduğunu belirterek, eski geleneklerine sarılmalarından dolayı kendilerini kınamış; sadece kendi çağındaki insanları değil, gelecek nesilleri irşad edip yol göstermiş ve unutulmaz hatıralar bırakmıştır.
Hâlik-ı kerim’in zikrinden mahrum kalanlar, Kur’an-ı hakim’de; gördüğü halde görmemezlikten gelmiş, şeytana arkadaş olmuş kimseler olarak teşhir edilmekte, bu gibi kimselerin aldanarak kendilerinin hidayete ermiş olduklarını sandıkları bildirilmektedir:
“Kim Rahman olan Allah’ın zikrinden göz yumarsa, biz ona şeytanı musallat ederiz.” (Zuhruf: 36)
Bu şeytan ona devamlı vesvese vererek, çirkin ve haram şeyleri ona güzel ve câiz göstermeye çalışır. Onu, kabuğun yumurtayı kuşattığı gibi kuşatıp sarar.
Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde kâfirlerin üzerine şeytanların musallat olduklarını beyan buyurmaktadır:
“Görmedin mi? Biz şeytanları kâfirlerin üzerine salarız da, onları kışkırttıkça kışkırtırlar.” (Meryem: 83)
Onları küfür ve şirke alabildiğine teşvik ve tahrik etmekten geri durmazlar. Üzerlerine musallat olurlar ve galeyana getirirler.
“Artık o onun ayrılmaz bir arkadaşıdır.” (Zuhruf: 36)
Dünyada da ahirette de onunla birlikte olur. Dünyada onu sürekli olarak mâsiyete iter, sapıklıklara çağırır, kötülüklere sevk eder durur, kıyamet gününde de onunla birlikte cehenneme girer.
“Hiç şüphesiz ki şeytanlar o insanları yoldan çıkarırlar.” (Zuhruf: 37)
Onları Allah yolundan mahrum bırakırlar.
Şüphesiz ki bir arkadaşın bir arkadaşa yapacağı en büyük kötülük, onu Allah’ın dosdoğru nurlu yolundan alıkoymasıdır.
Allah-u Teâlâ’nın hidayeti erişmezse, bu körlük içinde kişinin şeytan ile arkadaşlığı kabre kadar sürüp gider. Arkada sadece vebal ve nedâmet kalır.
“Onlar da kendilerinin doğru yolda bulunduklarını, hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler.” (Zuhruf: 37)
Nitekim insanların pek çoğunun durumu böyledir. Şeytânî vesveselerin tesiri altında kalarak ne kadar sapıklıkta bulunmuş olduklarını anlayamazlar.
Ahiret gününde huzur-u ilâhî’ye çıkarıldıklarında ise, pek âlâ anlayacaklar ve şöyle diyecekler:
“Ey şeytan! Keşke benimle senin aranda gün doğusu ile gün batısı kadar uzaklık olsaydı. Ne kötü arkadaşmışsın sen!” (Zuhruf: 38)
Şu kadar var ki, böyle bir temenninin ve o anda gerçeği görmenin o gün artık hiçbir faydası ve müsbet bir neticesi olmayacaktır.
Bu gibi kimseler kabirlerinden çıkarıldığında şeytanlardan olan arkadaşlarıyla eşleştirilir. Cehenneme götürülünceye kadar birbirinden ayrılmazlar.
Dünyada iken küfür ve isyanı beraberce irtikap etmiş oldukları için, cehennemde beraberce azap göreceklerdir.
Kıyamet gününde onlara taraf-ı ilâhî’den şöyle buyurulur:
“İkiniz de zâlim olduğunuz için, bugün (nedamet) size bir fayda sağlamaz. Şüphesiz ki azapta da ortaksınız.” (Zuhruf: 39)
Sizi yoldan çıkaranları azaba uğratmamızın sizlere bir faydası olmaz. Çünkü sizler de aynı azaba çarptırılacaksınız. Her biriniz azaptan nasibinizi bol bol alacaksınız.
“O sağırlara sen mi işittireceksin? Yahut körleri ve apaçık sapıklıkta olanları sen mi hidayete erdireceksin?” (Zuhruf: 40)
Apaçık sapıklıkta olduğu herkese âşikâr olan kimseyi sen mi doğru yola getireceksin?
Görmek istemeyen körlere, işitmek istemeyen sağırlara üzülme! Çünkü onlar Allah’ın yolundan sapmak ve azabına uğramak için ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar.
•
Hidayeti de dalâleti de ancak Allah-u Teâlâ yaratır. Kullarından dilediğine hidayet, dilediğine dalâlet verir. O’nun hidayete eriştirdiğini kimse saptıramaz, dalâlete düşürdüğünü kimse doğru yola iletemez.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır:
“O, bir topluluğu hidayete erdirdi, bir topluluğa da sapıklık hak oldu.” (A’râf: 30)
O dilediğini yapar, yaptığından sorumlu tutulmaz.
Allah-u Teâlâ’nın bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu seçmiş olmasındandır. Yoksa kul iradesini dalâlete yöneltmedikçe, onu zorla sapıklığa düşürmez.
“Çünkü onlar Allah’ı bırakıp şeytanları dost edindiler.” (A’râf: 30)
Şeytanlar da onları aldattılar, dalâlet yollarını onlara süslü göstererek bu hususta onlara yardım ettiler, teşvikte bulundular, destek verdiler. Böylece şeytanlara kapıldıkça kapıldılar, aldandıkça aldandılar, saptıkça saptılar.
“Böyle iken onlar kendilerinin doğru yolda bulunduklarını, hidayete erdirilmiş olduklarını zannederler.” (A’râf: 30)
En büyük felâkete düşmüş oldukları halde, dünyada iken bu dalâletin farkına varmazlar. Alabildiğine sapıklık içinde olmalarına rağmen, doğru ve aydınlık bir yol üzerinde bulunduklarını, üstünlük itibariyle akıllarının zirvede bulunduğunu, her ne yaparlarsa yerli yerinde yaptıklarını sanırlar.
Üzerlerine sapıklığın hak olmasında ve ebedî dalâlette bırakılmalarında bu zannın büyük önemi vardır. Bu zanlar olmasaydı sapıklık üzerlerine hak olmaz, hidayete gelmeleri mümkün olurdu.
Bunun içindir ki insanoğlu bulunduğu yolun “Hidayet yolu” olup olmadığını enine boyuna tahkik etmelidir. Gittiği yolun “Allah yolu” olduğunu gösterecek sağlam delilleri olmalıdır. Kendisinden önce, bulunduğu yola koyulmuş insanların hedeflerine emniyet içinde varabildiklerini müşahede etmiş olmalıdır.
•
İnsan akl-ı selim sayesinde her ne kadar iyiliklerin faydalarını, kötülüklerin zararlarını idrak edebiliyorsa da, çoğunlukla insanlar onlardan gaflette bulunmaktadırlar. Dolayısıyla insanlar hak yolunu bilen, kendilerine o yola girmelerini emreden ve bu hususta teşvikte bulunan, muhalefet halinde uyaran bir öndere muhtaçtırlar. Çünkü insanlar kendi leh ve aleyhlerinde olan şeylerin bilgisini ancak aracı yoluyla alacak kabiliyette yaratılmışlardır.
İnsanlardan bir kısmı hem sapar hem de saptırırlar. Toplumun düzeni, ancak bunlara dur denilmesi ve hizaya getirilmeleri yoluyla mümkün olabilir.
