Muhterem Okuyucularımız;
Bu zaman seyyiat zamanıdır, bu devir deccâliyat devridir. Âhir zamandan olan bugün artık fitne ve fesadın alabildiğine çoğaldığı, İslâm dininin dışına çıktığı halde dindenmiş gibi görünüp, dinden konuşup müslümanları Hakk din olan İslâm’dan uzaklaştırmak isteyen, halkın zihinlerini bulandıran sahte ve yalan yanlış emellerine alet edenlerin birbiri ardına çıktığı bu devirde bütün bunların âkıbetlerinin ne olduğuna bir bakın!
Cenâb-ı Hakk’a şükürler olsun ki; bu sûret-i hakk’tan görünenler, din-i İslâm’ı ifsat etmek için, tahrip ve tahrif etmek için gerek televizyonlarda, gerekse gazeteler vasıtasıyla, gerekse kurdukları vasıtalarla var güçleriyle çalışmalarına rağmen durumları meydanda, ne oldukları, ne için çalıştıkları ortaya çıktı.
Din kurucularını Allah-u Teâlâ nasıl kuruttu, nasıl yıktı, neler yaptılar, neler oldu.
“Bir de görürsünüz ki bâtıl yok olup gitmiştir.” (Enbiyâ: 18)
Bu Âyet-i kerime bütün din kurucuların sihirlerini bozmuş atmış, küfre kaydıkları meydanda kalmıştır.
Hülasâ hükümleri kalmadı, isimleri kaldı...
Ey insanlar! Bunlar koyun postuna bürünmüş kurtlardı. Bunları size tanıtmak için çok çalışıldı. Biz zamanında bunların bir bir içyüzlerini size arzederdik.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Fâsıka yardım eden İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” buyururdu. (Münâvî)
Bunu size her fırsatta arzederdik. Bu din kurucuların gayesi İslâm’ı yıkmaktı, kendi dinlerini İslâm dalları ile süsleyip yaşatmaktı.
İşte bu sahtekârlarla bu şekilde mücadele edildi, Allah-u Teâlâ lütfetti ve bunların hepsini yere serdi.
Ey insanlar! Bunu düşünüp hâlâ Cenâb-ı Allah’a şükür, bize teşekkür etmeyecek misiniz?
Zira bu soygunculardan sizi kurtardık. Bir taraftan dininizden, bir taraftan maddenizden alıyorlardı. Her biri kendi dinine çekmekle İslâm’dan çıkıyordunuz. Bütün kazandıklarınızı rahatça alıyorlardı hiç sesiniz çıkmıyordu.
Şimdi artık ne dininizden alıkoyan var, ne de kazandığınızı elinizden alan var.
Bütün gayemiz iman kurtarmaktır, müslümanların bu hak yoldan çıkmışların peşine düşmemesidir. Zira onların peşinden giden imanını kaybeder, imansız olur. Aralarına iltihak edip karıştığı anda, onlarla cehennemin alt tabakasına gideceği muhakkaktır.
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Allah-u Teâlâ’nın sevdiği, seçtiği o bir fırka, kıyamete kadar mevcuttur. Onlar Allah ve Resul’ünün yolunda sırat-i müstakim üzerindedirler. Cennet-i alâ’sını, âhiret nimetlerini o bir fırkaya hasretmiştir. Onlar Allah ve Resul’üne dâvet ederler. Gönüllere Allah ve Resul’ünün muhabbetini sokmaya gayret ederler. İnsanları arındırıp rızâ yolunda birleştirmeye çalışırlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde bu bir tâifeye işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ümmetimden bir tâife, kıyamet kopuncaya kadar Allah’ın yardımı ile muzaffer olmakta devam edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar veremeyecektir.” (Tirmizî)
Bundan önceki dört sayımızda elimizden geldiği kadar o yetmiş iki fırkanın icraatlarını ve âkıbetlerini arzetmiştik. Bunlar dalâlet ehli idi.
Bu sayımızda ise o bir fırka olan Hakikat ehlinin icraatlarını ve onlara olan Allah-u Teâlâ’nın vaad-i Sübhâni’sini arzedeceğiz. Cennet-i âlâ ve nimetlerini Allah-u Teâlâ o bir fırkaya hasrediyor. Bu fırkanın yüzü suyu hürmetine diğerleri dünyada istifade ediyor.
Allah-u Teâlâ’nın sevdiği seçtiği kullardır. Onların kimisi peygamberlerle, kimisi sıddıklarla, kimisi şehitlerle, kimisi sâlihlerle beraber olanlardır.
Bu meyanda şehitlerin faziletlerini ve şehidin kim olabileceğini de arzetmiş olacağız.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashâb’ımın yolunda olanlardır.” (Ebu Dâvud)
Bu bir fırka Resulullah Aleyhisselâm tarafından “Fırka-i Nâciye” yani “Kurtulmuş Fırka” lâkabıyla müşerref kılınmıştır. Bu kalpleri diri hakikat erleri, Resulullah Aleyhisselâm’ın, Ashâb-ı kiram’ın, Selef-i salihîn’in yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakim’den bir an bile ayrılmamışlardır. Bugüne kadar da bu âlî himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bid’atçıların, ehl-i dalâletin iğvâ ve saptırmalarından korumuşlardır.
Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu büyüklerden istifade etmişler, feyz almışlardır.
Allah-u Teâlâ bu Nur sahipleri vekillere öyle büyük lütuflarda bulunmuş ki; onları zâtına çekmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet nurlarıyla nurlandırmıştır.
Onlar da Allah-u Teâlâ’ya gönülden bağlanmışlar, hükmü Hakk’tan beklemişler, daima ilticâ hâlinde olmuşlar, fazl-ı ilâhî’ye ve feyz-i samedânî’ye bağlılık halinde bulunmuşlardır.
Allah-u Teâlâ’nın tevfiki, onların refikidir. Tefrika ve çekişmelerden, muhalefet ve ihtilâflardan kurtuldukları için bütün mahlûkata şefkat ve merhamet nazarıyla bakarlar.
Onların ilmi mükâşefât ve müşâhedât ilmidir, ilâhî ilhama dayanan bir ilimdir. Nakli ve akli delillerle teyid olunmuştur. Onların hâl ve ahvâllerini, ilim ve irfanlarını kelime ve kalıplara sığdırmak mümkün değildir.
Onlar gerçekten Allah yolunu bulan kimselerdir. Gidişleri, gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.
Niçin? Çünkü onlar Habibullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiatıyla tabiatlanmışlar, onun boyası ile boyanmışlardır.
Onlara düşmanlık eden veya haklarında suizan besleyen kimse, farkına bile varmadan helâk olur. Çünkü onların üzerine titreyen bir Allah-u Zülcelâl vardır. Onlar Hakk’ın yardımına ve desteğine mazhardırlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Onlar Allah-u Teâlâ’nın bütün emir ve nehiylerine dikkat ederler.
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)
Âyet-i kerime’si mucibince emir doğrultusunda istikamette yürürler. Beşeriyete güzel birer numune olurlar. Nasipdar olanlar onlardan numune alır, Hakk’ı ve hakikati bilir ve bulur.
Bu fırka yok denecek kadar azdır, fakat gerçek müslümanlar da bunlardır.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Rabb’in dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı, fakat onlar hâlâ ayrılıktadırlar.
ANCAK RABB’İNİN RAHMETİNE NÂİL OLANLAR MÜSTESNÂDIR. (ONLAR BU İHTİLÂFIN DIŞINDA KALMIŞLARDIR.)” (Hûd: 118-119)
Allah-u Teâlâ kime rahmet etmişse, ihtilâfa tefrikaya düşmemişlerdir.
Âyet-i kerime’nin devamında ise şöyle buyuruluyor:
“ESASEN ONLARI BUNUN İÇİN (RAHMET ETMEK İÇİN) YARATMIŞTIR.
Rabb’inin: ‘Andolsun ki ben cehennemi cinlerle ve insanlarla dolduracağım!’ sözü tamamen yerine gelmiştir.” (Hûd: 119)
Onlar Allah ve Resul’üne dâvet ederler. Gönüllere Allah ve Resul’ünün muhabbetini sokmaya gayret ederler. İnsanları arındırıp rızâ yolunda birleştirmeye çalışırlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde bu bir tâifeye işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ümmetimden bir tâife, kıyamet kopuncaya kadar Allah’ın yardımı ile muzaffer olmakta devam edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar veremeyecektir.” (Tirmizî)
Ümmet-i Muhammed’in yetmiş üç fırkaya ayrılacağını beyan eden Hadis-i şerif mucibince, kurtulan o bir fırkanın içinde de Allah-u Teâlâ’nın vazifedar kıldığı kimseler vardır.
Gerçek vazifedarlar her zaman için mevcuttur ve fakat fesad zamanında tamamen belli olacaktır.
Eskiden âlim çoktu. Herbiri vazifesini yapıyordu. Şimdi ise gerçek âlim yok oldu. Hakikati söyleyen ise pek azdır.
•
Sayıları az da olsa sapıklığa karşı çıkan, şeytana ve nefsin arzularına muhalefet eden bir zümre her zaman için mevcuttur.
Sapıklığı tercih edenlerin dışında şeytanın hiç kimseyi yoldan çıkaramayacağına dair Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Bana varan doğru yol işte budur. Benim hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz.
Ancak sana uyan azgınlar bunun dışındadır.” (Hicr: 41-42)
Bu Âyet-i kerime’lerden açıkça anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in cehennemlik olduklarını haber verdiği bu “Yetmiş iki Fırka” şeytanın hizmetindedirler.
Bu yetmiş iki fırkanın birine sapanların felâketlerini ve cehennemdeki azaplarını görüyoruz. O bir fırkanın da saâdet ve selâmetlerini görüyoruz. Bu ilâhî hükümleri görmüş oluyoruz.
Kimi o bir fırkayı seçer, selâmete erer. Kimi o yetmiş iki fırkadan birini seçer felâkete düşer.
•
Kalplerine iman yerleşmiş olan hakiki müminlerdir ki, ancak onlar Allah-u Teâlâ’nın âyetlerini tasdik ederler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Bizim âyetlerimize ancak o kimseler inanır ki, onlar kendilerine hatırlatıldığı zaman derhâl secdeye kapanırlar. Büyüklük taslamadan Rabb’lerini hamd ile tesbih ederler.” (Secde: 15)
Kendi ibadet ve taatlerini de ihlâs ve sadâkatle yaparak, bundan dolayı gurura kapılmazlar.
“Ve kendilerine Rabb’lerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.” (Furkân: 73)
Âyet-i kerime’ler ve onlardaki derin mânâlar onları derinden etkileyerek harekete geçirir. Kendilerine emredileni yaparlar, nehyedilenden kaçınırlar.
“Kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman, bu onların imanlarını artırır.” (Enfâl: 2)
Bilgi ve ibadet delilleri arttıkça, iman da taklitten çıkıp tahkik özelliği kazanmaya başlar.
“Rabb’lerinden korkanların bu Kitap’tan derileri ürperir.” (Zümer: 23)
Çünkü Kur’an-ı kerim Allah-u Teâlâ’nın azap ve ikabından haber vermektedir. Rabb’lerinin rızâsından mahrum olmaktan ve azabından korktukları, Kelâm-ı kadim’ine saygı gösterdikleri için müminleri bir korku sarar ve kendilerini bir ürperme alır.
“Sonra hem derileri, hem de kalpleri Allah’ın zikrine yumuşar ve yatışır.” (Zümer: 23)
Hemen Hazret-i Allah’ı hatırlarlar, boyun bükerler, zikirle fikirle meşgul olurlar ve bu suretle nurlanırlar, hayatlarına nizam ve intizam vermeye çalışırlar.
Allah-u Teâlâ onları zâtına yaklaştırmış, Hakk’a tekarrüb etmişler, O’nun dostluğunu ve hoşnutluğunu kazanmışlar, muhsinler vasfını almışlardır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah o kimselerle beraberdir ki, onlar takvâ sahibidirler ve onlar öyle kimselerdir ki muhsinler vasfını almışlardır.” (Nahl: 128)
Bu gibi kimselerin gerçek velisi Allah-u Teâlâ’dır. Bu, hususi bir beraberliğin ifadesidir.
“Allah dilediği kulunu Zât’ına seçer.” (Şûrâ: 13)
Bir Hadis-i şerif’te Allah-u Teâlâ’nın bu kullarını şöyle beyan ettiği haber verilmektedir:
“Allah-u Teâlâ ve melekleri, semâvât ehli, deliğindeki karıncaya, denizdeki balıklara varıncaya kadar arz ehli, insanlara hayrı öğretene mağfiret duâsında bulunurlar.” (Tirmizî)
Bu Hadis-i şerif’e şöyle bir dikkat edin. Allah-u Teâlâ; meleklerine, bütün semâvât ehline, deliğindeki karıncaya, denizdeki balıklara varıncaya kadar bütün arz ehline bunları duyurmuştur. Fakat insan onlardan ne kadar gâfil? İşte Hadis-i şerif! Her şey onu tanır ve onun için mağfiret duâsında bulunurlar.
Allah-u Teâlâ onları sevdiğinden ötürü “Ebrar” haline koymuş ve bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak ki Ebrar’ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir.”
Tasavvur buyurun Allah-u Teâlâ’nın onların üzerinde ne kadar sevgisi var.
Bunun temsilini arzedelim:
Gurbette bulunan bir oğul annesine kavuşmayı ister, amma annesi oğluna kavuşmayı daha çok ister.
Allah-u Teâlâ diğer bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:
“Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim.
Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibadetleri yapmasıdır. Nâfile ibadetlerle de bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim.
Sevince de artık onun duyan kulağı olurum, o benimle işitir.
Gören gözü olurum, o benimle görür.
