Muhterem Okuyucularımız;
Bu zaman seyyiat zamanıdır, bu devir deccâliyat devridir. Âhir zamandan olan bugün artık fitne ve fesadın alabildiğine çoğaldığı, İslâm dininin dışına çıktığı halde dindenmiş gibi görünüp, dinden konuşup müslümanları Hakk din olan İslâm’dan uzaklaştırmak isteyen, halkın zihinlerini bulandıran sahte ve yalan yanlış emellerine alet edenlerin birbiri ardına çıktığı bu devirde bütün bunların âkıbetlerinin ne olduğuna bir bakın!
Cenâb-ı Hakk’a şükürler olsun ki; bu sûret-i hakk’tan görünenler, din-i İslâm’ı ifsat etmek için, tahrip ve tahrif etmek için gerek televizyonlarda, gerekse gazeteler vasıtasıyla, gerekse kurdukları vasıtalarla vargüçleriyle çalışmalarına rağmen durumları meydanda, ne olduk ları, ne için çalıştıkları ortaya çıktı.
Din kurucularını Allah-u Teâlâ nasıl kuruttu, nasıl yıktı, neler yaptılar, neler oldu.
“Bir de görürsünüz ki bâtıl yok olup gitmiştir.” (Enbiyâ: 18)
Bu Âyet-i kerime bütün din kurucuların sihirlerini bozmuş atmış, küfre kaydıkları meydanda kalmıştır.
Hülasâ hükümleri kalmadı, isimleri kaldı...
Ey insanlar! Bunlar koyun postuna bürünmüş kurtlardı. Bunları size tanıtmak için çok çalışıldı. Biz zamanında bunların bir bir içyüzlerini size arzederdik.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Fâsıka yardım eden İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” buyururdu. (Münâvî)
Bunu size her fırsatta arzederdik. Bu din kurucuların gayesi İslâm’ı yıkmaktı, kendi dinlerini İslâm dalları ile süsleyip yaşatmaktı.
İşte bu sahtekârlarla bu şekilde mücadele edildi, Allah-u Teâlâ lütfetti ve bunların hepsini yere serdi.
Ey insanlar! Bunu düşünüp hâlâ Cenâb-ı Allah’a şükür, bize teşekkür etmeyecek misiniz?
Zira bu soygunculardan sizi kurtardık. Bir taraftan dininizden, bir taraftan maddenizden alıyorlardı. Her biri kendi dinine çekmekle İslâm’dan çıkıyordunuz. Bütün kazandıklarınızı rahatça alıyorlardı hiç sesiniz çıkmıyordu.
Şimdi artık ne dininizden alıkoyan var, ne de kazandığınızı elinizden alan var.
Bütün gayemiz iman kurtarmaktır, müslümanların bu hak yoldan çıkmışların peşine düşmemesidir. Zira onların peşinden giden imanını kaybeder, imansız olur. Aralarına iltihak edip karıştığı anda, onlarla cehennemin alt tabakasına gideceği muhakkaktır.
•
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Abdullah İbn-i Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“İleride genç bir grup ortaya çıkacak. Bunlar Kur’an’ı okuyacaklar, ancak okudukları gırtlaklarından aşağıya geçmeyecek. Onlardan bir grup çıktıkça kökleri kazınacaktır. Nihayet onların bu sürdürdüğü hile ve aldatma esnasında deccal çıkacaktır.”
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in:
‘Onlardan bir grup çıktıkça kökleri kazınacaktır.’ ibaresini yirmi kereden fazla işittim.” (İbn-i Mâce)
Allah-u Teâlâ’nın hakkın bâtıla, imanın küfre, hakikatin dalâlete galip geleceğine dair hem vaad-i sübhanî’si, hem müjde-i ilâhî’si var.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Biz hakkı bâtılın tepesine şiddetle indirip atarız da, onun beynini parçalar.” (Enbiyâ: 18)
Ey bölücüler, ey sahte din kurucuları! Gördüğünüz gibi Allah-u Teâlâ’nın ihsanı ile bu hakkı beyninize atıyorum ve beyninizi parçalıyorum. Siz artık ne kıpırdamaya, ne de cevap vermeye muktedir değilsiniz. Bunu biliyorum, amma sizi de bilsin ve bu beyanları okuyanlar da bu hakikati görsün diye yapıyorum. Çünkü sizin önünüze sürülen, sunulan beyanlar hep Allah-u Teâlâ’nın kelâmı ve hakikatleridir. Bu hakikatler karşısında hem sahtekârlığınızı, hem ilâhlarınızın tuttuğu yolu beşeriyet bilsin istiyorum.