Bir kısmı ise kısmen isabetli görüşlere sahiptirler. Bunlar doğru yola tam mânâsıyla ulaşamazlar. Bir şeyi elde ederlerse, pek çok şeyi kaçırırlar. Bunlar kendilerini kemâl mertebesine ulaşmış, rehbere ihtiyacı olmayan mükemmel insanlar şeklinde görürler. Dolayısıyla onlara içerisinde bulundukları cehâleti hatırlatmak ve onları uyarmak gerekir.
•
Hakk’a karşı gözünü aç, yalnız O’na rağbet et. O sana ışık tutarsa, karanlığı o ışıkla boğarsın, o ışıkla önünü görürsün.
Senin bilgin sana bilgisizlik verir, biliyorum dersin yanılırsın.
Işık zannedersin, halbuki o aslında karanlıktır. Karanlık zannettiğin şey de ışıktır. Nefsin karanlık olduğu için zulmeti ve nuru tefrik edemiyor.
İnsanlara kötülük telkin eden şeytanlar olduğu gibi, şeytanlaşmış insanlar da vardır.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Şeytan onları istila etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur.” (Mücâdele: 19)
O kerim Zât’ı zikretmekten, O’nun ilâhî hükümlerine riâyet etmekten onları gâfil bulundurmuştur.
İşte şeytan boyunduruğu altına aldığı kimselere böyle yapar.
“Onlar şeytanın hizbi (partisi)dirler.” (Mücâdele: 19)
Askeri ve yardımcısıdırlar. Günah, isyan, tuğyan ve düşmanlık hususunda birleşmişlerdir.
“İyi bilin ki, asıl kayba uğrayanlar şeytanın hizbi (partisi)dir.” (Mücâdele: 19)
Çünkü onlar şeytanın partisine iltihak etmişler, dünya saâdetinden ahiret selâmetinden mahrum kalmışlardır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“İnsanlardan kimi de var ki Allah hakkında bir bilgisi olmadığı halde tartışır da her azgın şeytanın ardına düşer.” (Hacc: 3)
Bunlar Hakk’tan yüz çeviren, Allah-u Teâlâ’nın Resul’üne göndermiş olduğu apaçık doğruyu bırakarak saptırıcı liderlere, kendi arzu ve hevesleri ile bâtıla çağıranlara uyan kimselerdir.
Şeytan ismi Âyet-i kerime’de “Merid” sıfatıyla anıldığı için, sırf cin şeytanı değil, insanlardan da merid olan, yani fitne ve fesada hazır bekleyen her kişi de şeytan kabul edilir ve bu ismin şümulüne girer.
Şeytana ve şeytanlaşmış şahıslara uyanları doğru yoldan saptıracakları ve cehenneme sürükleyecekleri kesin bir âkıbettir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Zerr -radiyallahu anh-e:
“Cin ve insan şeytanlarından Allah’a sığındın mı?” diye sordu. O ise: “İnsanın da şeytanları var mıdır?” dedi.
Buyurdu ki:
“Evet! Hem de onlar cin şeytanlarından daha şerlidir.” (Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ın bu yüce mevkiini ve yeryüzünde halife olmaya ondan daha lâyık bir varlık bulunmadığını bildirdikten sonra, bu şerefi tescil etmek üzere meleklere ona secde etmelerini emir buyurdu.
“Bir zamanlar biz meleklere: ‘Âdem’e secde edin!’ demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler.” (Bakara: 34)
Melekler Allah-u Teâlâ’nın emr-i şerif’ine uyarak secde ettikleri halde, İblis bu secdeden kaçınmış, böylece Rabb’inin emrine karşı gelerek büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştur.
İblis her ne kadar meleklerin yaratıldıkları unsurdan değil ise de, onların yapmakta oldukları işleri yaptığı için, meleklere yapılan hitaba o da girmişti.
“O ise yüz çevirdi, büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.” (Bakara: 34)
“Meleklere: ‘Âdem’e secde edin!’ dedik. İblis’ten başka hepsi secde ettiler. O secde edenlerden olmadı.” (A’râf: 11)
Görülüyor ki İblis Allah-u Teâlâ’yı inkâr ettiği için değil, emrine itaat etmediği için kâfir olmuştur.
Şeytan Âdem Aleyhisselâm’dan üstün olduğunu iddiâ ederken, melekler arasındaki yerini de kaybetmişti. Allah-u Teâlâ’nın bu gadabı karşısında korktu. Son çare olarak, kıyamete kadar kendisine mühlet verilmesini istedi.
“Rabb’im! Bana insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar mühlet ver!” (Sâd: 79 - Hicr: 36)
Lânetlenmiş İblis bununla, insanları azdırmak için geniş zaman bulmak, onlardan intikam almak ve ölümden kurtulmak için bir çıkış yolu bulmayı diliyordu. Bunları ölümden sonra yapması imkânsızdı. Bunu isterken biliyordu ki, bu iş ancak Allah-u Teâlâ’nın takdir ve iradesiyle mümkün olabilir.
“Eğer kıyamet gününe kadar beni ertelersen, yemin ederim ki pek azı dışında onun neslini kendime bağlayacağım.” (İsrâ: 62)
Üzerlerine üstünlük kurarak aldatacağım ve dilediğim tarafa sevkedeceğim. Ancak ihlâslı olanlar müstesnâ kalabilecek.
Zâtına isyan edenlere cezâlarını hemen vermeyen, hiçbir yaratığın herhangi bir dilek ve duâsını toptan reddetmek şânından olmayan Allah-u Teâlâ da dilediği bir hikmete binaen; muhalefet edilemeyen, karşı gelinemeyen meşiyeti ile onun bu istediğini kabul etti.
Buyurdu ki:
“Sen mühlet verilenlerdensin.” (A’râf: 15)
Böylece ilâhî irade İblis ile askerlerinin insanlara vesvese verecek bir durumda bulunmaya devam etmelerini gerekli gördü.
Şeytan dileğinin kabul edildiğini gördükten sonra, o uzun ömrü tevbe ve şükür ile kurtuluşa kullanacak yerde, insanları nasıl yoldan çıkaracağını itiraf ederek şöyle dedi:
“Öyle ise beni azdırdığın için andolsun ki, ben de onları saptırmak için, senin doğru yolun üzerinde tuzak kuracağım.” (A’râf: 16)
O yola gitmek isteyenleri, o yoldan geri çevirmek için tetikte bekleyeceğim. Onları şaşırtıp eğri büğrü yollara sevketmenin çarelerini arayacağım.
“Andolsun ki ben de yeryüzünde (her kötülüğü) onlara süsleyeceğim ve onların hepsini azdıracağım.” (Hicr: 39)
Bir takım kötü şeyleri güzel göstererek kendilerini onlarla meşgul edeceğim. Dalâlete giden bütün yolları onlara süsleyeceğim. Hidayete götüren yollarını tıkayarak, onları hidayetten mahrum bırakacağım.
“Sonra elbette onlara; önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım.” (A’râf: 17)
“Önlerinden”; dünya hayatına rağbetlerini artırarak,
“Arkalarından”; ahiret hayatı hakkında şüpheye düşürerek,
“Sağlarından”; iyilikler tarafından,
“Sollarından”; kötülükler tarafından saldıracağım.
Yolundan çevirip saptırmak, şaşırtıp imanlarını soymak için ne yapabilirsem yapacağım.