Eli olurum, o benimle dokunur.
Ayağı olurum, o benimle yürür.
(Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle konuşur.)
Ne dilerse onu yerine getiririm.
Herhangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu muhafaza ederim.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)
Onlar Allah-u Teâlâ’nın has kulları olduğu için:
“Bu benimdir, ona dokunmayın, ona dokunursanız bana dokunmuş olursunuz.” buyuruyor.
Allah-u Teâlâ onları muhafaza eder, onları kendi hallerine bırakmaz.
Diğer bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:
“Kim benim bir veli kulumu korkutursa, bana harp için meydan okumuş gibi olur. Mümin kulum bana, üzerine farz kıldığım ibadetlerle yaklaştığı gibi hiçbir şeyle yaklaşamaz.
Mümin kulum nafile ibadetlere devam eder ve nihayet ben onu severim. Kimi de seversem onun için kulak, göz ve (ona güç veren) arka olurum. Benden bir şey isterse ona verir, bana duâ ederse, ona icâbet ederim. Yaptığım hiçbir işte, mümin kulumun ruhunu almak hususunda tereddüt ettiğim gibi tereddüt etmedim. O ölümden hoşlanmaz, ben de ona kötülük etmekten hoşlanmam, ancak bu da mutlaka olacaktır.
Mümin kullarımdan bir kısmı bazı ibadetlere zevkle dalar, fakat ben onu ondan alıkorum ki kalbine kendini beğenme hali girip de onu ifsad etmesin.
Bazı kullarım vardır ki, onlara ancak zenginlik yaraşır. Şayet onu fakirleştirirsem (bu fakirlik) onu yoldan çıkarır.
Bazı kullarım vardır ki, ona ancak fakirlik yaraşır. Eğer ona bol rızık versem, bu onu yoldan çıkarır.
Öyle kullarım vardır ki, ona ancak sağlık yaraşır. Şayet onu hastalandırırsam, bu onu yoldan çıkarır.
Öyle kullarım vardır ki, ona ancak hastalık yaraşır. Eğer onu sağlığına kavuşturursam, bu onu ifsad eder.
Şüphesiz ki ben kullarımın kalblerindekileri bilerek onları idare ederim. Muhakkak ki ben her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olanım.” (Kenzü’l-ummâl)
Allah-u Teâlâ bir kulunun zengin olmasını şundan ister. Zengin olursa çalışma ihtiyacını duymaz, gönlünü Allah-u Teâlâ’ya verir, ibadetini huzurla yapar. Zengin kullarını bunun için koymuş.
Meselâ İbrahim Aleyhisselâm, Süleyman Aleyhisselâm ne kadar zengindi, İsa Aleyhisselâm ne kadar fakirdi, Eyüb Aleyhisselâm ne kadar hasta idi
Allah-u Teâlâ kıyamete kadar gelecek kullarına bir delil olarak, numune olarak bunları beşeriyet sahasına koymuştur.
•
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu gibi kimseler hakkında bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın kullarından öylesi vardır ki, şöyle olacak diye yemin etse muhakkak Allah onun yeminini yerine getirir.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1186)
Allah-u Teâlâ’nın bu has kulları her zaman için mevcuttur.
Farz-ı muhal ki iki arkadaşın var. Birisi gayet sâdık bir dost, hiçbir zaman arkadaşlığından inhiraf etmiyor. Böyle arkadaşlara; “Ne kadar sâdık!” denir.
Bir arkadaş böyle olursa, ya bir kul mahlûk olduğu halde Hâlik’ine sadâkatini ibraz ederse durumu ne olur? Allah-u Teâlâ: “Bu benim sâdık kulumdur.” der, onun her işini halleder.
“Sâlihlerin işlerini O görür.” (A’râf: 196)
Âyet-i kerime’si onlara mahsustur, artık onun işini O görür.
Onlar O’nu bilirler, O’ndan gayrısını bilmezler.
Onlar;
“Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” (Bakara: 107)
Âyet-i kerime’sine gönülden inanmışlardır.
“Allah dilediğini yardımı ile destekler.” (Âl-i İmrân:I3)
İşte bunlar Allah-u Teâlâ’nın tuttuğu, lütfu ile desteklediği kullarıdır.
“Lütuf ancak Allah’ın elindedir. Onu ancak dilediği kimselere verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Hadîd: 29)
Böyle mümtaz kullarını dilediği kemâlâta nâil, ulvî makamlara vâsıl buyurur.
“Hamd olsun Allah’a, selâm olsun O’nun beğenip seçtiği kullarına.” (Neml: 59)
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın tasarrufundadırlar, bunları O idare eder ve kendi katından ilim ihsan eder.
Bunlar Hakk’ı bilir, Hakk’tan olduğunu görür, kendilerini bilmez. Bunlar Hakk’ta fâni olanlardır. Zira bunlar Mârifetullah ehlidirler.
Rabbânîler’in gerçek mânâsı şudur ki; onların özünde Allah var. Sözleri de sadece Allah ve Resulullah’tır.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseler hakkında Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah dilediğini yardımıyla destekler.” (Âl-i imrân: 13)
Bunlar doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ’nın yardımıyla desteklenen kimselerdir. Onların yalnız suretleri var, gerçekte ise içlerinde Allah ve Resulullah mevcuttur.
Allah-u Teâlâ’ya yakın olan Mukarreb kulların her işi Hakk iledir, onların yaşayışları mânevîdir, içtendir. Çünkü onların içinde Hakk var.
Herşeyin bir özü vardır. Dağların özünde elmas var, Kâbe-i muazzama’nın özünde Hacer-i esved var, insanın özünde ise Hazret-i Allah var.
İnsan-ı kâmil’in âlem-i ekber oluşunun sebebi budur.
Onun içindir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sâdıklarla beraber olunuz!” diye emir buyurmaktadır. (Tevbe: 119)
Bu emr-i şerif’te çok büyük esrar vardır.
Gerçek Mürşid-i kâmil, mürşid-i hakiki olan Allah-u Teâlâ’yı bilir, kendisinin bir resimden ibaret olduğunu da bilir. Bir paçavradan ibaret olduğunu hem gözü ile görür, hem bilir. Allah-u Teâlâ murad ederse o paçavrayı kullanır, dilediğinin gönlünü siler.
Bir maskeden ibaret olduğunu hem görür, hem bilir.
Bunlar Hakk’ı bilenlerdir. Onlardan başka bunu bilen ve gören olmaz.
•
Allah-u Teâlâ lütfundan, ikram ve ihsanından olarak, Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz’den sonra da vekillerini gönderdi ve onları da peşpeşe gönderdi.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Onlardan bir kısmı da Allah’ın izniyle hayır yarışlarında öncü olanlardır.” (Fâtır: 32)
Hayır yarışlarında öne geçenler ümmet-i Muhammed’e yol gösterici olur. İşte asıl vâris-i enbiyâ olan öncüler bunlardır.
“İşte bu, büyük bir fazl-u keremin tâ kendisidir.” (Fâtır: 32)
Bunlar Resulullah Aleyhisselâm’ın hem nurunu, hem de vekâletini yani emanet-i ilâhî’yi taşır. Hazret-i Allah’ın tecelliyatgâhı olan insan-ı kâmil’dir. İlimleri vehbidir, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’dan gelir.
“Sonra biz o kitabı kullarımızdan beğenip seçtiklerimize miras bıraktık.” (Fâtır: 32)
Bunlar nadiren gelenlerdir, yüz senede bir defa gelirler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.
Hepsi de ayrı ayrı gönderilmişlerdir.
•
Allah-u Teâlâ öncüleri tasvir ederken, onların büyük bir kısmının öncekilerden, bir kısmının da sonrakilerden olduğunu beyan buyurmaktadır.
“Onların büyük bir kısmı eski ümmetlerdendir. Bir kısmı da sonrakilerdendir.” (Vâkıa: 13-14)
Önceki ümmetlerden öncülerin çok olması, bütün nebi ve resulleri içine alması sebebiyledir. Çünkü Âdem Aleyhisselâm’dan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zamanı saâdetlerine gelinceye kadar yüz yirmi dört bin peygamber gelip geçmiştir.
Binaenaleyh “Kimi öncekiler”den maksat, geçmiş ümmetlerdir, sonrakiler ise bu ümmettir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Bizler en sonra gelmişken, kıyamet gününde en başa geçecek olanlarız.” (Buhârî)
Bu sâbikûn yani öncüler Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın nurunu ve vekâletini taşıyan mukarreblerdir. Bunlar mârifetullah ehlidir.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Her asırda benim ümmetimden ‘Sâbikûn=önde gelenler’ vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki ilâhî inâyet ve merhamet o kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için geleceği tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır.” (Nevâdirül-usûl)
Enbiyâ-i izam Hazerâtı ümmetlerini kati delillerle Allah yoluna dâvet ettikleri gibi, Vâris-i enbiyâ olan ümmetin seçkinleri de halkı Hakk’a dâvet ederler.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” (Buhârî)
Nübüvvetin üstünde hiçbir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, onu dilediği vazifede memur kılar. Her birisini ayrı vazifelerle, ayrı bilgilerle, ayrı tecelliyatlarla ayrı ayrı göndermiştir. Birine verdiğini diğerine vermemiştir.
Onların tebliği daima kati delillere dayandırıldığından, onları yıkmak ve çürütmek imkânsızdır. Zanlarıyla karşı çıkanlar her zaman için zelil düşmüşlerdir.
Onlar şu Âyet-i kerime’nin lütuf tecelliyatına mazhardırlar:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’râf: 181)
Onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu taşıyanlar ve Allah-u Teâlâ’nın kudsî ruh ile desteklediği kimselerdir.
Onlar hem ahkâm-ı ilâhiyi tebliğ ederler, hem de Allah-u Teâlâ’nın onlara hususi duyurduğu ilmi yayarlar.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i imrân: 110)
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretlerimiz bir mektuplarında şöyle buyurmaktadır:
“Dünyaya gönül kaptırmayan, makam-mevki, şöhret, mal, riyâset sevdasında olmayan din âlimleri, âhiret âlimleridir. Peygamberlerin vârisleridir. Halkın, en iyileri en faziletlileri de bunlardır.
Yine bu zâtlar:
“Kıyamet günü ulemânın mürekkepleri, şehidlerin kanları ile tartılacak ve bunların mürekkepleri ağır gelecektir.”
Ve:
“Âlimin uykusu ibâdettir.”
Hadis-i şerif’leri ile methedilmişlerdir.
Ahiretin güzelliğini anlayan, dünyanın çirkinliğini gören onlardır. Bunun için âhirete bekâ nazarı ile bakmışlardır. Fâni dünyaya hiç iltifat etmemişlerdir.
Ahiretin azametini müşâhede etmek, Hakk Celle ve Alâ’yı müşâhedenin bir semeresidir. Ahiretin büyüklüğünü anlayan da dünyaya hiç kıymet vermez. Çünkü dünya ile âhiret birbirinin zıddıdır. Birini râzı edersen, öteki gücenir. Dünya aziz ise âhiret zelildir, dünya hakir ise âhiret azîzdir. Her ikisini birden azîz tutmak olamaz. İki zıd şey bir araya getirilemez.
Nefislerinin esaretinden tamamen kurtulan meşâyihten bazıları, Hakk’a dayalı bir niyetle dünya ehli suretinde görünmüşlerdir. Bu zatları zâhirde dünyaya karşı istekli görürsünüz. Aslında onların dünya ile kalbî bir ilgileri yoktur.
Şu Âyet-i kerime onları anlatır:
“Öyle erler vardır ki, onları ne bir ticâret ne de bir alış-veriş zikrullahtan alıkoyamaz.” (Nûr: 37)
Dünyaya bağlı görünürler, halbuki kalben bağlılıkları yoktur.
Hâce Bahâeddin Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretleri buyuruyor ki:
‘Mina pazarında genç bir tâcir gördüm. Elli bin dinara bir ticaret yaptı. O esnâda kalbi Allah-u Teâlâ’dan bir an bile gâfil değildi.’” (33. Mektûb)
Allah-u Teâlâ dünyayı geçim uğrunda çalışma ve gayret, mihnet ve meşakkat, imtihan ve ibtilâ yeri; âhireti ise mükâfat ve mücâzat yeri olarak yaratmıştır.
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk: 2)
“Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur ve çalışması ileride görülecektir.” (Necm: 39-40)
Her müslümanın kendisine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar helâlinden kazanması farzdır. Çünkü bir müslüman, görevlerini kazanç sayesinde yerine getirebilir. Niyeti iyi olursa aynı zamanda sevap da kazanır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Uykunuzu bir dinlenme yaptık, geceyi bir bürgü yaptık, gündüzü ise geçiminize elverişli kıldık.” (Nebe: 9-10-11)
Uyku ve gece; gündüz çalışmak için dinlenme zamanı olduğu gibi, uyanıp gündüz çalışmak da geçim temin etmeye vasıtadır. Allah-u Teâlâ tarafından insana tahsis edilmiştir.
“Yeryüzünde sizin için geçimlikler yarattık.” (Hicr: 20)
Yemek, içmek ve ticaret yapmak gibi hususlarda yeryüzünde bir çok nimetler ve maişetler halketmiştir.
“Size yeryüzünü boyun eğdiren O’dur. Öyleyse yeryüzünde dolaşın. O’nun verdiği rızıktan da yiyin.
Nihayet dönüş O’nadır.” (Mülk: 15)
İnsanın ondan yararlanmasını elverişli kılmış, onun her bölgesine her tarafına çeşitli kazanç yolları aramak ve ticaret yapmak üzere gidip gelmelerini tavsiye buyurmuş, rızkını elde etmek için gerek duyacağı her şeyi yeryüzünde var etmiştir.
