Kendilerine Tevrat yükletildiği halde yahudiler onu taşımadılar. Tevrat’ın bazı âyet ve belgelerini kendi menfaatleri doğrultusunda değiştirdiler. Böyle yaptıkları halde Allah-u Teâlâ’ya karşı oldukça büyük iddiâlarda bulundular. O’nun katında en yüksek bir mevkiye sahip olduklarını, dostları ve yakınları bulunduklarını söylediler.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine, yahudilere hitapta bulunmasını, onlara meydan okumasını ve yalanlarını ortaya koymasını emir buyurmakta ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“De ki: ‘Ey yahudiler! Bütün insanları bir yana bırakarak, yalnız kendinizin Allah’ın dostları olduğunuzu iddiâ ediyorsanız ve bu iddiânızda samimi iseniz, ölümü temenni ediniz.’” (Cum’a: 6)
Bir an önce ölüp, bu sıkıntılı dünyadan ahirete göçerek Allah’a kavuşmayı canınıza minnet bilin.
İnsanın beden ve ruh yapısı, ahiretin şartlarına uygun bir vasıfta yaratılmıştır. Ebedîlik insanın fıtratında vardır. Ölümle bu ebedî hayata kavuşulmuş olur. Ölüm mahlûkunu Hâlik’ına ulaştıran en güzel bir vasıtadır. Çünkü onsuz ulaşılmıyor. Gerçek mânâda Allah-u Teâlâ’nın dostluğunu ve yakınlığını kazanan bahtiyar müminler, âşık oldukları Mahbûb’a bir an önce kavuşmayı temenni ederler. Bu onların en büyük arzusudur.
Mevlânâ -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Ben öldüğüm zaman matem tutmayın, sevinin. Çünkü ben sevgilime kavuşuyorum.” buyurmuşlardır.
Übâde bin Sâmit -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Her kim Allah’a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Her kim de Allah’a kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da onunla mülâkî olmaktan hoşlanmaz.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2043)
Yahudiler ölümü hiç istemezler. Milletler arasında böyle bir dostluk makamından en uzak kimseler onlardır.
Bu sebepledir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Fakat onlar elleriyle önden gönderdiklerinden (yaptıklarından) dolayı ölümü aslâ temenni etmezler.” (Cum’a: 7)
Cehenneme girmeyi gerektiren küfür ve isyanlar sebebiyle Hakk’ın huzuruna çıkmaktan kaçınırlar, ölümden nefret ederler.
Onlar arzularından başka hiçbir şeye samimi olarak inanmamaktadırlar. Tevrat ellerinde olduğu halde, onu arkalarına atmışlardır.
“Allah zâlimleri çok iyi bilir.” (Cum’a: 7)
Geçmişte işledikleri nice günahları, cinayetleri ve zulümleri bildiği gibi; gelecekte yapacakları zulümleri de bilir.
Onlar ölümden kaçsalar da, elbet bir gün ölecekler ve lâyık oldukları cezaya çarptırılacaklardır.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde insanlar arasında uzun bir ömre en çok tutkun olanların yahudiler olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı diğer insanlardan, hatta müşriklerden de daha düşkün ve hırslı görürsün. Onlardan her biri ömrünün bin yıl olmasını ister.” (Bakara: 96)
Oysa her şeyin bu dünyadan ibaret olduğuna inanan müşriklerin yaşamaya daha fazla düşkün olmaları gerekirken, ehl-i kitap olan yahudilerin onlardan daha fazla düşkün olmaları son derece dikkat çekicidir.
Nefislerine bu kadar düşkün, yaşamayı bu kadar seven kimselerin ölümü temenni etmeleri şüphesiz ki mümkün değildir. Bunların Allah’a ve ahirete zerre kadar imanları olsaydı, bu dünya hayatına böyle herkesten daha fazla hırsla sarılmazlardı.
Burada sadece Yahudilere değil, bu münasebetle bütün beşeriyet için pek büyük bir ders vardır.
Âyet-i kerime gerçek müminin ahireti de ölümü de dünyadan çok sevdiğine delildir.
Mütebâki Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ bulundukları sapıklıktan dönmeleri için onları uyarmaktadır:
“De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm muhakkak sizi bulacaktır.” (Cum’a: 8)
Allah-u Teâlâ’nın takdir etmiş olduğu hükümden kaçınmak mümkün değildir. Kaçmakla kurtulamayacağınız gibi, hiçbir şey sizi ölümden kurtaramayacaktır.
Ölümden kaçan kişi ömründe bereket bulamaz. Ölümden kaçmak, hiç kimseye bir fayda sağlamaz. Korkunun ecele faydası yoktur. Her saat, her dakika, her saniye insanları ölüme doğru çekmektedir. Gün olur ölümle karşı karşıya gelirler.