“Yemin ederim ki, kullarından belirli bir pay edineceğim.” (Nisâ: 118)
Onların zamanlarından, iş ve güçlerinden, istidatlarından, mal ve evlâtlarından bir kısmını kendim için ayıracağım. Yollarına tuzaklar kurup, büyük bir kısmını benim yolumda çalıştıracağım.
“Onları saptıracağım.” (Nisâ: 119)
Bâtılı hak, eğriyi doğru, kötüyü iyi, çirkini güzel göstererek, vesvese ve iğvâlarımla onları hidayet yolundan mutlaka çevireceğim.
“Onları boş kuruntularla oyalayacağım.” (Nisâ: 119)
Kalplerine hırs ve tamah, uzun ömürler yaşamak, amelsiz olarak cennete girmek, sebeplere tevessül etmeksizin maksada ulaşmak gibi olmayacak bir takım kuruntuları ilkâ edeceğim. Onları, kıyameti, hesabı, cenneti ve cehennemi düşünmek hissinden mahrum bırakacağım.
Şeytanın insanların önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokularak saldırması; her sahada, her yönden musallat olması demektir. Gelip geçen yolcuları soymak için yol kesicilerin yaptıkları gibi, onların yollarını tutar. Allah’a giden yolda oturarak, o yolda yürümek isteyen herkesi engellemeye çalışır. Bu sebepledir ki, beşeriyet pek az nisbette şeytanın şerrinden emin olabilmektedir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün yere bir çizgi çizerek:
“Bu Allah yoludur.” buyurdular.
Yine bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler daha çizdikten sonra:
“Bunlar da yollardır, bu yolların her birisinde insanları o yola çağıran birer şeytan bulunur.”
Buyurdular ve:
“İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyunuz. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah’ın yolundan ayırmasın.” (En’âm: 153)
Âyet-i kerime’sini okudular. (Dârimî-Sünen)
Günümüzdeki insanları hususiyetle “Sağlarından”, yani iyilikler tarafından sokularak yollarından çevirmektedir.
Sûret-i haktan görünen şeytanlaşmış kimseler, kendilerini müslümanların en ön safında gösteriyorlar. Kuzu postuna bürünmüş bu kurtların iç hâlâtına çok kişi vâkıf olamıyor.
Dünyada hak ile bâtıl, iyilikle kötülük iç içe bulunduğu için ilâhî bir lütuf olmadıkça insan dalâleti hakikat zannediyor ve ömrünü o dalâlet girdabı içinde tüketmiş oluyor.
“Ve sen onların çoklarını şükredenler bulamayacaksın.” (A’râf: 17)
Şeytan bu sözü zannına göre söylemiş ve isabet de etmiştir.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Andolsun ki İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirdi.
Müminlerden bir fırka hariç olmak üzere hepsi ona uydular.” (Sebe: 20)
Sayıları az da olsa sapıklığa karşı çıkan, şeytana ve nefsin arzularına muhalefet eden bir zümre her zaman için mevcuttur.
Nitekim Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyurulmaktadır:
“Bir takım fitneler olacaktır. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabahlayacak ve kâfir olarak akşamlayacaktır.
Ancak Allah’ın, ilim ile (kalbini) ihyâ ettiği kimseler (bu tehlikeden) müstesnâdır.” (İbn-i Mâce: 3954)
Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesine tasarruf-u ilâhî’sine aldığı kimseler hiç şüphesiz ki bu fitnenin dışında kalacaklardır.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde, göstereceği faaliyeti göstermesi için şeytana ruhsat verdiğini, insanların ona uymaları mümkün olduğu gibi, ondan yüz çevirme gücüne ve kabiliyetine de sahip olduklarını, ihlâslı müminlerin üzerinde şeytanın hiçbir hâkimiyeti bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
“Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yerinden oynat, şaşırt!” (İsrâ: 64)
Çalgı âletleri ve oyunlar onun sesi olduğu gibi, Allah-u Teâlâ’dan uzaklaştıran ve O’na isyana çağıran her kişi şeytanın sesidir.
“Atlılarınla, yayalarınla onları yaygaraya boğ!” (İsrâ: 64)
Şeytan burada, bir bölgeyi atlılarla ve yayalarla basan, oraların talan edilmesini emreden bir soyguncuya benzetilmiştir.
Şeytanın atlıları ve yayaları, onun vazifesini çeşitli şekillerde ifâ eden, insanları Allah yolundan çeviren insanlar ve cinlerdir.
“Mallarında ve evlatlarında onlara ortak ol!” (İsrâ: 64)
Haram yoldan veya haksız olarak elde edilen bir mala, haram yerlerde harcanan mallara şeytan ortaktır.
Şeytan diğer taraftan zinâya, gayr-i meşru surette evlad sahibi olmaya teşvik ederek çocuklara ortak olur.
Allah-u Teâlâ’nın hoşlanmadığı isimler taktırarak İslâm’dan başka bir dine girdirerek de kişilerin çocuklarına ortak olur.
Şeytanın bütün vasıtaları kullanmasına ruhsat verilmiştir. Bu vasıtalardan biri de aldatıcı vaadlerdir.
“Kendilerine vaadlerde bulun!” (İsrâ: 64)
Şeytan onları boş ümitlerle ve vaadlerle kandırır. En korkunç ve aldatıcı vaadi ise, günah ve hatalardan sonra affedilmek vaadidir. Allah-u Teâlâ’nın af ve mağfiret deryasının engin oluşundan bahsederek, işlenen günahları basit ve tatlı gösterir.
“Şeytan insanlara aldatmadan başka bir şey vâdetmez.” (İsrâ: 64)
Dünya hayatını ahirete tercih ettirmeye çalışır. Haram olan şeyleri yapmayı, helâlden uzaklaşmayı telkin eder. Kötüyü iyi göstererek nice kimseleri bozmaya ve yoldan çıkarmaya çalışır durur.
Fakat Allah-u Teâlâ’nın gerçek kulları şeytanın hakimiyetine girmezler. Onlar ilâhî himayeye nail olan güzide kullardır.
Allah-u Teâlâ buyurdu ki:
“Şurası muhakkak ki benim kullarım üzerinde senin hiçbir hakimiyetin olamaz.” (İsrâ: 65)
Onların imanlarını değiştirebilme imkânına sahip değilsin, fakat isyanı onlara güzel göstermen mümkündür. Onları tamamen iğvâya kâdir olamazsın.
“Rabb’in vekil olarak yeter.” (İsrâ: 65)
Müminler O’na tevekkül ederler. O da onları korur. Allah-u Teâlâ’ya gerçekten yönelen ve ubûdiyet ile bağlanan bir kimse şeytanın hâkimiyetinden kurtulmuş olur. Çünkü Allah-u Teâlâ onları korur ve doğru yola iletir. Diğer taraftan kendi nefislerine veya Allah’tan başka güçlere güvenenler, şeytanla imtihan edildiklerinde mağlup olurlar.
Sapıklığı tercih edenlerin dışında şeytanın hiç kimseyi etkileyemeyeceğine dair Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“İşte bana varan doğru yol budur.” (Hicr: 41)
Bütün bunlar benim takdirime ve hikmetime göre cereyan eder.
“Benim hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz.” (Hicr: 42)
Sen onlara musallat olamazsın. Ne onları susturacak bir delilin, ne de fiilî olarak kullanacak bir gücün yoktur.