“Yeryüzüne dağılın ve Allah’ın fazlından nasibinizi arayın.” (Cum’a: 10)
Çünkü rızık O’nun elindedir. Çalışanın çalışmasını zâyi etmez, isteyenin ümidini boşa çıkarmaz.
“Dünyadan da nasibini unutma!” (Kasas: 77)
Cenâb-ı Fahri Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Çalışarak kazanç sağlama yollarını aramak her müslüman üzerine bir farzdır.”
“Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış.” (İbn-i Asakir)
Çalışırken ve kazanırken kişinin niyeti, ahiret işlerini rahatlıkla ve kolaylıkla yapmak olmalıdır.
•
İslâmiyet bir lokma ve bir hırka ile yetinmeyi emreden bir din değildir. Meskenet ve tembelliği, dilenciliği, başkasına yük olmayı... şiddetle yasaklamıştır.
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere bütün büyükler çalışmayı ihmal etmemişlerdir.
Âdem Aleyhisselâm buğday eker, onu hasat eder, harmanda döver, öğütür, un ve ekmek yapardı. İdris Aleyhisselâm terzi, Nuh Aleyhisselâm ve Zekeriyâ Aleyhisselâm marangoz, Dâvud Aleyhisselâm demirci, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise tüccar idiler.
Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazeratı’nın her birisi bir işle meşgul oldular. Çünkü kişinin yediğinin en temiz olanı kendi kazancından olanıdır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çalışkan insanları çok sever, tembellikten hoşlanmaz ve dilenciliği sevmezdi.
Bir gün Ashâb-ı kiram’ı ile oturuyorlardı. Gücü kuvveti yerinde bir delikanlının sabahın erken saatinde oradan geçtiğini gördüler.
Ashâb: “Yazık buna! Eğer kuvvet ve gençliğini Allah yolunda sarfetmiş olsaydı, ne iyi olurdu!” dediler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunun üzerine buyurdular ki:
“Öyle söylemeyiniz. Şayet o, küçük çocuklarının rızkını temin için yola çıkmışsa Allah yolundadır. Kendisini helâl yollardan beslemek için yola çıkmışsa yine Allah yolundadır. Amma riyakârlık ve övünmek için yola çıkmışsa işte o zaman şeytan yolundadır.” (Taberânî)
Huzur-u saâdetlerine bir gün bir cemaat geldi. Söz sırasında: “Yâ Resulellah! Memleketimizde sulehadan bir zât var, gündüzleri oruçla geceleri namaz ve zikrullahla meşgul oluyor.” dediler. Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun yiyecek ve içeceğini kimin temin ettiğini sordu. “Biz hepimiz...” cevabını alınca:
“Öyle ise hepiniz ondan üstünsünüz.” buyurdu.
Bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Sizin hayırlınız dünyası için âhiretini, âhireti için dünyasını terk etmeyip her ikisi için çalışan ve halkın başına yük olmayandır.” buyuruyorlar. (Câmiu’ssağir)
Dünya gerçekten muvakkat bir zaman içindir, günleri mahduttur, itimada şayan değildir, geçicidir, gönül bağlamaya değmez.
Lâkin ebedî bir hayatın ekim tarlası olduğu için çok kıymetlidir, çok muhteremdir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Dünya ahiretin tarlasıdır.” buyururlar. (Münâvî)
Eğer insan gönderiliş sebebini lâyık-ı veçhile bilirse, gece-gündüz o tarlayı ekmek için çalışır. Böylece hem dünya saâdetine hem ahiret selâmetine nâil olur, hem de kendisini cehennem azabından muhafaza etmiş olur.
Allah-u Teâlâ dünya nimetlerini, dostları olan müminlere has kılmıştır. İnanmayanlar her ne kadar ortak olsalar da, bu nimetler dünya hayatında Allah’a inanan ve ibadet edenler için yaratılmıştır. Kıyamet günü ise sadece onlara tahsis edilecek, inanmayanlardan hiç kimse bu nimetlere eremeyeceklerdir. Zira cennet kâfirlere haram kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Resul’üm! De ki: Allah’ın, kulları için yarattığı süsü ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmış?
De ki: Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde ise yalnız inananlara tahsis edilmiştir.
İşte biz bilen kimseler için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (Â’râf: 32)
O ziynetlerin o temiz yiyeceklerin başlıcası, müminlerin istifadesi için yaratılmıştır. Mümin olmayanların bunlardan bu dünyada istifade etmeleri ise geçici bir zamandır. Ahirette bu nimetlere iştirak edemeyecekleri gibi, bir çok cezalara ve azaplara maruz kalacaklardır.
Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki dünyadan el etek çekmek esas değildir. Müslümanların meşru surette dünyadan faydalanması gerekir.
“Ahiret de dünya da Allah’ındır.” (Necm: 25)
Allah-u Teâlâ’nın rahmet hazinelerinin sonu yoktur. O’nun dünyevî ve uhrevî bütün nimetleri birer saâdet vesilesidir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Sizin yanınızda olanlar tükenir, Allah katında olanlar ise bâkidir, tükenmez.
Sabredenlerin karşılığını, yaptıklarının en güzeli ile vereceğiz.” (Nahl: 96)
Onlar, yaptıkları hayırlı amellerin karşılığını âhirette almak için sabırla beklerler, sonsuz olanı geçici olana tercih ederler. Bunun içindir ki haram yollarla elde edebilecekleri her türlü kazancı reddederler.
Bu gibi kimseler bol bir rızka nail olurlarsa şükrederler, âhiret mükâfatlarına namzet olurlar. Dar bir rızıkla rızıklanırlarsa kanaat ederler kısmetlerine râzı olurlar, bunun için de âhiret mükâfatlarına namzet olurlar.
Mümin olarak amel-i sâlih işleyen herkesi, hoş ve güzel bir hayat ile yaşatacağına dair Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde buyurur ki:
“Kadın olsun erkek olsun, her kim mümin olarak sâlih amel işlerse, biz onu (dünyada) mutlaka çok güzel bir hayat ile yaşatırız. (Âhirette ise) mükâfâtlarını yaptıklarının en güzeli ile ödeyeceğiz.” (Nahl: 97)
Allah-u Teâlâ sadece ahirette değil, dünyada da huzurlu bir hayat bahşeder. Bu, iman edip sâlih ameller işleyenlere bir vaad-i Sübhânî’dir.
Mümin, insanın rızkı Allah-u Teâlâ’nın takdiri ve tedbiriyle olduğunu bildiği için, ilâhi taksime râzı olur, rızkı ne kadar az da olsa kalbi rahat eder. Kâfirin ise kanaatı olmadığından, rızkı ne kadar çok ve zengin de olsa kalp darlığından kurtulamaz.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İman edip amel-i sâlih işleyenlerin kötülüklerini elbette örteriz ve onlara yaptıklarının daha güzeli ile karşılık veririz.” (Ankebût: 7)
Allah-u Teâlâ’nın kendi dinini kendisinin koruyacağına dair açık bir fermanı var.
Âyet-i kerime’de:
“Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemeseler de, Allah nurunu tamamlayacaktır.” buyuruluyor. (Sâf: 8)
O zaman tamamladığı gibi bu gün de nurunu tamamlayacak ve onu kıyamete kadar muhafaza edecektir.
“Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber’ini hidayet ve hak din ile gönderen Allah’tır. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar.” (Tevbe: 33)
Peygamber’ini hak din ile gönderen Allah-u Teâlâ onun vasıtası ile dinini yüceltecek, şirk ve küfrü eninde sonunda perişan edecektir. Bu O’nun ilâhî bir vaadidir.
•
Yahudiler ve hıristiyanlar bu gelecek peygamberin kendi içlerinden gelmesini ve arzu ettikleri biçim ve şekilde olmasını istemişlerdi. Fakat bu istekleri Allah-u Teâlâ’nın katında hükümsüzdür. Ancak Allah-u Teâlâ hükmünü yürütür. Peygamber’ini hidayet ve hak ile gönderen Allah-u Teâlâ’dır. Binaenaleyh her türlü bâtıl fikir hükümsüzdür.
İslâm dini’nin diğer dinlerden üstün olması sadece Asr-ı saâdet’e mahsus olmayıp, kıyamete kadar bu hüküm geçerlidir.
Hâlen de hak dini bütün dinlere üstündür ve bütün dinlere hâkimdir.
İslâm dini nâzil olduğu zaman nasıl taptaze idiyse, kıyamete kadar da bu tazeliğini ve ciddiliğini muhafaza edecektir. O Allah-u Teâlâ’nın dinidir ve dimdik ayakta kalacaktır. Kur’an-ı kerim’in bir harfi bile değişmez, bir tek Âyet-i kerime’si inkâr edilmez.
Bir tek Âyet-i kerime’sini inkâr eden veya değiştirmek isteyen kim olursa olsun alenen kâfir olur. Onun kâfir olduğunu buradan tanırsınız. Zira ilâhi hükmü değiştirmek ve bozmak istediği için bu hâle düşmüş ve kâfir olmuştur.
Bu gibilerin bütün gayesi İslâm’ın, Hazret-i Kur’an’ın aslını bozmak ve halkı sapıtıp şaşırtmaktır.
•
Her zaman ve mekânda İslâm’ın geleceği gece değil gündüzdür, sönük değil parlaktır.
Arasıra basan gece zulmetleri, İslâm’ı dinlendirip tekrar uyandırmak içindir.
Allah-u Teâlâ müminlere, küfre karşı İslâm’ı muzaffer kılacağını, onları yeryüzünün mirasçıları yapacağını, beğenip seçtiği dinleri olan İslâm’ı güçlendirecek şekilde iktidar yapacağını ve üzerlerinde bulundukları korkuyu gidereceğini vâdetmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Allah içinizden iman edip de sâlih amel işleyenlere vâdetti ki, kendilerinden evvel gelenleri nasıl yeryüzüne hükümran kıldıysa, onları da yeryüzüne hükümran kılacak.” (Nûr: 55)
Allah-u Teâlâ Sâf sûre-i şerif’inin 8. Âyet-i kerime’sinde kâfirler istemese de nurunu tamamlayacağını beyan buyurmaktadır. Bu nur kıyamete kadar bakidir, aslâ söndürülemez. Allah-u Teâlâ en sonunda muzafferiyeti İslâm’a bahşedecektir.
Herhalde Âllah-u Teâlâ bu sapıtıcılardan, bu bölücülerden sonra, Din-i mübin’i kuvvetlendirecek birini gönderecektir. Ki önümüzde gelecek Hazret-i Mehdi ile İsa Aleyhisselâm’dır. Onların geleceğini bildirdiğimiz gibi, bu Âyet-i kerime’leri de bir bir açıklıyoruz.
Bu ise iman edenler için bir müjdedir, inkâr edenler için büyük bir sapıklıktır.
Allah-u Teâlâ bu dini seçmiş, bu Peygamber’i seçmiştir. Her ne kadar sapıtıcılar zuhur etse de nihayetinde İslâmiyet’e muzafferiyet bahşedecektir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Ve onlar için seçip beğendiği dinlerini kuvvetlendirecek, korkularını üzerlerinden kaldırdıktan sonra muhakkak emniyete kavuşturacak.” (Nûr: 55)
Günümüzde İslâm’ı zayıf düşürmeye çalışıyorlar.
İslâm bir zaman için büsbütün boğulmaya çalışılacak, büyük sıkıntılara maruz kalınacak. Şimdi böyle gidiyor, ancak kötü gidiyor. Deccal’in devrinde ise çok büyük sıkıntılar olacak. Müslümanlar büyük bir ezginlik, büyük bir kahır altında inledikleri bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği, seçtiği bu sâlih kullarının korkularını kaldıracak ve onları felâha erdirecek. Onlar için bu bir imtihan ve ibtilâdır. Allah-u Teâlâ’nın bu has kulları kendisi için yarattığı kullarıdır.
“Öyle ki, bana ibadet etsinler, bana hiçbir şeyi ortak koşmasınlar.” (Nûr: 55)
Bunlar az bir zümredir, fakat halis bir ümmettir. Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne gönülden bağlı olmuş, Allah-u Teâlâ’nın sevdiği seçtiği kimselerdir. Sayıları azdır, fakat çok seçkindirler.
Bunlar İsa Aleyhisselâm ile Mehdi Resul Hazretleri’nin maiyetine girecek olan az bir fırkadır. Ve bu fırka Allah-u Teâlâ tarafından korunacak, hiçbir kimse bunlara hiçbir zarar veremeyecektir.
Bütün bu beyan ve açıklamalardan sonra, kim ki bu hakikatleri inkâr ederse, yoldan saparsa, artık o kendi kendisini helâk etmiş olur.
“Kim de bundan sonra inkâr eder, nankörlük ederse; işte onlar yoldan çıkmış olanlardır.” (Nûr: 55)
Bu din Allah tarafından gönderilmiş bir dindir ve bütün heybetiyle, azametiyle ayaktadır. Kâfirler ağızlarıyla söndürmek isteseler de hiçbir zaman Allah’ın nûrunu söndüremezler. Ancak ayakta dimdik duran bu dine uyanlar saâdete ererler. Bu nûru ağızlarıyla söndürmek isteyenler de ebedî azaba düçar olurlar.
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecek ve o ahirette kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i imrân: 85)
Bu Âyet-i kerime Allah-u Teâlâ’nın İslâm’dan başka bir din arayanın dininin kabul edilmeyeceğine dair açık ferman-ı ilâhîsidir. Artık kişilerin din seçmesi, din kurması ancak nefsini ilâh edinmelerinden ötürüdür. Bunlar Hazret-i Allah’a ve Resulü’ne iman etmiş değillerdir. Onların yolu dalâlet, gidecekleri yer de cehennemdir. Çünkü yaptıkları iş Allah katında kabul ve makbul değildir.