“Sonra görünmeyeni ve görüneni bilen Allah’a döndürüleceksiniz.” (Cum’a: 8)
Ölüm bir yok oluş değildir, ölümden kaçış ve kurtuluş da yoktur. Gerek kendi vatanlarında ikamet etsinler, gerek başka yerlere çıkıp gitsinler, insanlar kendilerini hiçbir yerde ölümün pençesinden aslâ kurtaramayacaklardır.
“O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cum’a: 8)
Kim O’na itaat üzere idiyse, onu en güzel bir şekilde mükâfatlandırır. Müstehak olanlara da cezalarını verir.
Cum’a sûre-i şerif’inde Cuma namazı farz kılınmış ve onunla ilgili bazı hükümler açıklanmıştır.
“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allah’ı zikretmeye koşun.” (Cum’a: 9)
Bu Âyet-i kerime’de Cuma ezanının okunmasıyla alış-verişin bırakılıp namaza gidilmesi emredilmektedir. Bu namaz Cuma namazıdır. Bu güne Cuma denilmesinin sebebi, müslümanların o gün Cuma namazı için toplanmalarındandır. Cuma namazı farz-ı ayındır. Cuma günü ise müslümanların bayramıdır.
Cuma namazı hür erkeklere emrolunmaktadır. Kadınlara ve çocuklara emrolunmaz. Yolcu, hasta, hasta bakıcısı ve durumu bunlarınkine benzeyen kimseler bu hususta özürlü kabul edilirler.
Allah’ı zikretmeye koşmaktan maksat, yürürken acele etmek demek değil; meşgul olduğu işi hemen bırakıp, vakit geçirmeksizin Cuma namazı kılmaya ve hutbe dinlemeye iştiyakla gitmek demektir.
“Alış-verişi (işi-gücü) bırakın.” (Cum’a: 9)
Âyet-i kerime’deki yasaklama sadece alış-verişle sınırlı olmayıp, bütün meşguliyetleri bırakmayı içine alır. Hatta kişinin eşi ile mubah olan muamelesi bile o saatte haramdır.
Bu emir Cuma namazının farz olduğuna kesin bir delildir. Zaruret olmadıkça Cuma namazına gitmemek haramdır ve çok büyük bir günahtır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyurur ki:
“Bir takım kimseler ya Cuma namazlarını terketmekten vazgeçerler veya Allah-u Teâlâ onların kalplerini muhakkak ki mühürleyecektir. Sonra da onlar gafillerden olurlar.” (Müslim)
Ayrıca Cuma namazının farz oluşu ile ilgili birçok Hadis-i şerif rivayet edilmiştir.
Ezcümle şöyle buyurulmaktadır:
“Ey insanlar! Şunu da muhakkak bilin ki, Allah-u Teâlâ Cuma’yı içinde bulunduğunuz şu yılımın şu ayında, şu gününde ve makamımda kıyamet gününe kadar farz kılmıştır.
Binaenaleyh her kim benim hayatımda veya benden sonra âdil veya zâlim bir imamı olduğu halde, Cuma namazını hafife alarak veya farziyetini inkâr ederek terk ederse, Allah onun dağınık işlerini toplatmasın, iki yakasını bir yere getirmesin ve işinde bereket vermesin.
Haberiniz olsun ki o kimsenin namazı yoktur. İyi biliniz ki; o kimsenin zekâtı da yoktur. Haccı ve orucu da yoktur. İyi biliniz ki onun iyiliği de yoktur. Nihayet tevbe edinceye kadar. Her kim tevbe ederse Allah-u Teâlâ da onun tevbesini kabul eder.” (İbn-i Mâce)
“Her kim Cuma namazını üç kere zaruretsiz terkederse Allah-u Teâlâ onun kalbini mühürler.” (Tirmizî)
Allah-u Teâlâ bu günü müslümanların lehine mukaddes kılmış; kardeşlik, birlik ve beraberlik duygularının canlanmasına vesile eylemiştir.
“Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.” (Cum’a: 9)
Çünkü ebedî hayatın menfaatleri daha büyük ve sonsuzdur. Gerçek hayatın ölümden sonra başlayacağını bilen insanlar, ahiret tedarikinin çaresine bakmayı ihmal etmezler.
Allah-u Teâlâ dünyayı geçim uğrunda çalışma ve gayret, mihnet ve meşakkat, imtihan ve ibtilâ yeri; ahireti ise mükâfat ve mücâzat yeri olarak yaratmıştır.