“Ancak sana uyan azgınlar bunun dışındadır.” (Hicr: 42)
Sen ancak onları azdırabilir, yanlış yollara sürükleyebilirsin. Fakat o da senin gücünle değil, onların iradelerini kötüye kullanarak arkana düşmeleri dolayısıyladır. Yalnız ihlâslı kullara hâkimiyet kuramadığın gibi, diğerlerine de hâkimiyet kuramazsın.
“Cehennem onların hepsine vâdolunan yerdir.” (Hicr: 43)
Kendilerine cehennemin vaad olunduğu kimseler, sapanlar ve azgınlık edenlerdir.
Daha sonra Allah-u Teâlâ Âdemoğullarına hitâp ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun soyunu dost mu ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin düşmanınızdır.” (Kehf: 50)
Nasıl olur da benim yerime onu koyuyorsunuz?
“Zâlimler için bu ne kötü bir değişmedir!” (Kehf: 50)
Allah-u Teâlâ’yı dost edinmeyi bir kenara bırakmak suretiyle, İblis’i ve yandaşlarını dost edinmeniz ne kötü bir haksızlıktır! O’na ibadet yerine şeytana ibadet etmek ne kötü bir şeydir!
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birçok Hadis-i şerif’lerinde Asr-ı saâdet’ten kıyametin kopmasına kadar geçecek zaman içerisinde zuhur edecek olan birçok fitneleri gerek kapalı olarak gerekse açık olarak haber vermiş; fitnelerin gecenin karanlıkları gibi her tarafı saracağını, her fitnenin bir öncekini aratacağını, bu sebeple hayatta olanların kabirdekilere gıpta edeceklerini, müslümanların fitne dönemlerinde sabır ve teenni ile hareket etmelerini ve imkânları nisbetinde kalabalıklardan kaçınmaları gerektiğini bildirmiş, ümmet-i muhteremesini gelecek fitnelere karşı uyarmıştır. Günümüzde ise, haber verdiği o fitnelerin gün yüzüne çıktığı bir fitne devrinde yaşıyoruz.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde iman ve küfrü birbirinden ayırmış, aralarına kesin berzahı koyarak insanların bir kısmının kâfirlerden, diğer bir kısmının da müminlerden ibaret bulunduğunu Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurmuştur:
“İnkâr edenlerin ve Allah yolundan alıkoyanların işlerini Allah boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 1)
Zira onların bütün yaptıkları işler Allah için olmamış, bu sebeple de iptal edilmiş, boşa çıkmıştır. Allah-u Teâlâ o yapılanların hepsinin geçersizliğine hükmetmiştir.
Diğer taraftan:
“İman edip sâlih amel işleyenlerin, Rabb’leri tarafından MUHAMMED’e indirilen gerçeğe inananların günahlarını Allah örtüp bağışlar ve hallerini düzeltip iyileştirir.” (Muhammed: 2)
Günahların bağışlanması, hallerin düzeltilip iyileştirilmesi, iman nimetinden sonra gelen çok büyük bir nimettir. Hâl ve ahvâli iyi olanın gönlü berraklaşır, düşünceleri salimleşir, dünya saâdetine ve ahiret selâmetine kavuşur.
Allah-u Teâlâ kâfirlerin sapıklığa düşmelerinin, müminlerin de doğru yolu bulmalarının sebeplerini açıklamak üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“İşte böyle. İnkâra sapanlar bâtıla uydular, iman edenler ise Rabb’lerinden gelen Hakk’a uydular.” (Muhammed: 3)
Onların bâtıla uymaları, bâtılı Hakk’a tercih etmelerindendir.
Âyet-i kerime’de geçen “Hakk” kelimesinin değişik mânâları vardır:
Hakk, Allah-u Teâlâ’nın güzel isimlerinden birisidir. Gerçekte var olan, varlığı hiç değişmeden duran, ulûhiyeti fiilen tahakkuk eden O’dur. Her şeyi hikmetinin gereğine uygun olarak O yaratır.
Allah-u Teâlâ’nın zâtı hak olduğu gibi, O’ndan gelen ve O’na rücû eden her şey de haktır.
Kur’an-ı kerim’in tamamına yakın kısmında sık sık tekrarlanan hak mefhumu, Allah-u Teâlâ’dan başka Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize de nisbet edilmektedir.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Doğrusu biz seni hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin.” (Bakara: 119)
Olması gereken vakitte gerektiği gibi bulunan söz ve hareket de haktır.
Hakk ve hakikat değişmez bir esastır ve Hakk’a dayanır. Yer ve gökler hak esası üzerine kaimdirler. Bunun içindir ki, Hakk’a bağlı olan herkes ve her şey de hak esası üzerine kaimdirler.
Bâtıl ise, bütün bu mânâlarda hakkın zıddıdır. İman haktır, çünkü Allah-u Teâlâ’nın buyruğudur. Küfür bâtıldır, çünkü Allah-u Teâlâ yasaklamıştır.
Hakk’a uymak, Hakk ehline uymakla mümkün olur. Çünkü onlar hakkı gerçekleştirmekte ve ona yol göstermekte peygamberlerin vârisleridirler.
Hakk ehline uyan hakikati bulmuş ve hidayete ermiştir, bâtıl ehline uyan da sapıtmıştır.
“Allah insanlara misallerini işte böyle anlatır.” (Muhammed: 3)
Allah-u Teâlâ her iki zümrenin durumunu bir berzah olarak apaçık beyan ediyor ki, insanlar ibret ve öğüt alsınlar.
Allah-u Teâlâ yeryüzünde haksız yere büyüklenenlerin, koyduğu hükümlerden yüz çevirenlerin, ne kadar delillerle karşılaşsalar bile inanmayanların, doğru yolu apaçık görseler bile o yolda yürümeyenlerin, dalâlet yollarına daldıkça dalanların durumlarını ve âkıbetlerini bir Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenip büyüklük taslayanları âyetlerimi idrakten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim.” (A’râf: 146)
Kalpleri öylesine mühürlenecek ki, ilâhî beyanların ihtivâ ettiği gerçekleri göremeyecekler, üzerinde düşünüp anlayamayacaklar.
Buradan da anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ bunları idrakten çevirmiş ve mahrum etmiştir. Hem bilmiyorlar, hem de bilir gibi görünüyorlar.
“Onlar her türlü âyeti görseler yine de inanmazlar.” (A’râf: 146)
Âyet-i kerime’lerin nuru önlerinde parıldayıp dursa yine de küfürlerinde diretip dururlar.
“Doğru yolu görseler onu yol edinmezler.” (A’râf: 146)
İçlerini sapıklık kapladığı için Hakk’a yönelmezler, o yolun doğru olduğunu görmelerine rağmen, aslâ o yola koyulmazlar.
“Azgınlık yolunu görseler hemen onu yol edinirler.” (A’râf: 146)
Hevâ ve heveslerine uygun ve bâtıl arzularına ulaştırıcı olmasından dolayı, dalâlet yolunu kendilerine nerede ise hiç ayrılamayacakları bir yol olarak seçerler.
“Çünkü onlar âyetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular.” (A’râf: 146)
Onların bu gafletleri yanılmak ve bilgisizlikten kaynaklanan bir gaflet değil, hakka ve hakikate yüz çevirmelerinden kaynaklanan bir gaflettir.