Allah-u Teâlâ kendi peygamberine ve dinine yardımını değişik biçimlerde, değişik tezahürlerle sürdürecektir. İslâmiyet kıyamete kadar pâyidar olacaktır.
Bir kâfirin bir müslümana vereceği en büyük ceza, işkence yaparak veya idam ederek onu öldürmesidir.
Ve fakat Allah-u Teâlâ onu iman şerefi ile müşerref etmiş ise, şehâdet rütbesine ulaşarak ebedî saâdete ermesine vesile olur.
“Şehit” cennetlik olduğuna şâhitlik edilen kişi demektir. Allah yolunda öldürülen müminlerin ruhunu Allah-u Teâlâ’ya yükseltmek için birçok melekler hazır olur ve onun Allah yolunda öldürüldüğüne şâhitlikte bulunurlar.
Şehitlik Allah-u Teâlâ’nın mümin kullarına bahşettiği en yüksek mertebelerden birisidir. Kur’an-ı kerim’de on beş yerde şehitler övülmekte, Âyet-i kerime’lerde Allah yolunda hayatlarını fedâ etmekten çekinmeyen muhterem şehitlerin yüksek mertebeleri, ilâhî lütuflara mazhar kılındıkları, ruhânî bir haz içinde ebedî bir hayat ile berhayat oldukları haber verilmektedir:
“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın.” (Âl-i imrân: 169)
Bu hitâb-ı ilâhî her ne kadar Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ise de, kıyamete kadar gelecek bütün müslümanlara şâmildir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise:
“Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin.” (Bakara: 154)
Buyurularak onlara “Ölü” denilmesi yasaklanmıştır. Çünkü onlar Allah yolunda hayatlarını cömertçe fedâ ettiler. Onların diğer ölüler gibi olmadıkları apaçık bir gerçektir.
“Bilâkis onlar diridirler, Rabb’leri katında rızıklanmaktadırlar.” (Âl-i imrân: 169)
Bu Âyet-i kerime onların ölü zannedilmemesi hususunda kati bir delildir.
“Onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz.” (Bakara: 154)
Onlar fâni hayatı terk ederek ebedi bir hayata ermişlerdir. Kendilerine tahsis edilen yüksek makamlarda merzuk olmaktadırlar. Yerler, içerler, gezerler, dünyadaki hayatın kat kat fevkinde gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, akla hayale gelmedik bir hayat yaşarlar. Tasavvur buyurun ki Allah-u Teâlâ onlara nasıl bir hayat bahşetmiştir.
•
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Uhud savaşında kardeşlerimiz şehit olunca Allah onların ruhlarını yeşil kuşların içine yerleştirdi. Onlar cennet nehirlerinden içerler, meyvelerinden yerler ve Arş’ın gölgesi altında asılı bulunan altın kandillere konarlar.
Onlar yiyecek ve içeceklerinin tadını, eğlenip dinlendikleri yerin güzelliğini görünce de: ‘Kardeşlerimizin cihaddan uzak durmamaları ve savaştan yüz çevirmemeleri için, bizim cennette rızıklandırıldığımızı onlara kim bildirecek?’ dediler.
Allah-u Teâlâ: ‘Sizin arzunuzu onlara ben duyururum.’ buyurdu. Bunun üzerine bu âyetler indi.” (Müslim-Ebu Dâvud)
Hadis-i şerif mucibince her sıfata bürünürler, istedikleri kılığa girip çıkarlar, her yeri gezerler, icabında makamdan makama uçarlar.
Buradaki insanlar onları göremezler, bilemezler. Çünkü onlar Âlem-i berzah’ta, Allah-u Teâlâ’nın lütuf desteğindedirler. Âlem-i berzah’ın yanında dünya bir avuç kadardır. Orada perdeleri açıldığı için her tarafı görerek, bilerek hareket ederler. Dünya ile ahireti bir görürler, perde yok çünkü onlarda. Allah-u Teâlâ’nın bildirdiği her şeyden haberdardırlar. Buradaki insanlar bakan kördürler, onlar ise görüyorlar.
Bu gizli bir hayattır, bu hayata “Hayat-ı hakiki” de denilir. Dünyadaki hayata ise “Hayat-ı hayâlî” denilir.
Gizli hayatta hakiki hayat vardır.
Size o gerçek hayatın zevkini duyurmaya, dünyanın değersizliğini göstermeye çalışıyoruz. Çünkü herkes dünyaya sarılmış gidiyor.
•
Allah-u Teâlâ yine haber veriyor ki, şehitler hayatın diğer bir hususiyetine de nâil olmuşlardır:
“Allah’ın kendilerine verdiği ihsanlardan dolayı sevinç içindedirler.” (Âl-i imrân: 170)
Onlara bağışlanan böyle bir kurbiyetten, böyle bir hayatta olmaktan, Rabb’lerinin kendilerini şehitlik gibi bir mertebeye muvaffak kılmasından dolayı sevinirler. Allah-u Teâlâ’nın rızâ-ı Bâri’sinin bulunduğu bir nimet ve rızıktan daha çok hangi şey onları sevindirebilirdi?
“Arkalarından henüz kendilerine katılmayan kimselere de hiçbir korku olmayacağını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.” (Âl-i imrân: 170)
Onlar diri oldukları gibi, dirilerle de beraberdirler. Kardeşlerinden alâkalarını kesmemişler, onlarla olan bağlarını koparmamışlardır.
Cihadda henüz canlarını vermemiş olan mücahid kardeşlerinin, şehit oldukları takdirde, ölümden sonra mazhar olacakları nimetler sebebiyle, hem kendileri adına hem de arkada bıraktıkları kardeşleri adına sevinirler. Çünkü ahirette kardeşlerinin herhangi bir korkuları olmayacaktır ve dünyadan ayrılmalarına da üzülmeyeceklerdir.
“Onlar Allah’tan olan nimet ve keremin; Allah’ın müminlerin ecrini zâyi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler.” (Âl-i imrân: 171)
Allah-u Teâlâ sevinçle ilgili olan nimet ve lütfu hatırlatmak için onların sevinçlerini ikinci defa zikretmiştir.
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh- der ki:
“Bir defasında üzgün bir halde bulunurken Resulullah Aleyhisselâm’la karşılaştık.
Bana:
‘Seni niye böyle üzgün görüyorum?’ diye sordu.
‘Babam Uhud’da şehit düştü. Geriye bakıma muhtaç bir ıyâl ve bir de borç bıraktı.’ dedim.
Bunun üzerine:
‘Allah’ın babana hazırladığı nimeti sana müjde edeyim mi?’ buyurdu.
‘Evet!’ deyince devam etti:
‘Allah hiç kimse ile yüz yüze konuşmuş değildir, daima perde gerisinden konuşur. Ancak babanı ihyâ etti ve perdesiz konuştu. ‘Ey kulum! Ne dilersen benden iste vereyim!’ dedi. Baban: ‘Ey Rabb’im!’ Beni dirilt, senin yolunda ikinci sefer bir daha öldürüleyim!’ isteğinde bulundu. Allah-u Teâlâ: ‘Fakat ben daha önce ölenlerin artık geri dönmeyeceklerine dair hüküm koymuştum.’ buyurdu.
Bunun üzerine Âl-i imrân suresinin 169. Âyet-i kerime’si nâzil oldu.” (Tirmizî: 3013)
Âyet-i kerime’ler Ashâb-ı kiram hakkında nâzil olmakla beraber, sebebin hususi oluşu hükmün umumi oluşuna mani olmadığı için; sözü edilen bütün bu ihsanlar, kıyamete kadar gelecek bütün şehitlere ve mücahidlere de şâmildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Ashâb-ı kiram’ı şüphesiz ki bu hususta en büyük ve en canlı numunedirler.
•
Şehit kimdir? Müslüman olan, yalnız ve yalnız Allah için harbe giden, hiçbir gaye ve menfaat taşımayan, Kelimâtullah’ın yükselmesi ve din-i İslâm’ın yayılması için gayret eden; dinini, vatanını, namusunu korumak için, o niyetle ölenler şehittir. Başkalarına şehit denmez. Onlara şehit denilmesi insanların taktığı bir isimden ibarettir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Allah yolunda öldürülen şehittir.” buyurmuşlardır. (Müslim)
İhlâs olmadan Allah-u Teâlâ’nın rızâsı gözetilmeden ne yapılırsa yapılsın ind-i ilâhide makbul olmuyor. İhlâs ise ancak niyetle olur. Bütün amellerin özü ve esası niyettir. Allah-u Teâlâ’nın amellere bakması niyet sebebi iledir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Ümmetimin şehidlerinin çoğu, başı yastıkta ölenlerdir. Savaş meydanında nice öldürülenler vardır ki, onların niyetini ancak Allah bilir.” (Ahmed bin Hanbel)
•
Şehitlerin Allah katında kazanmış oldukları mertebe, Resulullah Aleyhisselâm tarafından muhtelif Hadis-i şerif’lerde belirtilmiştir.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Şehitten başka cennete giren hiçbir kimse yoktur ki, dünyaya dönmeyi ve yeryüzündeki her şeyin kendisinin olmasını dilesin. Şehit ise gördüğü ikramdan dolayı dönmeyi ve on kere öldürülmeyi temenni eder.” (Müslim: 1877)
Bu Hadis-i şerif, şehitliğin faziletini gösteren delillerin en büyüğüdür.
Bazı rivayetlerde belirtildiği üzere Allah-u Teâlâ: “Bir arzun var mı?” diye sorar. Şehitler hiçbir arzularının olmadığını, sadece yeryüzüne dönerek Allah yolunda tekrar şehit olmayı temenni ettiklerini belirtirler.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir başka Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Müslümanın aldığı her yara Allah yolundadır. Sonra kıyamet gününde bu yara, vurulduğu günkü kılığında olacak, kan fışkıracaktır. Renk kan rengi, koku misk kokusudur.” (Müslim: 1876)
Şehitin misk gibi güzel kokusu, onun fazilet ve şerefini mahşer halkına duyurmak için yayılacaktır. Kanının ve cenazesinin yıkanmaması da bundandır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu mertebeyi her vesile ile beyan etmiş ve ümmet-i muhteremesini daima teşvik etmiştir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Muhammed’in nefsini kudret elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra tekrar savaşıp öldürülmeyi, sonra tekrar savaşıp öldürülmeyi ne kadar isterdim.” (Buhârî - Müslim: 1876)
Aslında savaşa ölmek için değil, düşman öldürmek, saldırı ve azgınlığı durdurmak için gidilir. Ölümden korkmaya gerek yoktur. Çünkü bu, Allah-u Teâlâ’nın değişmeyen kanunudur.
•
Mikdam -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Şehite, dökülen ilk kanı esnasında altı haslet verilir: Günahları bağışlanır. Cennetteki makamını görür. Cennet hurisiyle evlendirilir. (Kıyametin) büyük korkusuna karşı teminat verilir. Kabir azabından emin kılınır. İman elbisesi ile ziynetlendirilir.” (Buhârî)
Şehitlik öyle büyük bir lütuftur ki, cennetin bütün yollarını açar ve hurilerin istikbale çıkmasını sağlar. Rahmet meleklerinin refakatine sebep olur. Şehidin ruhunu yetmiş bin melek elleri üzerinde yükseltir.
Ruhları bedenleri ile devamlı irtibat halindedir. Bu bakımdan birçok şehitlerin bedenleri çürümez. Yalnız kendileriyle meşgul değil, aynı zamanda dünyadaki müminlerle de yakından ilgilidirler. Şehit düşecek olanları müjdelemekte ve hiçbir korku ve üzüntü görmeyeceklerini haber vermektedirler.
• Allah yolunda şehit olanlar, yıkanmadan namazları kılınarak kanları ile kanlı elbiseleri ile gömülürler.
Ancak üzerlerindeki elbiselerden şapka, sarık, kuşak, kemer, zırh, pamuklu hırka gibi kefen olmaya yaramayan şeyler ve ayakkabılar çıkarılır. Ayrıca saat, yüzük, para gibi kıymetli eşya da alınır.
Üzerlerinde bulunan elbiselerden sünnete uygun kefenden yani üç kattan fazla olanları varsa soyulur, eksik kalanı olursa tamamlanır.
• Allah yolunda öldürülen şehitlerden, cünüp olan, mecnun olan veya büluğ çağına ermemiş bulunanlarla, öldürücü bir şekilde harp meydanında yaralandığı halde hemen ölmeyip tedavi için başka yere taşındıktan sonra veya konuştuktan, yiyip içtikten sonra, aklı başında olarak üzerinden bir namaz vakti geçmiş bulunan müslümanlar yıkanmadan gömülmezler.
• Şehitlerin elbisesinde necaset bulunduğu takdirde yıkanır, o halde defnedilmesi saygısızlık olur.
Allah-u Teâlâ’ya yakın olan “Mukarreb” kulların her işi Hakk iledir. Onların yaşayışı mânevîdir, içtendir, çünkü onların içinde Hakk var.
Fakir der ki; ulvî hayat var, süflî hayat var. Bu durum aynen ahirete intikal eder. Ulvî hayat yaşayanlar ulvî hayata geçerler, süflî hayat yaşayanlar süflî bir hayatla karşılaşırlar.
Mukarrebler cennet-i âlâ’nın bâtınına vâristirler.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dünyada da muhakkak bir cennet vardır. Onu bulan kimsede cennet arzusu kalmaz. O cennet mârifetullah’tır.”
Bu, gönül cennetidir. Onlar dünyada iken bu cennete girmişlerdir, bu halleri böylece âhirete intikal eder.
Onlar dünyada iken cennet için çalışmadılar. Allah-u Teâlâ ve Resulullah Aleyhisselâm için çalıştılar.
Bir Hadis-i şerif’te:
“Kim Allah için olursa, Allah da onun için olur.” buyurulmaktadır.