“Bir de görürsünüz ki bâtıl yok olup gitmiştir.” (Enbiyâ: 18)
Bu Âyet-i kerime bütün din kurucuların sihirlerini bozmuş atmış, küfre kaydıkları meydanda kalmıştır.
Hülasâ hükümleri kalmadı, isimleri kaldı...
Din kurucularını Allah-u Teâlâ nasıl kuruttu, nasıl yıktı, neler yaptılar, neler oldu.
Sahte din kuranların dinleri de kendileri de nasıl kurudu?
Hani o: “Refah’tan başka İslâm yoktur!” diyenler? “Hak geldi bâtıl gitti!” diyenler? Hazret-i Allah’ın dinini patatese çevirip: “Refah partisinden olmayanlar patates dinindendir.” diyenler?
İslâm dinini kendine mâledip, zekâtı, haccı, nikâh’ı sahiplenenler, kendi icraatlarına, ulvi ve yüce dinimizi alet edenler, güzel camilerimizi alet edenler, setrin kalkması, Kur’an kursları ve İmam Hatiplerin kapanmasına imza verenler.
Şimdi n’oldular, Hazret-i Allah ve O’nun dinini kullanmanın ne demek olduğunu bildiler. Durumlarını hep gördünüz.
Allah-u Teâlâ’nın vaâd-i sübhanisi:
“De ki: Hak gelmiştir. Artık bâtıl ne yeniden birşey başlatabilir, ne de tekrar geri getirebilir.” (Sebe: 49)
Hani o narcılar? Himmet gecelerini kuranlar? Her fırsatta halkı kaz gibi yolanlar?
“Tesettür teferruattır.” diyerek müslüman halkın başörtüsüne olan inancını zedeleyenler, hoşgörü toplantıları düzenleyip, küfrü hoş gören ve göstermeye çalışanlar, papaza “Hazret” diyenler, papazın ayağına gidip İslâm’ı küçük düşürmeye çalışanlar...
Yapanın yanına kâr kalmadı. Zira Hazret-i Allah öyle bir Allah’tır ki, ne para toplayabiliyorlar, ne de icraatlarına devam edebiliyorlar.
Âyet-i kerime’sinde:
“Allah bâtılı imha eder, kelimeleriyle hakkı gerçekleştirir.” (Şurâ: 24)
Hani o: “Dinleri süleymancılık imanları para olanlar? Has huyları gasb, meslekleri dilencilik olanlar? Mercedes arabaları ile sanayi çarşılarında kapı kapı gezenler ve süleymancılık dini için dilenenler?
Allah-u Teâlâ kesinlikle yasakladığı fâize “helâl”dir, deyip halkı harama sürükleyenler, Hazret-i Allah’ı, Kelâmullah’ı, Resulullah’ı mahkemeye verenler! Ne oldular şimdi...
Kime tutundular? Âkıbetleri ne oldu? Ahiretteki durumlarının ne olacağını Yaratan bilir.
Dikkat ederseniz, şimdi ne para toplayabiliyorlar ne dilenebiliyorlar; gelirleri kesildi.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Günahkârlar istemese de Allah, sözleriyle Hakk’ı ortaya çıkaracaktır.” (Yunus: 82)
Hani o Kaplan dinini ecnebi memlekette ilân edip ben halifeyim diyenler? Âkıbetleri ne oldu?
Saf ve temiz müslümanlardan yüklü paralar toplayıp oğluna bırakıp giden, Türk bayrağına “paçavra” diyerek yakan adam, daha dünyada iken rezil oldu. Hani en büyük sendin, hani saltanatın?
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı; kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
Daha önce de izah ettiğimiz sahte isaların sahte mehdilerin sahte dabbetül-arzların ve diğer sahtekârların âkıbeti ne oldu, bunların hepsini Allah-u Teâlâ yere sermedi mi?
Bu zaman seyyiat zamanıdır, bu devir deccâliyat devridir. Âhir zamandan olan bugün artık fitne ve fesadın alabildiğine çoğaldığı, İslâm dininin dışına çıktığı halde dindenmiş gibi görünüp, dinden konuşup müslümanları Hakk din olan İslâm’dan uzaklaştırmak isteyen, halkın zihinlerini bulandıran sahte ve yalan yanlış emellerine alet edenlerin birbiri ardına çıktığı bu devirde bütün bunların âkıbetlerinin ne olduğuna bir bakın!
Cenâb-ı Hakk’a şükürler olsun ki; bu sûret-i hakk’tan görünenler, din-i İslâm’ı ifsat etmek için, tahrip ve tahrif etmek için gerek televizyonlarda, gerekse gazeteler vasıtasıyla, gerekse kurdukları vasıtalarla vargüçleriyle çalışmalarına rağmen durumları meydanda, ne oldukları, ne için çalıştıkları ortaya çıktı.