“Biz onlara doğru yolu göstermiştik, amma onlar körlüğü doğru yolda gitmeye tercih ettiler.” (Fussilet: 17)
Hiç kimse, Allah-u Teâlâ’nın apaçık Âyet-i kerime’leri ve parlak delilleri ile kendisine öğüt verilip de onları görmemezlikten, duymamazlıktan gelen ve onlara hiç aldırış etmeyenden daha zâlim değildir.
Onların bu yüz çevirmeleri, iş ve icraatları, takındıkları tavırlar sebebiyle kalplerine mühür vurulmuştur:
“Biz onu (Kur’an’ı) anlamasınlar diye, onların kalplerinin üzerine perdeler, kulaklarına da ağırlık koyduk.” (Kehf: 57)
Onun içindir ki o Kitab-ı kerim’in ilâhî hükümlerinden istifade edip istikamete yönelemiyorlar.
“Sen onları hidayete çağırsan da onlar aslâ hidayete gelmezler.” (Kehf: 57)
Çünkü onlar ne işitirler ne de anlarlar, hiçbir ikaza aldırış etmezler.
•
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde, bu gibi kimselerin Kur’an-ı kerim’in ilâhî beyanları karşısındaki durumlarını anlatarak şöyle buyurmaktadır:
“İçlerinden bazıları da sana kulak verirler. Halbuki biz onların kalpleri üzerine, onu anlamamaları için örtüler, kulaklarına da ağırlık koyduk.” (En’âm: 25)
Hak ve hakikat ne kadar açık olursa olsun, engelli kulaklara ve perdeli kalplere giremez. Gözler bakar, kulaklar işitir, fakat hiçbir şey görmez ve duymaz.
“Onlar her türlü âyeti görseler, yine de ona inanmazlar.” (En’âm: 25)
Allah-u Teâlâ, hidayete ermek için çalışanları hiç şüphesiz ki hidayete ulaştırır. Hakk’tan yüz çevirenlerin ise hidayet ile aralarına perde çeker.
“Hatta sana geldiklerinde seninle mücadele ederler ve o kâfirler: ‘Bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir.’ derler.” (En’âm: 25)
O gün öyleydi, bugün ise daha değişik kılıklarda ve üsluplarda ortaya çıkıyorlar.
“Onlar hem insanları Kur’an’dan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar.
Böylece ancak kendilerini helâke atarlar da farkına varmazlar.” (En’âm: 26)
Kendileri Hazret-i Kur’an’ın nur ışığından faydalanamadıkları gibi, başkalarının da faydalanmalarına engel olurlar.
Onlar Allah-u Teâlâ’nın âyetlerini kulakları ile işitir, fakat kalpleri işitmez. Çünkü onlar kalplerine perde çekilmeye müstehak olmuşlardır.
Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Kur’an okuduğun zaman, seninle ahirete inanmayanların arasına gizli bir perde koyarız.” (İsrâ: 45)
Bu durum, onların Allah-u Teâlâ’ya ve O’nun ilâhî hükümlerine yönelmemelerinin bir cezâsıdır. Hak ve hakikat gözler önünde güneş gibi parlayıp durduğu halde, onları idrak edemeyenler, işte böyle bir perde ile perdelenmiş kimselerdir.
“Ayrıca onu anlamamaları için kalplerinin üzerine perdeler çekeriz, kulaklarına da ağırlık koyarız.” (İsrâ: 46)
Bu ağırlık, Allah-u Teâlâ’nın âyetlerini kendilerinin hidayet bulmalarını sağlayacak bir şekilde işitmelerini önleyen bir ağırlıktır.
Allah-u Teâlâ hidayete eren kullarını dalâlete düşmekten koruyacak vasıtalar yarattığı gibi, dalâlete düşenlerin hidayete ermesini önleyecek engeller de yaratır.
İstiâze; sığınma, korunma, talep etme mânâlarına gelir. Şeytandan, kötülük ve şerlerden, haramlardan, günahlardan, cehennemden... Allah-u Teâlâ’ya sığınmak, kulluğun en mühim hususiyetlerindendir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah’a sığın!..” buyuruyor. (Mümin: 56)
Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım istenecek, kapısına başvurulacak yegâne mâbud O’dur.
Şeytan kıyamete kadar insanları iğva edeceğine yemin ettiği için, insanın etrafını çevirmekten, vesveseler vermekten bir an olsun boş bulunmamaktadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde tekrar tekrar duâ edip yalvaran kişinin söyleyeceği lâfızlarla şeytanın iğvalarından, hile ve desiselerinden kendisine sığınmayı emir buyurmuştur:
“De ki: Ey Rabb’im! Şeytanların vesveselerinden sana sığınırım. Ey Rabb’im! Yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.” (Müminun: 97-98)
Her insan daha hayatta iken noksanlıklarını gidermeye çalışmalı, her zaman için şeytanın şerrinden Allah-u Teâlâ’ya sığınarak muvaffakiyet dilemelidir.
İstiâze; Allah-u Teâlâ’ya yaklaşanların vasıtası, O’ndan korkanların sarıldığı ip, suçluların barınacakları çare, musibete uğrayanların merciidir. Kalp ve ruhu şeytanın istilâsından kurtarmaya ve Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himâyesi altına girmeye vesiledir.
•
İstiâze “Firâr-ı ilâllah” makamıdır. Şirkten Tevhid’e, küfürden imana, zulümden adalete, nifaktan sadakate, riyâdan ihlâsa, kibirden tevâzuya, cimrilikten cömertliğe, israftan kanaate, adâvetten muhabbete, tefrikadan ittifaka, kötülükten iyiliğe, günahtan sevaba... kaçıp sığınmaktır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah’a kaçınız!..” buyuruyor. (Zâriyât: 50)
O’nun Zât-ı ulûhiyetine ilticâ edin, her işinizde O’na itimat ve teslimiyette bulunun.
Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım istenecek, kapısına başvurulacak yegâne mabud O’dur.
Bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Allah, rızâsını arayanları onunla kurtuluş yollarına eriştirir ve onları izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır, onları dosdoğru bir yola iletir.” (Mâide: 16)
Allah-u Teâlâ’nın ism-i şerif’lerinden birisi de “Mümin”dir. İmanı ihsan buyuran, emniyet bahşeden, kendisine iltica edip sığınanları hususi himayesine alıp muhafaza eden ve huzura erdiren demektir. Emniyet ve eman kaynağı O’dur, her şey her an O’na yönelip sığınmaya muhtaçtır.
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere, Allah dostları bütün ibtilâlara, meşakkatlere, ezâ ve cefâlara karşı Hazret-i Allah’a tevekkül etmişler, huzuru O’na sığınmakta bulmuşlardır.
Nuh Aleyhisselâm cehalet ve bilgisizlikten, sebeplere bağlanmaktan Allah-u Teâlâ’ya sığınarak ilticâda bulunmuştur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“De ki: Ey Rabb’im! Bilmediğim bir şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen ziyan edenlerden olurum.” (Hûd: 47)
Onun bu sığınışı sayesinde Allah-u Teâlâ da kendisine emniyet vermiş, hem kendisini, hem de beraberinde olanları denizin şiddetli dalgalarından kurtarmıştır.
Yusuf Aleyhisselâm Züleyha’nın kendisine musallat olup zinâya düşürmesinden endişeli olduğu bir zamanda huzur içinde:
“Allah’a sığınırım.” dedi. (Yusuf: 23)
Bu gönülden gelen istiâze sayesinde Allah-u Teâlâ onu böyle bir felâkete düşmekten korumuş, hem de Mısır’a vezir yapmış, din ve dünya şerefine ulaştırmıştır.