Onlar O’nun Hass’ül-has kullarıdır, onları dünyada gönül cennetinde yaşatıyor. Hem içten hem dıştan en güzel hayatı onlara bahşetmiştir. Onlar en güzelini tercih ettikleri için en güzelini onlara vermiştir. Onların tercih ettiği Allah-u Teâlâ’dır, Allah-u Teâlâ’nın da tercih ettiği bunlardır. Daha doğrusu onları kendisi için yaratmıştır. O kulunu sevmiş, seçmiş, kendisine çekmiştir. Kendisine muhabbet etmesi için de muhabbet vermiştir. Başka bir şeyle meşgul olmasını, başka bir arzu beslemesini katiyyen istemez. O kulun da gerçekten Hakk’tan gayrı hiçbir arzusu yoktur. Nasıl bir hayat yaşadıklarını kimse bilmez.
“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir.” (Cum’a: 4)
•
Diğer muttaki kullar ise cennetin zâhirine vâristirler. Çünkü dünyada iken zâhirde kalmış, iç âleme intikal edememişlerdi.
İman etmeleri, ibadet ve taatta bulunmaları sebebiyle onlara bahşedilen lütuflar da sonsuzdur.
Şimdi cennet-i âlâ’nın zâhirinde kalanları ile bâtınına geçenlerden misal vereceğiz.
Dünyada iken küfür ve diğer günahlardan nefsini sakındıran muttaki kullar, cennette bağlar ve bahçeler içinde, akan pınarların kenarlarında refah ve saâdet içinde yaşarlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Muttakiler Rabb’lerinin kendilerine verdiğini alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunurlar.
Çünkü onlar bundan önce dünyada güzel davranırlardı.” (Zâriyât: 15-16)
Bu pınarlar o bahçelerde gezilebilecek yerlerin sonuna kadar akar. Orada hiç kimse susuzluk görmez ve hiç susamaz. İçmek isteyen zevk için içer. Bu pınarların akışını seyretmek bile insana ayrı bir huzur verir.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Orada birbirlerinden kadeh alıp verirler. Amma onu içenler ne boş bir söz söylerler, ne de günaha girerler.” (Tûr: 23)
Kendilerine içilecek şeylerin en vasıflısı, en güzeli takdim ediliyor. Sunulacak kadehler de suyun vasfı ile vasıflanmıştır. Bitip tükenmelerinden ve boşalmalarından yana endişeleri olmayacak şekilde, akıp duran ırmaklar şaraplarla doludur.
“O içkide ne sersemletme vardır, ne de onunla sarhoş olurlar.” (Sâffât: 47)
Tadı gibi rengi de güzeldir. Çok nefis ve lezzetlidir. Başağrısı yapmaz, şuuru zedelemez, aklı gidermez. Tatlı bir rehavet ve uzun süre neşe verir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde “Ebrar” adı verilen müminlere bahşedilecek ikram ve ihsanları arzederken şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine ağzı kapalı, mühürlü, saf bir içki içirilir. Sonunda misk kokusu bırakır.” (Mutaffifîn: 25-26)
Onun içine hiçbir şey karışmamıştır, tortusu yoktur. Allah-u Teâlâ onlara o içkiyi öyle güzelleştirmiştir ki, sonunda misk gibi olur. Mühürlü olması, içecek olanların şerefini artırmak içindir. Bu mühürleri ancak kendileri açabileceklerdir. Bu ise ona ihtimam gösterildiğini belirtir.
Çünkü onlar dünyada iken Allah-u Teâlâ’yı tercih ettiler, yalnız O’na ihtimam gösterdiler. Allah-u Teâlâ da bunu bildiği için bu ikramı yalnız onlara yapıyor.
Böyle pek nefis bir nimete nâil olanlara elbette imrenmek gerekir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Yarışanlar bunun için yarışsınlar, imrenenler buna imrensinler.” (Mutaffifîn: 26)
Asıl imrenmenin dünyada iken olması gerekir. Ebrar’ın Allah-u Teâlâ’ya ve Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bağlılığına imren ki, bu lütuf ve ihsana nâil ve mazhar olasın.
Âyet-i kerime’de geçen saf içkinin bir vasfı da:
“Onun karışımı tesnimdendir.” (Mutaffifîn: 27)
“Tesnim”; cennet içkilerinin en güzeli, en üstünü ve en değerlisidir. Cennetin gayet yüksek yerlerinden geldiği için Tesnim denilmiştir.
“Ebrar” olanlara o saf içkiden içirileceği zaman içine Tesnim’den de bir miktar karıştırılır. Katık olarak verilir. Bu da onlar için büyük bir lütuftur.
Tesnim’i katıksız olarak içmek Allah-u Teâlâ’ya yaklaştırılmış olan “Mukarreb”lere mahsustur.
Cennet şaraplarının en güzeli ve değerlisi olan Tesnim’den “Mukarreb”ler saf olarak aynen içerler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bu öyle bir pınardır ki, ondan sadece Allah’a yakın olan Mukarrebler içer.” (Mutaffifin: 28)
Çünkü onlar dünyada iken saftı, temizdi ve güzeldi. Çünkü onlar güzel ile idiler, kalplerinde yalnız O’nun muhabbetini yaşatırlardı.
“Biz sadece Allah’a rağbet edip gönül bağlayanlardanız.” diyenler onlardır. (Tevbe: 59)
“Rabb’lerine gönülden boyun eğenler.” de onlardır. (Hûd: 23)
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın has kullarıdır. İhlâsı kalbine döktüğü kullardır.
Bir Hadis-i kudsî’de buyurur ki:
“İhlâs sırlarımdan bir sırdır. Onu kullarımdan sevdiklerimin kalbine koyarım. Melek yazmak için, şeytan da ifsad etmek için ona muttali olamaz.”
İşte o sır sebebi ile bu esrâra vâkıf olurlar. Onların mertebesine artık hiçbir kimsenin çıkması mümkün değildir.
Dünyada iken Allah-u Teâlâ’yı tercih edip, yalnız O’na rağbet edip, O’nunla beraber olmak istedikleri gibi; Allah-u Teâlâ da şimdi onları tercih etmiş, onlarla beraber olmak istiyor.
Diğer bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurur:
“Muhakkak ki Ebrar’ın benimle mülâki olmaya iştiyakları çoğalmıştır. Halbuki benim onlarla mülâki olmaya iştiyakım daha kuvvetlidir.”
Tasavvur buyurun ki Allah-u Teâlâ’nın onların üzerinde ne kadar sevgisi var?
Bu mânevi kurbiyete mazhar olmayanlar, o pek güzide pınarın suyundan içmek şerefine nâil olamazlar.
Çünkü o, dünyada iken başka yerlerden lezzet alıyordu. Bunlar ise yalnız Allah-u Teâlâ’dan lezzet alanlardır.
Tesnim adı verilen bu pınar, Mutaffifîn sûre-i şerif’inin 25. Âyet-i kerime’sinde geçen “Ağzı mühürlü saf içki”den daha üstün ve daha güzeldir.
Onlar nasıl ki has olarak Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a yönelmişlerse, Allah-u Teâlâ en hasını da onlara bahşeder. Bu onlara bir ikram-ı ilâhîdir.
“Siz saf ve temiz bir kalp ile beni seçmiştiniz, ben de en saf ve en temizini size ikram ediyorum.”
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Rabb’leri onlara tertemiz bir içki içirir.” (İnsan: 21)
Bu, doğrudan doğruya âlemlerin Rabb’i tarafından içirilen, hiçbir katkı katılmamış, mutlak bir şekilde saf, tertemiz bir içkidir. Bu, Cemâlullah’a kavuşma neşesidir.
Ve onlara şöyle denir:
“Bu sizin için bir mükâfattır, çalışmalarınız mükâfata lâyık görülmüştür.” (İnsan: 22)
Çalışanlar Allah-u Teâlâ’nın verdiği sermaye ile çalışırlar, eğer O sermaye koymazsa sen çalışamazsın. Çalışırsın, fakat nefsinle çalışırsın.
Allah-u Teâlâ senin kalbine sermayesini ihsan ederse, O’nun lütuf sermayesi ile O’nunla alış-veriş yapabilirsin, ibadet-taat yapabilirsin.
Bütün iyilikler Allah-u Teâlâ’dan gelir, O’ndan gelmeyince bu da bulunmaz.
Allah-u Teâlâ onlara o lütfu ihsan buyurmuş, o lütuf ile O’nunla alış-veriş yapıyor. En güzel alış-verişi de onlar yapıyor. Ondaki para kimsede bulunmaz.
Mukarrebler Huzur-u ilâhî’de bütün mertebelerin ilerisinde bulunan öncülerdir.
Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Hayır yarışlarında tâ öne geçip kazanırlar. Orada da öncüdürler. Onlar Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlardır ve naîm cennetindedirler.” (Vâkıa: 10-11-12)
Çünkü dünyada da Hazret-i Allah iledir, orada da Hazret-i Allah iledir.
Tesnim onların şarabıdır. Onlar Tesnim ile kanar, onunla lezzet alırlar.
Tesnim, cennet pınarlarının en üstünü olduğu gibi, mukarrebler de cennetliklerin en üstünüdür.
Ruhânî cennette Tesnim, mârifetullah ve O’nun Cemâl-i bâkemâl’ine nazar lezzetidir. Mukarrebler Tesnim’den başkasını içmezler, yani ancak Allah-u Teâlâ ile meşgul olurlar.
Sırat köprüsünden selâmetle geçildikten sonra müminler gruplar halinde cennete doğru sevkedilirler. İlk olarak Hazret-i Allah’ın biricik Habib-i Ekrem’i Muhammed Aleyhisselâm cennete girer.
Bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ben kıyamet gününde cennetin kapısına gelerek açılmasını isteyeceğim.
Cennetin bekçisi bana: ‘Sen kimsin?’ diyecek.
Ben de: ‘Muhammed’im!’ diyeceğim.
Bunun üzerine şöyle söyleyecek:
‘Ben ancak sana açmaya memur oldum. Senden önce hiçbir kimseye cennetin kapılarını açmayacaktım.’” (Müslim: 197)
Müminler etrafları meleklerle dolu olduğu halde, en izzetli bir halde, dolunay veya parlak yıldızlar gibi ışıklar saçarak cennete doğru yürürler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Rabb’lerine karşı gelmekten sakınanlar bölük bölük cennete götürülürler.” (Zümer: 73)
Cennete yaklaştıkça oranın nefis kokusunu için için duyarlar, her nefes alıp vermede şevkleri ve ümitleri bir kat daha artar. Gözler görmedik, kulaklar işitmedik, beşer gönlünden geçmedik şeyler görürler.
“Oraya geldiklerinde cennet kapıları açılır.” (Zümer: 73)
Kendilerine Rabb’leri tarafından cennet kapılarının açılması müminler için ne büyük bir ikram-ı ilâhîdir.
“Bekçiler onlara derler ki: Selâm olsun size! Hoş geldiniz! Ebedî olarak içinde kalmak üzere buraya girin!” (Zümer: 73)
Her şey onların bekledikleri şekilde gerçekleşmiştir. Zebânilerin kâfirleri cehennemin kapısında hakaretlerle tehditlerle karşılamalarına mukabil, melekler müminleri selâm ve övgü ile, müjdelerle ve ayakta karşılayacaklardır.
“Müjde! Bugün altlarından ırmaklar akan ve içinde ebediyen kalacağınız cennetler sizindir. İşte büyük kurtuluş budur.” (Hadîd: 12)
Cennete girmekten daha büyük kurtuluş olabilir mi? İnsanların mutluluğu eşleri ile bir arada bulunup da bir sevinci beraberce paylaştıkları zaman kemâle erer. Huzurun ve sevincin en çok olduğu cennete girileceği gün, müminler eşleri ile beraber cennete dâvet edileceklerdir:
“Girin cennete! Siz ve eşleriniz ağırlanıp sevindirileceksiniz!” (Zuhruf: 70)
Henüz perdeler açılmadan gözünü açmış, Rahman olan Allah’a tam bir iman ile gönülden yönelmiş, rahmetinin zevki, azabının dehşeti ile saygısını duymuş olan müminler taraf-ı ilâhîden taltif olunurlar:
“İşte bu cennet; Allah’a yönelen, O’nun buyruklarına riâyet eden, görmediği halde Rahman’dan korkan, Allah’a yönelmiş bir kalp ile gelen sizlere, hepinize vaad olunan yerdir. Oraya esenlikle girin!” (Kâf: 32-33-34)
Her bir grup kendilerine uygun düşen grupla beraber olacaktır. Böylece fevc fevc, bölük bölük cennete götürülürler.
Her mümine ölüm anında ve kabirde cennetteki yeri gösterildiği için, cennete girdiği zaman yerini kolayca bulur.
“Allah onları (dünyada iken) kendilerine anlattığı cennete koyar.” (Muhammed: 6)
Sanki yaratıldıklarından beri orada oturuyorlarmış gibi, yollarını şaşırmadan ve hiç kimseye yol sormadan konaklarına giderler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Birbirine tutunacaklar, bazısı bazısının elinden tutacak.” (Müslim: 219)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennete ilk giren cemaatin yüzleri ayın on dördüncü gecesindeki kadar aydın, onların arkasından girenlerin yüzleri ziya bakımından en parlak yıldız gibidir.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1343)
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Muhakkak ki ümmetimden, cennete yetmiş bin veya yedi yüz bin kişi girecek. Öyle ki sonrakiler girmeden öndekiler girmeyecektir. (Saf hâlinde girecekler.) Yüzleri ayın on dördü gibi olacaktır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1344)
Bunlar kimlerdir?
