Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
MAKALE - Allah-u Teâlâ’dan Gönülden Korkanlar! - Ömer Öngüt
Allah-u Teâlâ’dan Gönülden Korkanlar!
MAKALE
Misafir Yazar
1 Ocak 2003

 

Allah-u Teâlâ’dan Gönülden Korkanlar!

 

Arzu Balkanlı


Aklın en üstünü insanın kendini bilmesidir. Hikmetin en üstünü Mevlâ’ya yakınlaşma yolunu bilmektir. Kim kendisinin cahili ise o Rabb’inden de gafildir. Kendini bilmeyen Rabb’ini nasıl bilir? Mevlâ’sını nasıl bulur da O’ndan korkmaya yönelir. Öncelikle kişinin: “Nefsini bilen, Rabb’ini bilir.” Âyet-i kerime’sinin tecelliyatına mazhar olması gerekir.

Allah-u Teâlâ Dâvud Aleyhisselâm’a buyurdu ki:

“Ey Dâvud! Kendini bil ki beni bilesin!”

Dâvud Aleyhisselâm:

“Kendimi nasıl bileyim, seni nasıl bileyim yâ Rabb’i?” deyince;

Allah-u Teâlâ:

“Nefsinin âciz ve zayıf olduğunu bil ki, Beni kuvvet, kudret ve sonsuzca var olarak bilesin. Beni benimle bulasın.” buyurdu.

Hikmetin başı Allah korkusudur. Azâmet-i ilâhî’yi bilenler, o nispette Allah-u Teâlâ’dan korkar.

Âyet-i kerime’sinde:

“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” buyuruyor. (Âl-i imrân: 102)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Vallahi ben hepinizden çok Cenâb-ı Hakk’ı bilirim ve hepinizden çok O’ndan korkarım.”

Niçin en çok Resulullah korkuyor?

Hakkâl-yakîn bildiği için. Bilen çok korkar. Cahil ise cesur olur.

Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde:

“Eğer siz benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız, az güler, çok ağlardınız.” buyuruyor.

Ashâb-ı kiram Efendilerimiz bu sözü duyduklarında yüzlerini kapayarak ağlaştılar. Bilmediğimiz için ağlamıyoruz. Bilsek çok ağlarız. Şu halde Allah korkusu bilgiden doğduğu için bu bilgiyi tahsil etmek farz olmuştur.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Rabb’lerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardır.” (A’râf: 154)

Allah’tan korkan kimse hevâ ve hevesine uymaz. İbadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur. Haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.

Bakınız korku hususunda, Peygamber Efendilerimiz’in ve meleklerin halleri ne kadar takdire şâyândır.

Âyet-i kerime’de:

“Kulları içinde Allah’tan en çok korkanlar âlimlerdir.” buyuruluyor. (Fâtır: 28)

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’den rivayet edildiğine göre:

“Hava değişip, rüzgârlar esmeğe başladığı vakit Resul-i Ekrem’in benzi değişir, evin içinde sağa sola gezinirdi. Bu tutum ve davranışları Allah’ın azabından korktuğu içindi.

Yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Vâkıâ sûresinde okuduğu bir Âyet-i kerime karşısında bayılmıştır.”

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz:

“Cebrâil bana her ne zaman geldi ise, Allah korkusundan vücudum titredi.” buyuruyor.

Ashâb-ı kiram’dan bir zât diyor ki:

“Allah-u Teâlâ cehennemi yarattığı vakit meleklerin ödü koptu. İnsanları yaratınca melekler rahatladılar.”

Enes -radiyallahu anh-rivayetinde Resulullah Efendimiz Cebrâil Aleyhisselâm’a:

“Ey Cebrâil! Ne oluyor? Mikâil’i hiç güler görmüyorum!” diye sorunca Cebrâil Aleyhisselâm:

“Cehennem yaratılalı beri Mikâil hiç gülmemiştir.” buyurdu.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’den rivayet olunduğuna göre:

“Resul-i Ekrem namaza başladığı vakit göğsünden kazan kaynaması gibi ses duyulurdu.” buyuruyor.

Rivayete göre: Dâvud Aleyhisselâm başını secdeden kaldırmamak üzere kırkgün ağladı. Başı su içinde kaldı. Gözyaşlarından yeşillikler bitti.

Bunun üzerine:

“Ey Dâvud! Acıktın da yemek mi istiyorsun, yoksa susadın da su mu istiyorsun?” diye bir ses geldi.

Bunun üzerine Dâvud Aleyhisselâm bir âh çekti. Onun korku ateşinden yakınındaki ağaç kurudu. Sonra Allah-u Teâlâ tevbesini kabul edip, mağfiret eyledi.

Dâvud Aleyhisselâm:

“Yâ Rabb! Hatalarımı elime, avucuma yaz.” dedi.

Hataları eline yazıldı. Elini her hangi bir iş için kaldırsa orada hatalarını okur, ağlardı. Hatasından utanarak ölünceye kadar başını gökyüzüne kaldırmamış ve münâcaatında; “İlâhi, hatalarımı hatırladıkça bu geniş dünya bana dar gelir. Senin rahmetini andığımda ruhum sana yönelir. Allah’ım seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Kullarının doktorlarını hatalarımın tedavisi için gönderdin, hepsi de zâtını gösteriyor. Senin rahmetinden ümidini kesenlere yazıklar olsun.” demiştir.