Musa Aleyhisselâm, Firavun’un kendisini öldürmek için teşebbüs ettiğini duyunca, görünüşte Firavun ve hanedanına karşı çok zayıf görüldüğü halde, sebepleri yürüten Allah-u Teâlâ’ya sığındı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Musa dedi ki:
Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabb’im sizin de Rabb’iniz olan Allah’a sığınırım.” (Mümin: 27)
Musa Aleyhisselâm’ın bu yüksek beyanatı gösteriyor ki, her mümin her zaman her hususta Allah-u Teâlâ’ya sığınmalı, daima O’nun hıfz-u himayesine iltica etmelidir.
•
Allah-u Teâlâ Felâk ve Nas sûre-i şerif’lerinde kendisine sığınmayı tavsiye buyurmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sır kâtibi olan Huzeyfe -radiyallahu anh- buyururlar ki:
“Öyle zamanlar gelecek ki, o zaman sadece boğulmak üzere olan birinin yaptığı gibi duâ edenler kurtulacak.” (Ebu Nuaym. Hilye)
Kelime olarak: “Doğru yola gitmek, doğru yolu göstermek” mânâlarına gelen hidayet, “Allah-u Teâlâ’nın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir.” İnsanlara dünya ve ahiret saâdetini sağlayacak yolu gösterme mânâsında da kullanılır.
Âyet-i kerime’de:
“Allah kime hidayet ederse, o doğru yolu bulmuştur.” (A’râf: 178)
Allah-u Teâlâ indirdiği kitaplar ve gönderdiği peygamberler vasıtası ile hayır ve şer yollarını göstermiş, kullarına da iyiyi ve kötüyü ayırdedecek kabiliyetler vermiştir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Semud kavmine gelince; onlara doğru yolu göstermiştik, amma onlar körlüğü hidayete tercih ettiler.” (Fussilet: 17)
Gözler her ne kadar açıksa da, basiret körlüğü veren sebepler hidayete mâni olur.
Allah-u Teâlâ azim nisbetinde kullarını destekler, hidayetlerini artırır, sermayelerini çoğaltır, yollarını açar ve önlerine ışık tutar. Bu ise mücahedenin neticesidir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.” buyuruluyor. (Ankebût: 69)
Hidayet; mücahedenin kemâle ermesinden sonra, nübüvvet ve velâyet âleminde parıldayan bir nur olur.
Cenâb-ı Hakk’ın kendisine tahsis ile şereflendirdiği mutlak ve gerçek hidayet budur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah’ın hidayeti asıl hidayetin ta kendisidir.” (Bakara: 120)
Hidayetin benimsenmesine vesile olan âmillerin başında kişinin iradesi, azmi ve kararlılığı gelmektedir. Hidayete ermek için gösterilen yoldan gitmeyi istemek ve o yola yönelmek gerekir. Eğer bir kul bu tavrı göstermezse Allah-u Teâlâ ceza olarak onu saptırır ve hidayetten mahrum bırakır.
“Kaybolmak, telef olmak, şaşırmak ve yanılmak” gibi mânâlara gelmekle beraber asıl mânâsı:
“Bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan az veya çok ayrılmak, azmak ve sapmak”tır. “Maksada ulaştıran yolu bulamamak, istenen neticeye götürmeyen bir yola girmek.” veya: “İstenen her türlü neticeye ulaştırıcı yoldan ayrılmak.” mânâlarına da gelir.
Hidayetin zıddı dalâlettir. Hidayetin neticesi iman, dalâletin neticesi ise imansızlıktır.
Kur’an-ı kerim’de hak ve hakikatin dışında kalan her şey dalâlet olarak vasıflandırılmakta; uzak, açık ve büyük dalâlet çeşitleri beyan edilmektedir.
Allah-u Teâlâ buyurur ki:
“Onlar dünya hayatını ahirete tercih ederler. İnsanları Allah’ın yolundan alıkoyarlar, Allah’ın yolunu eğriltmeye çalışırlar. İşte onlar uzak bir dalâlet içindedirler.” (İbrahim: 3)
Doğru yoldan o kadar uzağa sapmışlardır ki, ona yanaşmak, kurtuluşa ermek imkânları kalmamıştır.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Gerçeğin dışında sadece dalâlet vardır.” (Yunus: 32)
Öyle bir dalâlet ki, akıllı olan hiç kimse onu tercih etmez.
•
Hangi asırda yaşarsa yaşasın, kim olursa olsun, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in dâvetine uymayan, hafife alan kimseler de apaçık dalâlet içindedirler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah’a çağıran Muhammed’e uymayan kimse bilsin ki, Allah’ı yeryüzünde âciz bırakamaz. Kendisinin O’ndan başka dostları da bulunmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Ahkâf: 32)
Sapıklık içinde oldukları kimseye gizli değildir.
•
Kur’an-ı kerim’in ilâhî bir kitap olduğunu gerek alenen, gerekse zımnen inkâr edip, ondaki hakikatlerden uzak kalmak da dalâlettir.
Hadis-i şerif’ler de böyledir. Hadis-i şerif’leri inkâr etmek dalâletin tâ kendisidir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“De ki: Gördünüz mü? Eğer o Allah katından ise, siz de onu inkâr etmişseniz, o zaman uzak bir ayrılığa düşenden daha sapık kim olabilir?” (Fussilet: 52)
Sizler sadece kendinizi değil, başkalarını da dinden imandan uzaklaştırıyorsunuz.
•
Allah-u Teâlâ’nın ve Peygamber’inin emirlerine isyan etmek dalâlettir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah ve Peygamber’i bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur.
Allah’a ve Peygamber’ine baş kaldırıp isyan eden kimse hiç şüphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzâb: 36)
Allah-u Teâlâ ve Peygamber’i bir hüküm verdiklerinde müminlere tercih hakkı tanınmamıştır. Allah-u Teâlâ, Peygamber’inin verdiği bir hükme güven duymayandan ve en küçük bir sıkıntı duymadan teslim olmayandan iman sıfatını kaldırmıştır.
Resulullah Aleyhisselâm’ın verdiği hüküm, Allah-u Teâlâ’nın verdiği hükümdür.
Ona itaat, onun Sünnet-i seniye’sine uymaktan ibarettir. Bunun içindir ki Sünnet-i seniye’ye uymak imanın gereğidir.
Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, ahlâkı ile ahlâklanıp edebi ile edeplenmeyi gerektirir.
Ona itaat etmek, verdiği hükme râzı olmak, söylediği söze boyun eğmek, getirdiği her şeyi tereddütsüz kabul etmek, mümin olmanın şiarıdır. Aksi taktirde inanmanın mânâsı kalmaz. Ona muhalefet ederek Allah-u Teâlâ’ya itaat etmek düşünülemez.
•
Allah-u Teâlâ’nın helâl saydığı rızıkları haram saymak, cehalet yüzünden beyinsizce çocukları öldürmek dalâlettir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Cehaletleri yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah’a iftira ederek, onun kendilerine verdiği rızkı haram kılanlar, muhakkak ki hüsrana uğramışlardır. Onlar doğru yoldan sapmışlardır. Hidayete erecek de değillerdir.” (En’âm: 140)
Bu hal ile kurtuluşa ermelerine imkân yoktur. Aslında bu kötü halleri yüzünden doğru yolda gidenlerden değillerdi. Ne kadar irşada çalışılırsa çalışılsın, hidayete nâil olamazlar.