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın şefaât izni verdiği kimselerdir. Bu derece derecedir. Onlara bahşedilen bu şefaât sayesinde, en son neferini toplayıp cennete koymadıkça kendisi girmeyecektir.
Cennet Allah-u Teâlâ’nın mümin kullarına, bir imtihan sahnesi olan dünyada samimiyetle inanıp sâlih ameller yapmaları, haram ve günahlardan sakınmaları karşılığında vâadettiği zevk ve sefâ yeridir, mükâfat yeridir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İman edip de sâlih ameller yapanlar, Rabb’lerinin izniyle içinde ebedî kalacakları ve altlarından ırmaklar akan cennetlere sokuldular.” (İbrahim: 23)
Cennetin genişliği yerle göğün genişliği kadardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Rabb’inizin bağışına ve Allah’tan korkanlar için hazırlanmış, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!” (Âl-i imrân: 133)
Bu beyan-ı ilâhî cennetin büyüklüğünü zihinlere yerleştirmek için verilen bir temsildir. Çünkü insanların gözünde yer ve gökten daha geniş bir şey olmadığından, Allah-u Teâlâ o büyüklüğü kullarına tarif etmek için yerle göğün genişliği ile teşbih buyurmuştur.
Cennet ve cehennem hâlen mevcuttur. Bulundukları yeri ancak Allah-u Teâlâ bilir. Cehennem kâfirler için hazırlandığı gibi, cennet de müminler için hazırlanmıştır.
Cennet son derece büyüktür. Milyonlarca insanları ilelebed barındırıp, huzur ve sükuna, rahat ve emniyete eriştiren böyle bir nimetler yurdunun büyüklüğünü tasavvur etmek imkânsızdır.
Cennet, nimet yurdudur. Göz nereye baksa nimet görür. Her kim nereye baksa nimete bakar. Herkes kendilerine verilen nimetleri seyreder. Hiç kimse hiç bir şeye hasret kalmaz.
Hem bedenî, hem de rûhî bakımdan son derece güçlü ve kabiliyetli olacaklardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde cennete giren her müminin, ataları Âdem Aleyhisselâm’ınki gibi bir bünyeye sahip olacaklarını, hatta altmış zira’ (yaklaşık kırk metre) boyunda olacaklarını beyan buyurmuştur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Bir kimse cennetlik olarak ölünce, büyük veya küçük, yaşı ne olursa olsun, otuz yaşında bir kimse olarak cennete girer ve artık bu yaş ebediyen değişmez. Cehennemlikler için de durum böyledir.” (Tirmizî: 2565)
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise erkeklerin, bıyıkları yeni terlemiş gençler görünümünde olacaklarını, kadınların ise çok güzel tenli ve çok değerli elbiselere bürünmüş halde bulunacaklarını, onların da on altı yaşlarında olacaklarını beyan buyurmuşlardır.
Müminler cennette bütün nimetlerin üstünde, mekandan münezzeh olarak Allah-u Teâlâ’yı zaman zaman görme saâdetine nâil olacaklardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennetliklerin Allah katında en kıymetli olanları, Vech-i İlâhi’ye sabah ve akşam nazar ederler.” (Tirmizî: 2556)
Daha sonra şu Âyet-i kerime’leri okumuşlardır:
“Nice yüzler vardır ki o gün ışıl ışıl parlar, Rabb’lerine bakarlar.” (Kıyâmet: 22-23)
Allah-u Teâlâ kendi cemâlini görmekle müşerref kılmak istediği kullarında, görmeye liyakat halkeder. Cennet sakinleri için nimetlerin en büyüğü perdesiz olarak Allah-u Teâlâ’yı görmektir. Bu nimete kavuştukça, diğer bütün nimetleri ve zevkleri unuturlar. O’na bakmaya devam ettikleri sürece hiçbir şeye iltifat etmezler. Cennet, bu nimetin yanında bütün şâşâsı ile sönük kalır.
Kadın, erkek herkes her cuma Allah-u Teâlâ’nın dâveti üzerine O’nun yüce ziyaretine giderler. Nurdan perde kalkar ve Cenâb-ı Hakk’ı dolunay gibi net olarak görürler. Yüzleri daha da güzelleşmiş olarak köşklerine dönerler. Eşleri onları neşe ile sevinçle karşılar.
Allah-u Teâlâ cennetlik kullarına Cemâl-i ilâhî’sini şân-ı uluhiyetine layık bir veçhile göstermek lütfunda bulunacak ve onlara hitaben selâm vererek onların kadir ve kıymetini artırmış olacaktır.
Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennet ehli bulundukları nimetler içinde zevke ererken ansızın üzerlerine bir nur parıldar. Başlarını kaldırınca bir de ne görsünler, Rabb’leri onlara üstlerinden nazar etmekte ve:
“Ey cennetlikler! Selâm üzerinize olsun!” buyurmaktadır.
İşte:
“Çok merhametli bir Rabb olan Allah’tan onlara söz olarak selâm gelir.” (Yâsin: 58)
Âyet-i kerime’si bunu belirtmektedir.
Bunun üzerine onlara nazar buyurur, onlar da O’na bakarlar ve baktıkları süre içinde diğer nimetlerden hiçbir şeye iltifat etmezler. Bu hal araya perde girinceye kadar devam eder ve Rabb’lerinin nuru onların ve yerlerin üzerinde kalır.” (İbn-i Mâce. Mukaddime: 13)
Ebediyet yurdu olan cennetleri rahmeti ile kuşatan Allah-u Telâlâ’nın selâm ve esenlik nuru altında hayat sürmek müminler için tasavvurun fevkinde bir nimettir.
Hesap ve ceza gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen, Rabb’inin rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nisbette korkan, nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük müjdeler vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Rabb’inin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin tâ kendisi olacaktır.” (Nâziât: 40-41)
“Rabb’inin makamı”; âlemlerin Rabb’i olan Allah-u Teâlâ’nın her şey üzerindeki hakimiyeti ve insanların bütün hallerini görüp gözetmesi demektir.
Korkudan maksat yalnız yürek çarpıntısı değil, küfür ve şirkten, isyan ve nankörlükten sakınıp; iman ve şükür ile itaat için saygı ve hürmet göstermektir.
Ki birisi cismani cennet, diğeri ruhani cennet. Ve bu iki cennet “Mukarrebler”e mahsustur.
Mukarreblere tahsis edilen bu iki cennetten sonra iki cennet daha vardır ki, amel defterleri sağlarından verilen ve “Ashâb-ı yemin” adı verilen müminler için hazırlanmıştır.
Nitekim Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Bunlar Ashâb-ı yemin (sağın adamları) içindir. Onların bir çoğu önceki ümmetlerden, bir çoğu da sonrakilerdendir.” (Vâkıa: 38-39-40)
Bunlar öncekilerden de sonrakilerden de çokturlar.
Ashâb-ı yemin’in de fazileti “Sâbikun”a uymalarından ileri gelmektedir.
Mukarrebler için hazırlanan iki cennetten sonra Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde amel defterleri sağlarından verilen ve “Ashâb-ı yemin” denilen müminler için de iki cennet olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır.” (Rahman: 62)
Allah-u Teâlâ o iki cenneti sonraki iki cennetten derece ve mertebe itibariyle üstün kılmıştır.
Kafa gözü ile gönül gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını Hakk’ın sesini duymada bir araya getiren müminler; Rabb’lerine iman etmenin, kulluk vazifelerini gönülden inanarak, kemâl-i tevazu ile yerine getirmenin büyük bir mükâfatı olarak cennetlerde ebedî olarak kalacaklardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İman edip sâlih ameller işleyen ve Rabb’lerine gönülden boyun eğenlere gelince, işte onlar cennet halkıdırlar. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Hûd: 23)
O müminler ki, Hakk’a boyun bükerek huzur bulmuşlar, huşû içinde kendilerini O’na ibadete vermişler, o iman ile de ahirete intikal etmişler.
Müminlerin fâsık olanları ise her ne kadar cehenneme gireceklerse de, günahları nisbetinde cezalarını çektikten sonra imanları sebebiyle cennete gireceklerdir. En son müslüman da cehennemden çıktıktan sonra, cehennem kapıları bir daha açılmamak üzere ebediyen kâfirlerin üzerine kapanır.
Arzu edilen çeşitli şeylerden her ne arzu ederlerse mevcuttur.
“Orada ebedî kalacaklar, oradan ayrılıp başka bir yere gitmek istemezler.” (Kehf: 108)
Cennet her yanı ve her nimeti ile kudret eliyle hazırlanmıştır. Tecellilerin ardı-arkası olmadığına göre cennette her an yepyeni bir hayat, taptaze bir güzellik, bambaşka bir manzara mevcuttur.
Orada çalışmak, yorgunluk, bıkkınlık, usanmak, uyumak, yıpranmak, yaşlanmak, hastalanmak ve ölmek yoktur. Bir kere oraya girdikten sonra çıkmak da yoktur.
“Orada onlara hiçbir yorgunluk dokunmaz. Onlar oradan çıkarılacak da değillerdir.” (Hicr: 48)
O bakımdan daha güzelini düşünmek mümkün değildir.
Allah-u Teâlâ kullarına olan lütuf ve ihsanlarının bir nişanesi olarak müminleri yine kendileri gibi mümin olan zürriyetleri ile cennette bir arada bulunduracaktır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İman edenleri ve kendilerini iman ile takip eden zürriyetlerini kavuştururuz.” (Tûr: 21)
Bir baba ile evlât arasında dünyada olduğu gibi âhirette de şefkat ve merhamet bulunacaktır. İnsanın ailesi, çocukları ve yakınları ile bir araya gelip sohbet etmesi, halleşmesi nasıl ki bir bahtiyarlık ise cennette de bu böyledir.
Müminlerin nesilleri, imanda babalarına tâbi oldukları zaman, her ne kadar babalarının amellerine erişememiş olsalar da, Allah-u Teâlâ babalarının bulundukları mertebelerde oğulları, kızları ve torunları ile gözlerinin aydın olması için onları babalarının derecelerine eriştirir. En güzel bir şekilde onları bir araya toplar. Ameli eksik olanı, ameli en mükemmel olanın derecesine yükseltir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Oraya kendileri ile birlikte atalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden sâlih olanlarla beraber girerler.” (Ra’d: 23)
Cennete girmeye lâyık görülen müminler, sâlih ameller işlemiş olan ata, ana ve ninelerini, eşlerini, çocuklarını ve yakınlarını da yanlarına alacaklar.
Allah-u Teâlâ bir ikram ve ihsan olarak ameli mükemmel olanın ne amelini ne de derecesini düşürmez. Aşağı derecede olanı üstün bir dereceye yükseltir.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Onların amellerinden de hiçbir şey eksiltmemişizdir.” (Tûr: 21)
Aşağı derecedeki sâlih evlatların yüksek derecedeki sâlih babalarla buluşturulması, babalarının sâlih insanlar oluşu sebebiyledir.
Henüz büluğ çağına ulaşmadan ölen çocuklar babalarının imanı sebebiyle onlarla birlikte bulundurulurlar.
Cennet sakinleri Allah-u Teâlâ’nın misafirleridir. Hane sahibi misafirin rahatını temin ettiği gibi, Allah-u Teâlâ da misafirini akla-hayale gelmeyen nimetleriyle taltif ederek rahatlarını temin edeceğini beyan buyurmuştur.
Orada ölümden, cennetten çıkarılmaktan, her türlü üzüntü, korku, yorgunluk, zahmet ve diğer musibetlerden emindirler.
Onlar o makamda emniyet içindedirler. Rabb’lerinin cennetinde bulunmak onlar için esenlik ve güvenlik bakımından yeterlidir.
“O gün cennetliklerin kalacakları yer çok iyi, dinlenip barınacakları yer çok güzeldir.” (Furkân: 24)
Onlar kâfirlerin en acı azaplar altında inledikleri, en ağır işkenceler altında ezildikleri bir günde çok hayırlı ve rahat bir yerde bulunacaklardır. Ne büyük saâdet!
Cennette hiçbir şeyin eksikliği hissedilmez. Hiç kimse nimetlerin kesintiye uğramasından veya gelmemesinden endişe etmez. Meyve çeşitlerinden neyi isteyecek olsalar, diledikleri şekil üzere hemen kendilerine hazır edilir.
Onların yiyip içmeleri bir ihtiyaçtan dolayı olmayacaktır. Onlar ölümsüz bir hayata mazhardırlar.
“Kendilerine ikram olunur.” (Sâffât: 42)
Cennet nimetleri o kadar çoktur ki, herkese fazlasıyla bahşedilecektir. Herkes nail olduğu nimetle bahtiyardır.
“Orada ilk ölümden başka ölüm tatmazlar.” (Duhan: 56)
Onlar cennette her türlü nimetlerle nimetlendikleri gibi, “Hayat” nimetiyle de sonsuz olarak lezzet bulacaklar; cehennemliklerin ölmek isteyip de ölememelerine karşılık, onlar da ölümsüz olarak, arzularına kavuşmanın zevki ile ebediyen yaşayacaklar.
•
Allah-u Teâlâ emirleri yerine getirip haramlardan sakınan, yasaklardan kaçınan kullarını cennetine koyacağını vadetmiş, cennetlerin vasıflarını çeşitli Âyet-i kerime’lerinde haber vermiştir.
“Muttakilere vadolunan cennetin durumu şöyledir: Altından ırmaklar akar. Yemişleri de gölgesi de süreklidir. İşte bu, sakınanların âkıbetidir.” (Ra’d: 35)
Bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyurmaktadır:
“Sâlih kullarım için cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin gönlünden bile geçirmediği nimetler hazırladım.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1720)
Allah-u Teâlâ bunları herkesten gizlemiştir. Değil hepsini, bir tanesini bile bilen yoktur, yalnız kendisi bilir. Bu hazırlananların ötesinde istenecek bir şey yoktur.