Her müslümanın kendisine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar helâlinden kazanması farzdır. Çünkü bir müslüman, görevlerini kazanç sayesinde yerine getirebilir. Niyeti iyi olursa aynı zamanda sevap da kazanır.
Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Namaz kıldıktan sonra yeryüzüne dağılın.” (Cum’a: 10)
Bu emir izin mânâsına gelir. Cuma ezanının duyulması ile birlikte bütün meşguliyetlerini bırakarak mescidlere koşan müminlere, namaz bittikten sonra dağılıp tekrar işlerinin başına dönmeleri için izin verilmektedir.
Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki dünyadan el etek çekmek esas değildir. Müslümanların meşru surette dünyadan faydalanması gerekir.
İslâmiyet bir lokma ve bir hırka ile yetinmeyi emreden bir din değildir. Meskenet ve tembelliği, dilenciliği, başkasına yük olmayı... şiddetle yasaklamıştır.
“Allah’ın fazlından nasibinizi arayın.” (Cum’a: 10)
Çünkü rızık O’nun elindedir. Çalışanın çalışmasını zâyi etmez, isteyenin ümidini boşa çıkarmaz.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Dünyadan da nasibini unutma!” (Kasas: 77)
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere bütün büyükler çalışmayı ihmal etmemişlerdir.
Zikrullah; dinimizin emri, imanın alâmeti, ibâdetlerin beyni, aklın nûru, kalbin cilâsı, ruhun hayatı, gönlümüzün miracı ve her derdin ilâcıdır.
“Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” (Cum’a: 10)
Dünyada da ahirette de muvaffakiyetlere, saâdet ve selâmete eresiniz.
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime ile kendisini zikretmeyi emretmiştir. Namaz da ilâhî bir emirdir, zikrullah da ilâhî bir emirdir.
Her ibadetin belli bir şartı olduğu halde, zikrullah için hiçbir şart yoktur. Ayakta, oturarak, yatarak bile zikretmek câizdir. Abdestli olmak efdal olduğu halde, abdestsiz olarak da yapılabilir.
Kalplerin Allah-u Teâlâ’dan gafil olma tehlikesinden korunması, ancak zikrullah ile mümkündür.
Zikrullah ibâdetlerin en kolayı ve fakat en faziletlisidir. Böylesine faziletli ve yüce olunca, elbetteki zikredenler de insanların en yücesi olur.
Zikrullahı bırakıp da dünya hayatının geçici zevklerine aldananların, ahirette çok büyük kayba uğrayacakları şüphesizdir.
Câbir -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre, Resulullah Aleyhisselâm bir Cuma günü Mescid-i nebevî’de hutbe okurken Şam’dan yiyecek yüklü bir ticaret kervanı Medine-i münevvere’ye gelmişti. Kervanın geldiğini haber veren davul sesini duyan cemaat sabırsızlanarak hemen huzur-u saâdetten çıktılar ve yiyecek maddesi satın alabilmek için kafilenin yanına koştular. O yıl Medine-i münevvere’de büyük bir kıtlık hüküm sürüyordu. Bu ayrılışlarında bir mahzur olmadığını zannetmişlerdi. Yanında sadece on iki kişi kaldı. Resulullah Aleyhisselâm bu duruma çok üzüldü.
Huzurda kalan on kişi Aşere-i mübeşşere idi.
Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ onları kınayarak şöyle buyurdu:
“Onlar bir ticaret veya bir oyun eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya yönelirler ve seni ayakta bırakırlar.” (Cum’a: 11)
Fakat müslümanlar bu dersten sonra bir daha bunun benzeri bir hata işlemediler. Bu ilâhî beyanda insanlar için nice gizli hikmetler vardır.
“De ki: Allah’ın nezdinde bulunan, eğlenceden de ticaretten de hayırlıdır.” (Cum’a: 11)
Allah katında olan menfaat kesin ve ebedîdir. Eğlencedeki menfaat kesin değil, ticaretteki menfaat ise ebedî değildir. Onlar dünya hayatının geçici menfaatleridir.
“Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Cum’a: 11)
Asıl rızık O’ndan istenmelidir. O nasip etmeyince, sebeplerden hiç birisinin faydası olmaz. Ticaretlerin üstünde O’nun öyle rızık kapıları vardır ki, onlar kapanınca bütün ticaretler de kapanır.
O’nun lütuf ve ihsanları hesapsızdır, insanlarınki ise hesap iledir. Bazı insanlar O’nun rızkını diğer kimselere ulaştırmaya ancak vasıta olabilirler. “Filân kişi iş sağladı.” denilir. Onların sebep olduğu rızkın yaratıcısı Rezzâk-ı kerim olan Allah-u Teâlâ olduğu içindir ki O “Rızık verenlerin en hayırlısı”dır.