•
Hüküm verirken arzulara ve heveslere uymak dalâlettir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“De ki: ‘Allah’ı bırakıp da taptığınız başka şeylere ibadet etmek bana yasak edildi.’ De ki: ‘Sizin hevâ ve heveslerinize aslâ uymam! Aksi takdirde dalâlete düşmüş ve hidayete erenlerden olmamış olurum.’” (En’âm: 56)
Siz de ebedî olarak hidayete erecek kimseler değilsiniz.
Hakkı ve hakikati benimsemek ve hidayetten ayrılmamak insanın selim yaratılışıyla mütenasip bir durum iken, bunun yerine dalâleti tercih ederek kendilerini de başkalarını da saptıranlar zâlimlerdir. Üstelik onları içinde bulundukları sapıklıklardan kurtarmak da mümkün değildir. Zira onlar akıllarını kullanıp hakikatleri görecekleri yerde nefislerinin arzularına uyarlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resul’üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkân: 43)
•
Kur’an-ı kerim’de beyan buyurulduğuna göre kibri ve isyanı sebebiyle ilâhî rahmetten kovulmuş olan şeytan, avânesiyle birlikte insanları dalâlete düşürmeye çalışmaktadırlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Andolsun ki o sizden bir çok nesilleri kandırıp saptırmıştır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?” (Yâsin: 62)
Şeytanın saptırmasını, toplumları idare edip yönlendiren Firavun gibi saptırıcı önderlerle, bunların yakın çevrelerinde kümeleşen zümre ve onlara uyan kitleler takip eder.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Firavun kavmini saptırdı ve onlara doğru yolu gösteremedi.” (Tâhâ: 79)
Bilâkis dalâletten dalâlete düşürdü.
İnsanları saptırıp yoldan çıkaranların büyük bir azaba uğrayacaklarında şüphe yoktur. Fakat Allah-u Teâlâ’nın kendilerine verdiği aklı kullanmayıp, dinin ilâhî beyanlarını dinlemeyip, bu gibi saptırıcıların gösterdikleri çıkmaz yollara sapan kimseler de onlar gibi azaba müstehak olacaklardır. Kendilerini mazur göstermeye aslâ salâhiyetleri olamaz.
Cehennemde cezalarını çekerlerken, netice vermeyeceğini bildikleri halde, tekrar tekrar iltica edeceklerdir:
“Ey Rabb’imiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik, onlar da bizi yoldan saptırdılar.” (Ahzâb: 67)
Halbuki kendilerine ne emretmişlerse yapmışlar, onlara uydukları için bu hale düşmüşlerdi. Orada ise pişmanlıklarına pişmanlık katacaklar.
•
Putlar da tapınma vasıtaları olmaları bakımından dalâlete sevkedici varlıklar arasında sayılırlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O putlar insanlardan birçoklarını saptırdılar.” (İbrahim: 36)
Onları öne sürerek baştacı edenler, onların vasıtasıyla başkalarını dalâlete düşürerek şirk içinde bıraktılar.
•
Dine bağlılığın zayıfladığı, halkın hak yoldan uzaklaştığı dönemlerde insanların çoğuna uymak, ayrıca dalâlet sebebi olarak belirtilmektedir:
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, onlar seni Allah’ın yolundan saptırırlar.” (En’âm: 116)
Onlar hiçbir zaman rehberlik yapamazlar.
“Onlar sadece zanna uyarlar ve yalandan başka söz de söylemezler.” (En’âm: 116)
Ne inançlarında yakin, ne ölçülerinde hakkâniyet, ne de kararlarında isabet bulunur. Bütün iş ve icraatlarında nefsânî arzu ve heveslerine uyarlar. Şahsi takdir ve tahminlerini hüküm yerine koyarlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Senin Rabb’in kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. Hidayete ermiş olanları da en iyi bilen O’dur.” (En’âm: 117)
Allah-u Teâlâ yeryüzü halkının çoğunun durumunun sapık olduğunu haber vermektedir.
Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Andolsun ki onlardan önce gelip geçenlerin de çoğu sapıtmıştı.” (Sâffât: 71)
Peygamberlerine itaatta bulunmamışlar, sapıklık içinde kalmışlardı.
•
Dalâlet kelimesi Hadis-i şerif’lerde de Kur’an-ı kerim’deki mânâlarda kullanılmıştır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz duâlarında dalâlete düşmekten ve düşürülmekten, başkalarının dalâlete düşmesine sebep olmaktan Allah-u Teâlâ’ya sığınmış, Allah-u Teâlâ’nın saptırdığı kimselerden olmaması için O’na niyazda bulunmuştur.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’den rivayete göre evinden çıktığı zaman şöyle duâ ederdi:
“Allah’ım! Ben dalâlete düşmekten, ayak kaymasından, zulüm etmekten, bana zulüm edilmekten, câhilce davranmaktan ve aleyhimde câhilce davranılmaktan sana sığınırım.” (İbn-i Mâce: 3884)
Ve bu hususta ümmet-i muhteremesini uyarmış, müslümanlar hakkında, en çok dalâlete sevkeden liderlerden endişe ettiğini belirtmiş, dalâlete düşmemek için Kitâbullah’a ve sünnet-i Resulullah’a uyulmasını emretmiştir.
Bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ben size iki şey bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen sapıtmazsınız. Birisi Allah’ın kitabı, diğeri ise Resulullah Aleyhisselâm’ın sünnetidir.” (İmâm-ı Mâlik, Muvatta)
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise bu iki ipe yapışanların tam olarak dalâletten korunacağını, aksi takdirde dalâlete düşmenin kaçınılmaz olacağını haber vermiştir. (İbn-i Mâce)
•
Netice olarak;
Allah-u Teâlâ bütün insanlara hakikat ile dalâleti, doğru ile yanlışı birbirinden ayıracak temyiz gücü vermiş, ayrıca uyarıcı olmakla vazifelendirdiği peygamberler vasıtasıyla insanların yolunu aydınlatan kitaplar indirmiştir. Bu kitaplarda helâli haramı, faydalıyı zararlıyı, hayrı şerri açıklamış ve bundan insanları sorumlu tutmuştur.
Şüphe yok ki sınırsız kudrete sahip olan Allah-u Teâlâ bir şeyin olmasını dilerse o mutlaka olur.
Hidayeti de dalâleti de ancak Allah yaratır. Kullarından dilediğine hidayet, dilediğine dalâlet verir. Allah’ın hidayete eriştirdiğini kimse saptıramaz. O’nun dalâlete düşürdüğünü kimse hidayete erdirip doğru yola iletemez.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah dilediğini dalâlette bırakır, dilediğini de hidayete erdirir.” (İbrahim: 4)
Hakkı ve hakikati sevdirir, iman ve ilim gereğince amel etmeyi nasip eder. Hidayeti hakettiği için, o kimsede iman ve hidayeti meydana getirir.
“Allah kimi dalâlette bırakırsa, ona hidayet edecek yoktur. Allah’ın hidayete erdirdiğini de dalâlete düşürüp saptıracak yoktur.” (Zümer: 36-37)
Çünkü Allah-u Teâlâ’nın iradesini kimse engelleyemez, takdirini hiç kimse bozamaz.
Bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu seçmiş olmasındandır. Yoksa kul iradesini dalâlete yöneltmedikçe, Allah-u Teâlâ onu zorla sapıklığa düşürmez. Çünkü insanda hidayet ve iman fıtrîdir, yaratılışında vardır. Dalâlet ve küfür insanın cüz’i iradesini kötüye kullanmasından dolayı sonradan ârız olmuştur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Hidayet kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamber’e muhalefet edip inananların yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü o yolda bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme sokarız. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!” (Nisâ: 115)
Bir imtihan sahnesi olan dünyada insanları kendi serbest iradeleriyle başbaşa bırakmış, iradelerini küfre sarfeden insan ve cinlerle cehennemi dolduracağını vâdetmiştir.
“Allah, inkâr eden kimselere hidayet etmez.” (Bakara: 264)
Bütün kalpler Hazret-i Allah’ın kudret elindedir. Dilediğine hidayet eder. Kul kula hidayet veremez, ancak teşvik eder, hidayete vasıta olur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnsanları hidayete erdirmek senin üzerine borç değildir. (Sana düşen hidayete dâvettir.) Şu kadar var ki, Allah dilediği kimseye hidayet eder.” (Bakara: 272)
Yol gösterdiği gibi yola da iletir. O yolda ona güç verir, muvaffakiyet ihsan eder, hidayete yöneltir, gönüllerinde hidayet sevgisi yaratır.
“Dileseydik herkese hidayet verirdik.” (Secde: 13)
Dünya saâdetine, ahiret selâmetine ancak hidayet sayesinde erişilir. Kul; iradesini imana sarfettikçe, hidayet arzusunda bulundukça, o yolda yürüdükçe, Allah-u Teâlâ’nın hidayeti de artar durur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir.” (Âl-i imrân: 101)
Hidayete ermiş, saâdet ve selâmete kavuşmuş, dalâletten kurtulmuş olur.
“Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir.” (Muhammed: 17)
O sayede onlar gereken hazırlığı yaparlar, ecel gelince Allah-u Teâlâ’nın huzuruna takvâ ile varmaya çalışırlar.
Bir Âyet-i kerime’sinde de şöyle buyuruyor:
“O size nasıl hidayet ettiyse, siz de O’nu öylece zikredin. Bundan önce siz sapıklardan idiniz.” (Bakara: 198)
Zikrullah, hidayete ermenin bir şükran ifadesidir.
İnanan bir mümin için hidayete ererek dünya saâdetine ve ahiret selâmetine nâil olmaktan daha büyük bir lütuf tasavvur edilemez.
Binaenaleyh ihsan olunan hidayet-i ilâhî’nin muhafaza ve bekâsı için ısrarla Rabb’ül-âlemin’e iltica edilmelidir:
“Ey Rabb’imiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kâlplerimizi saptırıp döndürme. Bize kendi nezdinden bir rahmet ver. Şüphesiz ki bağışı en çok olan sensin.
Ey Rabb’imiz! Geleceği şüphe götürmeyen bir günde sen insanları mutlaka toplayacaksın. Şüphesiz ki Allah sözünden dönmez.” (Âl-i imrân: 8-9)
“Allah bana yeter, O’ndan başka ilâh yoktur, O’na tevekkül ederim, O büyük arşın sahibidir.” (Tevbe: 129)
“Ey Rabb’im! Bağışla, merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.” (Müminûn: 118)
“Ey Rabb’im! Fesatçılara karşı bana yardım et!” (Ankebût: 30)
“Ey Rabb’im! Ben nefsine zulmettim, beni bağışla.” (Kasas: 16)
“Ey Rabb’im! Doğrusu bana indireceğin hayra muhtacım.” (Kasas: 24)
“Ey Rabb’im! Beni yalnız bırakma! Sen vârislerin en hayırlısısın.” (Enbiyâ: 89)
“Ey Rabb’imiz! İnandık, bizi bağışla, bize merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.” (Müminûn: 109)
“Ey Rabb’imiz! Katından bize rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl!” (Kehf: 10)
“Ey Rabb’imiz! Nûrumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü sen her şeye kâdirsin.” (Tahrim: 8)
“Ey Rabb’imiz! Sana güvendik, sana yöneldik, dönüş sanadır. Ey Rabb’imiz! Bizi inkâr edenlerle imtihan etme, bizi bağışla! Yegâne gâlip ve hikmet sahibi ancak sensin.” (Mümtehine: 4-5)
“Ey Rabb’imiz! Bize dünyâda iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver. Bizi cehennem azabından koru.” (Bakara: 201)
“Ey Rabb’imiz! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih eder, kemâl sıfatları ile tavsif ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Alîm ve Hakîm olan ancak sensin.” (Bakara: 32)
“Ey Rabb’imiz! Bizi zâlimler güruhu ile sınama ve bizi rahmetinle kâfirler güruhundan kurtar!” (Yunus: 85-86)
“Ey Rabb’imiz! Bizi ve iman ile daha önce bizi geçmiş din kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde inananlara karşı hiçbir kin bırakma.
Ey Rabb’imiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli çok merhametlisin.” (Haşr: 10)
Enes -radiyallahu anh- buyurur ki:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duâyı çok yapardı:
“Ey kalpleri çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl!”
Ben bir gün kendisine:
“Yâ Resulellah! Biz sana ve senin getirdiklerine inandık. Sen bizim hakkımızda korkuyor musun?” dedim.
Bana şöyle cevap verdi:
“Evet! Kalpler, Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği tarafa çevirir.” (Tirmizî: 2141)
•
Abdullah bin Amr bin el-Âs -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle duâ ederlerdi:
“Ey kalpleri çeviren Allah’ım! Kalplerimizi senin taatına çevir.” (Buhârî)
•
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle duâ ederdi:
“Ey Rabb’im! Bana yardım et, aleyhime yardım etme! Beni muzaffer kıl, aleyhime zafer verme! Lehime tertip kur, aleyhime kurma! Bana hidayet et ve hidayeti bana kolaylaştır! Üzerime saldırana karşı bana yardım et!
Ey Rabb’im! Beni sana çok şükreden, seni çok zikreden, senden çok korkan, sana pek çok itaat eden, senin için eğilen ve sana yönelerek yakarışta bulunanlardan eyle!
Ey Rabb’im! Tevbemi kabul eyle, günahlarımı yıkayıver, duâmı kabul buyur, delilimi sabit kıl, dilimi doğru kıl, kalbime hidayet et, göğsümün kin ve hasedini çıkar.” (Tirmizî: 3551)
•
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz namaz için kalktığında şu duâyı okurdu:
“Ey Allah’ım! Melik ancak sensin. Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Sen benim Rabbimsin, ben de senin kulunum. Ben nefsime zulmettim, günahlarımı da itiraf eyledim, benim bütün günahlarımı bağışla. Çünkü günahları senden başka affedecek yoktur. Beni ahlâkın en güzeline hidayet buyur, ahlâkın en güzeline senden başka hidayet edecek yoktur. Kötü ahlâkı benden def eyle, onu senden başka benden def edecek yoktur. Senin emrine tekrar tekrar icabet eder, dinine tekrar tekrar tâbi olurum. Bütün hayırlar senin kudret elindedir. Kötülük sana âit değildir. Varlığım seninledir, sonu da sana müntehîdir. Mubâreksin, yücesin, senden mağfiret diler, sana tevbe ederim.” (Müslim: 771)