Cennet sakinlerinin yüzlerinde sevinç ve mutluluk parıldar, nurları yüzlerine vurur. İnsanın her arzu ettiği şey ancak cennette bulunur:
Cennette olanlar hep faydalı şeyler konuşurlar. Verdiği devamlı nimetlerden dolayı Allah-u Teâlâ’ya hamdederler.
Müminler dünyada sahip oldukları yüksek iman şahikasına orada da sahip olacaklar; her tesbihin, her duanın, her dileğin ve her sevincin sonunda “Elhamdü lillâhi Rabb’il-âlemin” diyerek sözlerini bitirecekler.
Cennet sakinleri bu tesbihi mükellef oldukları için değil, Cemâlullah’ı görmekle duyacakları huzur ve muhabbetten dolayı yapacaklardır.
“Günaha sokacak bir söz duymazlar. Sadece selâma karşılık selâm sözü işitirler.” (Vâkıa: 25-26)
Selim sözler konuşulur. Birbirlerinden ancak esenlik ihtiva eden sözler işitirler. Lâubalilik, boş söz, kötü söz duymazlar. Kendi aralarında selâmı yayarlar ve ardı ardına selâmlaşırlar.
Müminlerin dünyada iken Allah-u Teâlâ’dan ve kıyamet gününün dehşetinden korkmalarına mukabil, Allah-u Teâlâ onları o günün şerrinden ve sıkıntılarından muhafaza buyuracaktır.
•
Allah-u Teâlâ müminleri taltif etmek üzere vasıtasız olarak bizzat hitap eder ve buyurur ki:
“Ey kullarım! Bugün size korku yoktur, üzülmeyeceksiniz de!” (Zuhruf: 68)
Bu ilâhi seslenişin lâtifliğine doyum olmaz.
Onlar Hakk’a boyun eğerek, yaptıkları her işi Rızâ-i ilâhi için işledikleri için, her türlü korkulardan kurtulmuşlar, umduklarına nâil olmuşlardır.
Artık ne ölecekler, ne de oradan çıkarılacaklar, en güzel yerde en güzel hayatı yaşayacaklar.
•
Müminler cennette diledikleri gibi yaşarlar asla ölmezler, sağlıklı olurlar aslâ hastalanmazlar, bolluk içinde yaşarlar asla sıkıntı çekmezler. Orada ne korkarlar ne de üzülürler. Orada çalışmak, yorgunluk, durgunluk, bıkkınlık ve usanmak yoktur.
“Orada bize hiçbir yorgunluk dokunmaz ve orada bize usanç da gelmez.” (Fâtır: 35)
Diyerek Allah-u Teâlâ’ya arz-ı şükranda bulunurlar.
Yorgunluk ve usanç gelmeyeceği için uykuya da ihtiyaç duymazlar.
Aralarında herhangi bir ihtilaf ve düşmanlık yoktur. Darlık ve sıkıntı, elem ve keder nedir bilmezler.
Cennet sakinleri zaman zaman bir araya gelirler, birbirleriyle sohbet edip dünyadaki hâl ve ahvâllerini anarlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Biz onların gönüllerindeki kinleri çıkarır atarız.” (Hicr: 47 - A’râf: 43)
“Artık onlar kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıya otururlar.” (Hicr: 47)
Cennetliklerin kalplerinden kin ve düşmanlık, buğz ve haset gibi ahlâk-ı zemimelerin hepsi silinip yerini muhabbet ve meveddet alır. Birbirlerini seven dostlar olarak yüz yüze koltuklar üzerinde otururlar. Hiç birisi diğerine sırtını dönmeksizin yaslanırlar. Birbirlerine sadakatle bağlı birer kardeş olarak sohbet ederler.
Cennetlerde yüksek binalar, bahçelerle çevrili köşkler vardır. Bu köşklerin bazıları altın ve gümüşten, bazıları da inci ve yakuttandır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Elbette biz onları cennetten âlî köşklere yerleştiririz.” (Ankebût: 58)
Müminler istedikleri odalarda istirahat ederler.
Kadın ve erkek arasındaki temayülün insan hayatında mühim bir yeri olduğu şüphesizdir.
Karşılıklı sevgi ve merhamet evlilik dolayısıyla bahis mevzuudur.
Karşı cinsler hayatlarını birleştirmekle bedeni ve ruhi tatmin bulmaktadırlar. Aynı hayatın ahiret hayatında devam etmesi tabiidir.
Kur’an-ı kerim’e ve Hadis-i şerif’lere göre cennette hem dünya kadınları hem de huriler bulunacaktır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar için orada tertemiz eşler vardır.” (Bakara: 25 - Nisâ: 57)
Bu nezih hanımların hayız nifas gibi halleri yoktur. Çocuk doğurmazlar. Sümkürme, tükürme, ağız kokusu gibi her türlü rahatsız edici şeylerden arınmışlardır. Kıskançlık, geçimsizlik gibi şeyler olmadığı gibi, erkekler de öyle tertemizdirler.
Bu temizliğin derecesini gerçek manada dünya ölçüleri ile kaleme dökmek elbette ki imkânsızdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Biz cennete giren kadınları yepyeni bir yaratılışla yaratmışızdır.” (Vâkıa: 35)
Dünyaya gelip giden, imanı ile sâlih amelleri ile cennete ulaşan kadınları Allah-u Teâlâ orada yeniden yaratır gibi bambaşka bir güzellikte ve en mükemmel bir surette yaratacaktır. İhtiyar olan gençleşecek, çirkin olan güzelleşecektir.
“Ve onları hep bakire kızlar yaptık.” (Vâkıa: 36)
Hepsi bakiredirler, bakirelikleri hiç gitmez. Kocaları onlara her geldiklerinde daima bakire olarak bulacaklardır. Kadınlar için bu durum, iki taraf için de sevgiye vesile olduğu için, Allah-u Teâlâ onları bekaretle vasıflandırmıştır.
“Bu kocalarından önce kendilerine ne insan ne de cin dokunmamıştır.” (Rahman: 56)
Bu açık beyandan cennette cinlerden saliha hanımların da olacağı anlaşılmaktadır. Onlar da cinlerden erkeklere eş olacaklardır.
“Oralarda bakışlarını yalnız erkeklerine çevirmiş eşler vardır.” (Rahman: 56) (Bakınız:Sad: 52)
Tatlı bakışlarını yalnız eşlerine dikerler. Başkalarına kesinlikle ilgi duymazlar, hatırlarından bile geçirmezler. Ayrıca bakanın bakışlarını da kendilerine çekerler.
Bakışları da duyguları da tertemizdir, iffet doludur.
Kadının en mühim hususiyeti onun hayası ve iffeti olduğu içindir ki; Allah-u Teâlâ cennet nimetlerinden bahsederken, kadının güzelliğinden önce hayasını ve iffetini anmıştır.
“Eşlerine düşkündürler ve hepsi bir yaşta nâzeninlerdir.” (Vâkıa: 37)
Aynı yaşta aynı gençliktedirler. Büyük küçük bütün cennet halkı otuz üç yaşında olacaktır. Kadınların ise on altı yaşında olacakları rivayet edilmektedir.
“Sanki onlar yakutturlar, mercandırlar.” (Rahman: 58)
Saflık bakımından yakut, beyazlık bakımından da mercan gibidirler. Kırmızı ile beyaz birbirine karıştığından insanlar için pek makbul bir renkte olacakları beyan buyurulmuştur.
“Göğüsleri tomurcuklanmış ve hepsi bir yaşta nâzeninler vardır.” (Nebe: 33)
İnsanın fıtratı icabı bu gibi kadınlarla beraber olmak dünyada iken gönlünün arzuladığı bir emeldir. Ahirette ise takvâ sahiplerine ancak Allah-u Teâlâ’nın bileceği bir düzende bu kadınlar ihsan edilecektir.
Cennetlik kadınlarda kin, haset, kıskançlık gibi kötü huylardan hiç biri yoktur. Ahlâk-ı hamidenin üstün sıfatları ile sıfatlanmışlar, aynı zamanda eşlerinin memnun olacağı güzellikteki simâlara sahip olacaklardır.
Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennet ehlinden bir kadın, yeryüzündeki insanlara görünecek olsa, dünya ve içindekileri, yerle gök arasını aydınlatır, yerle gök arasını güzel koku ile doldururdu. Onun başörtüsü dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.” (Tirmizî: 2525)
Bir insanın eşi, dünyada huzur ve bahtiyarlığa vesile olduğu gibi, cennette de öyle olacaktır. Gözlerin görmediği kulakların işitmediği, akıllardan bile geçmediği güzellikler arasında bu mutluluk beraberce paylaşılacaktır. Hiçbir gönül endişesi olmadan eşleriyle beraber, tarifi mümkün olmayan kanepelere kurulup, rahatlatıcı gölgeliklerde karşılıklı sohbet ederler.
Cennette tezevvüc etmemiş bekâr hiç kimse kalmayacaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Cennette bekâr olmayacaktır.” (Müslim: 2834)
Herkese ameldeki derecesine göre en az iki kadın ve birçok huriler verilecektir. Çoğu için hudud yoktur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Her birine iki hanım verilecektir ki, güzellikten baldırlarının iliği etin arkasından görülecektir. Aralarında anlaşamamazlık ve küsüşme olmayacaktır. Kalpleri bir kalp olacak, sabah-akşam Allah’a tesbihte bulunacaklardır.” (Müslim: 2834)
Dünyada iman edip sâlih amel işleyen ve cennete girmeyi hak eden eşler, cennette de yine beraber olurlar. Hiç evlenmeden ölen mümine hanımlarla, kocası mümin olmayan mümine hanımları Allah-u Teâlâ cennete girmeyi hak etmiş diğer müminlerle evlendirecektir.
Cennette her mümine ameldeki derecesine göre en az iki kadın verileceği gibi birçok da huriler verilecektir. Çoğu için sınır yoktur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Biz onları ceylan gözlü hurilerle evlendirmişizdir.” buyuruyor. (Tûr: 20)
Ebu Said-i Hudri -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cennet ehlinden derecesi en düşük olanın seksen bin hizmetçisi, yetmiş iki zevcesi vardır.” (Tirmizî: 2565)
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Yanlarında da, yalnız kendilerine göz dikmiş, iri gözlü huriler vardır.” (Sâffât: 48)
“İri gözlerinin beyazı saf, siyahı koyu, gümüş berraklığında beyaz tenli kızlar.” manasına gelen huriler, cennet erkekleri için farklı bir yapıda yaratılmışlardır.
Meyil ve muhabbetleri, kime bağışlanmışlarsa sadece onlaradır. Başkaları onlara şehevî bir ilgi duymadığı gibi, onlar da eşlerinden başkalarına karşı böyle bir duygu beslemezler.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Bunlara onlardan önce ne bir insan ne de bir cin dokunmamıştır.” (Rahman: 74)
Kendilerine ait çardak ve benzeri güzel manzaralı yerlerde tülden perdeler arkasında otururlar.
“Sanki onlar örtülüp saklanmış yumurta gibidirler.” (Sâffât: 49)
Korunmuşluk bakımından muhafaza içindeki bembeyaz yumurtaya benzerler. Pek lâtiftirler.
Hurilerin vasıfları anlatılmakla tükenmez.
Cennette ayrıca Vildan ve Gılman isminde erkek hizmetçiler vardır. Allah-u Teâlâ onları hurilerden ayrı olarak cennet halkına hizmet etmeleri için yaratmıştır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Etraflarında ölümsüz gençler dolaşır. Sen onları gördüğün zaman, saçılmış birer inci sanırsın.” (İnsan: 19)
Bunlar düzenli çalıştıkları için dizilen inciler gibi bir görünümdedirler. Hizmetlerinde asla kusur etmezler. Güzel yüzlü tatlı sözlüdürler. Ne yaşlanırlar ne de tazelik ve zerafetlerini kaybederler, hep aynı hâl üzere kalırlar.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine âit hizmetçiler sedefteki inciler gibi fırıl fırıl etrafında dönerler.” (Tûr: 24)
Gerek güzellikleri, gerekse elbiselerinin güzelliği ile sanki dizilmiş, saf ve düzgün inciler gibidirler.
Cennette köşklerin, tahtların, halıların, ipekli elbiselerin yanında cennet sakinleri ziynet olarak; altın, inci ve gümüşten bilezikler, yüzükler de takınırlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Orada altın bilezikler takınırlar ve incilerle süslenirler.” (Fâtır: 33 - Hacc: 23)
Cennete girmekle kalmazlar, derecelere yükselirler. Bâtınlarındaki iman nuruna mükâfat olarak zahirlerini de tarifi mümkün olmayan ziynetlerle tezyin ederler. Oysaki birçokları dünyada iken bu gibi süslerden yoksundular.
Kur’an-ı kerim’de cennetlerden sözedilirken altlarından ırmaklar aktığından haber verilmektedir:
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, şüphesiz ki Rabb’leri onları imanları sebebiyle altlarından ırmaklar akan nimet cennetlerine erdirir.” (Yunus: 9)
Muhammed sûre-i şerif’inin 15. Âyet-i kerime’sinde cennetin dört ırmağı olduğu beyan buyurulmaktadır.
Cennette müminlerin yalnız lezzet almak için içtikleri sular, ballar, sütler, şaraplar karşılığında cehennemde kâfirler hararetin şiddetinden ciğerleri yandığı bir zamanda kaynar su içerler, bağırsakları parça parça dökülür.
Cennette ırmaklardan başka ayrıca pınarlar ve çeşmeler de fışkırır. Her ferdin kendi pınarı olduğu gibi herkesin faydalandığı umumi pınarlar da vardır. Bu hususta aralarında çekişme ve sürtüşme olmaz.