Dâvud Aleyhisselâm ağlayacağı vakit bir hafta yemek yemez ve zevcelerine yaklaşmazdı. Kırda bir kürsü kurdurur, oğlu Süleyman Aleyhisselâm’a bütün ormanlara, tepelere, dağlara doğru bağırmasını emrederdi. Süleyman Aleyhisselâm’ın dâveti üzerine ormandaki bütün vahşi hayvanlar, yuvalardaki kuşlar ve insanlar toplanırdı. Dâvud Aleyhisselâm kürsüsüne çıkar, Süleyman Aleyhisselâm da babasının başında dururdu. Dâvud Aleyhisselâm önce Allah-u Teâlâ’ya hamd ile ve O’nu övmekle söze başlardı. Bununla herkes feryâd-ı figân ağlamaya başlardı. Sonra cennet ve cehennemi anlatırdı. Bunu anlatırken vahşi hayvan ve insanlardan ölenler olurdu. Sonra kıyametin dehşetini anlatırdı. Bu sırada her nevi ölenler olurdu, ölenler çoğalınca Süleyman Aleyhisselâm babasına dönerek: “Dinleyenlerin yüreklerini parça parça ettin. İsrâiloğulları’ndan ve vahşi hayvanlardan ölenler oldu.” deyince Dâvud Aleyhisselâm duâya geçer sonunda kendisi bitkin düşerdi. Her zaman yanında bulundurduğu iki cariyesi vardı. Allah korkusundan bayılıp düştüğü vakit, kendisine bir zarar gelmemesi için biri başı diğeri de ayakları ucunda durur ve onu korurlardı.

Yahya Aleyhisselâm ise, on beş yaşlarında babasıyla Beyt-i Makdis’e geldi. Namaz kılmaya başlayınca öyle ağlardı ki, ağaçlar da onunla ağlar, babası da ağlamasına dayanamayarak o da ağlardı. Birgün Zekeriya Aleyhisselâm ona: “Oğlum ben seni Rabb’imden diledim. Seni bana bağışlamasını ve seninle huzura ermemi istedim. Artık ağlamaktan vazgeç.” buyurdu.

Yahya Aleyhisselâm babasına dönerek: “Baba, Cebrâil bana haber verdi ki cennet ile cehennem arasında bir boşluk vardır. Burasını ancak gözyaşı akıtanlar geçebilir. Ben de onun için ağlıyorum.” buyurmuştur.

İbrahim Aleyhisselâm da hatalarını hatırladığı vakit, bayılır ve kalbinin hışırtısı bir mil mesafeden duyulurdu. Birgün Cebrâil Aleyhisselâm kendisine gelerek: “Allah’ın sana selâmı var, buyurur ki hiç dost, dostundan korkar mı?”

İbrahim Aleyhisselâm: “Ben hatalarımı hatırladığım vakit dostluğu unuturum.” buyurmuştur.

İşte Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz’in halleri. Kendimize gelelim ve bu hususlar üzerinde hassasiyetle duralım. Onlar ki bizden ziyade Allah-u Teâlâ’yı ve sıfatlarını bilirler. Onların halleri böyleyse bizim halimiz nice olur. Şimdi de Selef-i sâlih’in, Sahabe ve Tabiin’in korkusunun şiddetindeki hallerine bir göz atalım.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-bir gün bir adamın evinin önünden geçerken, adamın içerde namaz kılıp Tûr sûresini okumakta olduğunu duydu ve durdu dinledi, adam:

“Rabb’inin azabı mutlaka meydana gelecektir. Onu önleyecek hiçbir şey yoktur.” (Tûr: 7-8)

Âyet-i kerime’lerine gelince binitinden indi bir müddet duvara yaslanarak dinledi. Sonra bu Âyet-i kerime’lerin tesiriyle evinde bir ay hasta yattı. Herkes ziyaretine gitti, fakat hastalığının sebebini kimse anlayamadı.

Bir mecliste bir delikanlı bol bol kahkahalar savururken Hasan-ı Basri Hazretleri oraya uğradı ve delikanlıyı çağırdı:

“Oğlum, Sırat’ı geçtin mi?

Hayır!

Gideceğin yerin cennet veya cehennem olduğunu biliyor musun?

Hayır!

O halde bu kahkaha nedir?” dedi. Delikanlı bundan sonra hiç gülmedi.

Hammâd bin Abdu Rabbih oturduğu vakit adeta hemen kalkacakmış gibi muvakkat bir vaziyette otururdu, kendisine: “Rahat otursana” diyenlere: “Öyle rahat oturmak, emin adamlara mahsustur. Ben ise asi bir kulum öyle oturamam.” dedi.

Ahmet bin Hanbel -rahmetullahi aleyh- diyor ki:

“Allah’tan bana bir korku kapısını açmasını istedim. Allah-u Teâlâ bana öyle bir kapı açtı ki, neredeyse aklımın kaybolacağından korktum, bunun üzerine: “Yâ Rabb’i, dayanabileceğim kadar bana korku ver.” dedim. Kalbim sükun buldu.”

İşte enbiyâ, evliyâ ve sâlihlerin korkusu.

Korku fazla isyanla değil, safâ-i kalp ve kemâl-i marifetle olmalıdır. Yoksa bizim güvenip emanet ettiğimiz günahımızın azlığında ve ibadetimizin çokluğunda değildir. Ne yazık ki ne ölüm yolculuğunun yakın olması bizi uyardı, ne de günah çokluğu bizi harekete geçirdi. Hatta ne korkanların halini müşahede bizi korkuttu, ne de son nefes tehlikesi bizi rahatsız etti. Yalnız Allah-u Teâlâ’dan fazl-u keremiyle halimizi düzeltmesini istirham eyleriz.

Eğer Allah-u Teâlâ fazl-u keremiyle lütfetmez ve bize nasuh tevbesini nasip edip ayıplarımızı af etmezse halimiz nicedir. Söyleyip yapmayanlardan, işitip kabul etmeyenlerden, sohbeti dinlerken ağlayıp amel vakti geldiği zaman isyan edenlerden olmamayı Allah-u Teâlâ’dan niyaz eyleriz.