Dünyada iken küfürden ve diğer günahlardan nefsini sakındıran muttaki kullar cennette bağlar ve bahçeler içinde, akan pınarların kenarlarında refah ve saâdet içinde yaşarlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Muttakiler Rabb’lerinin kendilerine verdiğini alarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunurlar. Çünkü onlar bundan önce dünyada güzel davranırlardı.” (Zâriyât: 15-16)
Bu pınarlar o bahçelerde gezilebilecek yerlerin sonuna kadar akar. Orada hiç kimse susuzluk görmez ve hiç susamaz. İçmek isteyen zevk için içer. Bu pınarların akışlarını seyretmek bile insana ayrı bir huzur verir.
Cennette gece ve gündüz yoktur, hep aydınlıktır. Sürekli ve aynı rahatlıkta ve güzellikte bir havası vardır. Ne terletecek kadar sıcak, ne de üşütecek kadar soğuktur. Devamlı gölgelidir. Her taraftan gayet tatlı misk kokulu serin bir rüzgâr eser.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Biz onları koyu bir gölgeye koyacağız.” buyuruyor. (Nisa: 57)
Bakış zevki ayrı, faydalanma zevki ayrı... Ancak cennetteki gölge böyle olabilir.
Allah-u Teâlâ farzları yerine getirip haramları terkeden, kulluk vazifelerini yerine getirmekte bir an tereddüt göstermeyen muttaki kullarına cennette hakiki gölgelikler, tatlı pınarlar, canlarının çektiği çeşit çeşit enfes meyveler hazırlamıştır.
“Muttakiler ise gölgeler altında ve pınar başlarındadırlar.” (Mürselât: 41)
İnsana huzur veren gölgelerde, ağaçlar altından akan pınarlar başında ve arzu ettikleri meyvelerden tadarak, zevk ve sefa ile vakitlerini geçirirler.
Cennette meyveli-meyvesiz ağaçlar, asmalar, palmiyeler, her mevsim yetişen ve yeme yasağı bulunmayan en güzel meyveler bulunur.
Birçok Âyet-i kerime’lerde gölgelerden, dallardan, sarmaş dolaş olmuş koyu yeşilliklerden, meyveleri kolayca toplanabilen ağaçlardan bahsedildiği gibi; hususi olarak hurma, nar, reyhan, kiraz, muz gibi ağaç ve bitkilerden söz edilir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Orada onlar için her çeşit meyveler vardır.” (Yâsin: 57)
Her türlü zevklerden neyi isterlerse onu hemen yanlarında bulurlar. Cennette acıkmak, yemeğe ihtiyaç hissetmek yoktur. Onların meyvelerle merzuk olmaları, sırf lezzet almak, zevkyab olmak içindir.
Bir an olsun meyvesiz kalmış ağaç görülmez. Koparılan ve yenilen bir meyvenin yerine aynı surette bir başkası biter. Meyveler ağacın altından üstüne kadar dizilmiş, birbiri üstüne yığılmıştır.
Cennet meyveleri, hangisi olursa olsun külfetsiz ve mihnetsizdir. Azalmaz ve tükenmez. Atılacak tarafı yoktur, posasızdır. Lezzetleri daima değişir. Hazımı kolaydır, sıkıntı ve zahmeti olmaz. Pişirilecekler pişmiş olarak gelir. Kazanma külfeti yoktur, herkesin istediği kadar çoktur, darlık endişesi çekilmez.
Âyet-i kerime’de:
“Verdiğimiz bu rızıklar tükenecek değildir.” buyuruluyor. (Sâd: 54)
Cennet sakinleri yiyip içtikleri halde tabii ihtiyaçlarını gidermezler. Yedikleri şeyler hafif misk kokulu bir geğirme ve terleme ile dışarı atılır.
Cennet nimetleri duyduğumuz, okuduğumuz, hatta aklımızdan geçenlerin de fevkinde güzelliktedirler. Dünyadakilere hiç benzemezler, sadece isim benzerliği vardır. Beklenilmeyen anlarda peşi peşine takdim edilir, her defasında yeni bir şekil arzeder.
Her şey cennet sakinlerinin arzusuna ve gönlüne göre olur. Orada bir misafir gibi bulunmazlar. Ki, gönlünden geçeni istemekten utansın. Onların her türlü rahatları temin olunmuştur.
Kuran-ı kerim’de cennet nimetleri sayılıp açıklanırken meyve ve etten ismen anılarak dikkatler bu iki maddeye çekilmektedir:
“Onlara canlarının istediği meyveden ve etten bol bol veririz.” (Tûr: 22)
Bu iki nimet dünya hayatında insanın dengeli beslenmesi için son derece lüzumludur. Ahiretteki meyve ve et ise dünyadakilerden çok farklıdır sırf zevk ve lezzet almaları için, canlarının çektiği anda onlara bu gibi çeşitli nimetler bahşedilir.
Cennette gece ve gündüz olmayıp müminler nur içinde bulunacaklarsa da, dünyadaki adetleri üzere muayyen vakitlerde yemekleri hazır olacaktır.
Orada insanın iştahını açan kuş etleri de vardır.
Ateşten kendilerine elbise biçilmiş olan cehennemliklerin elbiselerine karşılık, cennetliklere de son derece kıymetli ve değerli elbiseler giydirilir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve ipekleri lütfeder.” buyuruyor. (İnsan: 12)
Onlar din-i mübin’in emir ve yasaklarını gözetirken gördükleri zahmet mukabilinde sabır ve sebatlarına mükâfat olarak şimdi bu lütuflara nail olmuş oluyorlar.
Çünkü ipek elbisenin hem göz kamaştırıcı bir hususiyeti vardır, hem de bir ziynettir. Fakat o ipek dünyadakinden çok çok üstün ve değerlidir.
Elbiseleri ipekten olduğu gibi yatakları ve perdeleri de ipektendir.
Altın, gümüş ve sırf ipekten dokunmuş elbise ile ziynetlenmenin haram olması dâr-ı teklif olan dünyaya mahsustur. Ahiret dâr-ı teklif olmadığı için orada bunlar en güzeli ile müminlerin istifadesine arzedileceklerdir.
Allah-u Teâlâ’ya ve ahiret gününe iman eden müminler cennete girince, anlatılmayacak derecede sevinçli ve mutludurlar, ilâhi nimetlere garkolurlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Altın ve mücevherlerle işlenmiş tahtlara karşılıklı olarak yaslanırlar.” (Vâkıa: 15-16)
Huzur ve emniyet içinde oturacakları yüksekçe tahtlar hazırlanmıştır ki, mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir.
“Koltuklar üzerinde etrafı seyrederler.” (Mutaffifin: 23)
Diledikleri yere diledikleri şekilde bakabilirler. Taraf-ı ilâhîden kendilerine ikram ve ihsan olunan güzelliklere zevkle baktıkları gibi, oturdukları yerden kâfirlerin nasıl azap ve işkence gördüklerini de seyrederler. Çünkü o azaplardan kurtulduklarını görmek, sevinçlerini daha da artırır.
Bu nefis tahtların ve koltukların yanısıra ayrıca kişilerin üzerine oturup koltuğunda dayanacakları döşekler, yastıklar ve halılar da mevcuttur.
Cennetin göz ve gönül dolduran nimetleri karşısında hayran kalırlar. Ruhen ve cismen nurlanırlar. Yüzlerindeki beşaşeti, onlara bakan herkes görür.
Cennette her nefsin iştiha duyduğu nimetler ve gözlerin lezzet aldığı manzaralar mevcuttur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Canlarının çektiği ve gözlerin hoşlandığı her şey orada vardır.” (Zuhruf: 71)
Her nimet orada en güzeliyle mevcuttur. Hepsi de ayrı ayrı lezzetlerde, türlü türlü güzelliklerdedir.
Hiç kimse iyilikleri sebebiyle cennete giremez. Oraya Allah-u Teâlâ’nın lütfu ve ihsanı ile girilir. Şu kadar var ki derecelere salih amellere göre nâil olunur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den:
Bir defasında Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-e “Yâ Resulellah! Kıyamet gününde biz Rabb’imizi görecek miyiz?” diye sordular.
Onlara:
“Bulutsuz bir gecedeki ayın on dördünde ayın görünmesi hususunda şüphe eder misiniz?” Diye sordu.
“Hayır yâ Resulellah!” dediler.
“Peki, görmeye mani hiçbir bulut yokken güneşi görmek hususunda hiçbir şüpheniz olur mu?” diye tekrar sordu.
“Hayır yâ Resulellah!” denilmesi üzerine şöyle buyurdu:
“Muhakkak ki siz Rabb’inizi böyle göreceksiniz. Kıyamet gününde insanlar bir araya toplanır. Rabb’imiz ‘Her kim her neye tapmışsa, onun ardına düşsün.’ buyurur. Artık kimi güneşin, kimi ayın, kimi tağutların (kodamanların) peşine düşüp gider. Yalnız bu ümmet içlerinde münafıkları da olduğu halde yerinde kalır.
Allah-u Teâlâ onlara (başka bir surette) tecellî edip ‘Ben sizin Rabb’inizim.’ buyurur. Onlar ‘Rabb’imiz bize gelinceye kadar yerimizde dururuz. O bize geldiğinde biz O’nu tanırız.’ derler.
Allah Azze ve Celle onlara (Bu defa tanıyacakları bir surette) tecellî edip ‘Ben sizin Rabb’inizim.’ buyurur. Onlar da ‘Sen bizim Rabb’imizsin.’ derler ve Allah-u Teâlâ onları dâvet eder.
Cehennemin ortasına Sırat kurulur. Ümmetini en evvel geçiren ben olurum. O gün peygamberlerden başka kimse konuşamaz. Onların o günkü niyazları da:
‘Allah’ım! Selâmet ver, selâmet ver!’ sözünden ibarettir.
Cehennemde sâdan dikeni gibi kancalar çengeller vardır. Sâdan dikenini biliyor musunuz? İşte bu çengeller sâdan dikenine benzer. Şu kadar var ki, büyüklüklerini yalnız Allah bilir. İnsanları kötü amellerinden dolayı kapıp cehenneme çekerler. Kimisi günahları ile helâk olur. Kimisi hardal gibi ezim ezim ezildikten sonra kurtulur.
Nihayet Allah-u Teâlâ cehennemliklerden her kime rahmet buyurmayı dilemişse, kendisine ibadet etmiş olanların çıkarılmasını meleklere emreder. Onlar da onları kurtarırlar. Melekler onları secde azalarından tanırlar. Allah-u Teâlâ secde azalarını yiyip mahvetmeyi cehenneme haram kılmıştır. Binaenaleyh Ademoğlunu cehennem yer de, yalnız secde azalarını yiyemez. Bunlar ateşten kavrulup kapkara olarak çıkarılırlar. Üzerlerine Âb-ı hayat dökülür. Sel kenarında biten yabani reyhan tohumu gibi çabucak biterler. Sonra Allah kulları arasında hükmünü bitirir.
Ancak cennet ile cehennem arasında, yüzü ateşe doğru dönük bir kimse kalır. O, cehennemden en son çıkarak cennete giren kimsedir.
‘Yâ Rabb’i! Yüzümü şu ateşten kurtar. Kokusu dumanı beni kavuruyor, keskin ateşi beni yakıp duruyor.’ der, mütemadiyen dua ve niyazda bulunur.
Allah-u Teâlâ: ‘Bu senin dediğin yapılacak olursa, başka bir şey istemez misin?’ buyurur.
O ise: İzzetine yemin ederim ki istemem!’ der.
Dilediği gibi Allah’a söz verdikten sonra, Allah onun yüzünü ateşten çevirir, cennete doğru döndürür, cennetin olanca güzelliklerini görünce Allah’ın dilediği kadar susar. Sonra ‘Rabb’im? Beni cennetin kapısına yanaştır.’ der.
Allah-u Teâlâ: ‘Daha başka bir şey istemeyeceğine dair söz vermemiş miydin?’ buyurur.
O da: ‘Rabb’im! Yarattıklarının en bedbahtı ben olmayayım.’ der.
Allah-u Teâlâ: ‘Bunu da verirsem başka bir şey istemeyeceğine dair söz verir misin?’ buyurur.
‘İzzetine yemin ederim ki, başka bir şey istemem.’ diye sağlam bir söz verince, cennetin kapısına getirilir. Cennetin olanca güzellik ve yeşilliğini, içerideki neşe ve sevinci görünce, yine utanıp, Allah’ın dilediği kadar sükût eder. Sonra ‘Rabb’im! Beni cennete koy.’ der.
Allah-u Teâlâ: ‘Ey Ademoğlu, yazık sana! Sen ne sözünde durmaz bir kimseymişsin! Daha başka bir şey istemeyeceğine dair söz vermemiş miydin?’ buyurur.
O kimse: ‘Rabb’im! Yarattıklarının en bedbahtı ben olmayayım.’ der.
Allah-u Teâlâ bu hâlden hoşlanır ve güler, cennete girmesine izin verir. ‘Bir dileğin var mı?’ buyurur. O da dilediği kadar diler. İstekleri bitince Allah-u Teâlâ: ‘Şunu da iste, bunu da iste!...’ diye hatırlatır. Nihayet dilekleri bitince ‘Bunların hepsi senin, bir o kadar dahası da senin!’ buyurur.”
Ebu Sâid-i Hudrî -radiyallahu anh-nin rivayetinde “Bunların hepsi senin on misli dahası da senin.” cümlesi de vardır. (Buhârî)
Bu beyanlardan sonra deriz ki:
Bu dünya saâdeti ve ebedî selâmet mi hayırlıdır, yoksa geçici bir dünya için, bir hayâlât için bir ebediyâtı kaybetmek ve ebedî azaba düçar olmak mı hayırlıdır?