•
Ey insanlar! Bunlar koyun postuna bürünmüş kurtlardı. Bunları size tanıtmak için çok çalışıldı. Biz zamanında bunların bir bir içyüzlerini size arzederdik.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Fâsıka yardım eden İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” buyururdu. (Münâvî)
Bunu size her fırsatta arzederdik. Bu din kurucuların gayesi İslâm’ı yıkmaktı, kendi dinlerini İslâm dalları ile süsleyip yaşatmaktı.
Gerçekten Resulullah Aleyhisselâm’a iman etseydiniz ve bu emr-i şerif’ini dinleseydiniz, bu fâsıklar din-i İslâm’ı yıkarken onlara yardımcı olmazdınız. Hem imanınızı, hem de dünyalığınızı bu iman hırsızlarından, bu din-i İslâm’daki eşkiyalardan kurtarabilirdiniz. Sizin paralarınızla, sizin desteğinizle İslâm dinini parça parça ettiler, dinlerini kurdular ve ilân ettiler. Bunun müsebbibi de sizsiniz, mesuliyet size âittir, ahirette onlarla beraber olacağınızı da unutmayın. Suçta onlara ortak olduğunuzu bilin.
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla (önderleriyle) beraber çağıracağız.” buyuruyor. (İsrâ: 71)
Zira bunlar sizin hem imanlarınızı, hem de paralarınızı aldılar, din-i İslâm’ı böldüler. Bundan daha büyük zarar olabilir mi?
Ve fakat:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Biz hakkı bâtılın tepesine şiddetle indirip atarız da, onun beynini parçalar.” (Enbiyâ: 18)
Parçalanmadı mı be kardeşim? Hangisi ayakta kaldı? Hazret-i Allah bunları kahretti, rezil etti, zelil etti, lânet etti, daha dünyada iken.
Kıyamete kadar ölmeyecekler amma serilecekler! Halk da bunların nasıl serildiğini anlamış olacak
Abdullah İbn-i Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“İleride genç bir grup ortaya çıkacak. Bunlar Kur’an’ı okuyacaklar, ancak okudukları gırtlaklarından aşağıya geçmeyecek.
Onlardan bir grup çıktıkça kökleri kazınacaktır. Nihayet onların bu sürdürdüğü hile ve aldatma esnasında deccal çıkacaktır.”
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in: ‘Onlardan bir grup çıktıkça kökleri kazınacaktır.’ ibaresini yirmi kereden fazla işittim.” (İbn-i Mâce)
Yani türemeler türeyecek, kökü kesilecek, yine türeyecek yine kökü kesilecek. Bu o kadar devam edecek ki, deccal çıkıncaya kadar bu türeme devri devam edecek.
İşte bu sahtekârlarla bu şekilde mücadele edildi, Allah-u Teâlâ lütfetti ve bunların hepsini yere serdi.
Ey insanlar! Bunu düşünüp hâlâ Cenâb-ı Allah’a şükür, bize teşekkür etmeyecek misiniz?
Zira bu soygunculardan sizi kurtardık. Bir taraftan dininizden, bir taraftan maddenizden alıyorlardı. Her biri kendi dinine çekmekle İslâm’dan çıkıyordunuz. Bütün kazandıklarınızı rahatça alıyorlardı hiç sesiniz çıkmıyordu.
Şimdi artık ne dininizden alıkoyan var, ne de kazandığınızı elinizden alan var.
•
Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, ilâhî bütün hükümleri hiçe sayıp nefsini ilâh edinenlerle, Allah-u Teâlâ’ya ve hükmüne karşı gelenlerle ve deccalden daha beter olan sapıtıcı imamlarla karşı karşıyasın.
Oysa Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ haccı sırasında hamd ve senâda bulunmuş, akabinde Mesih ve Deccal’den uzun uzun söz etmiş, şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla korkuttu. Nuh Aleyhisselâm ümmetini onunla korkuttu, ondan sonra gelen peygamberler de korkuttular.
O sizin aranızdan çıkacak. Onun hali sizden gizli kalmayacak. Rabbinizin tek gözlü olmadığı size gizli değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü dışa fırlamış üzüm danesi gibidir.” (Buhârî - Müslim)
Ben de sizi korkutuyorum.
Ve fakat Deccal’in fitnesi bu kadar büyük olduğu halde, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu sapıtıcı imamları ondan daha beter ve ondan daha tehlikeli saymıştır.
Nitekim bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:
“Sizin için Deccal’den daha çok Deccal olmayanlardan korkarım.
- Onlar kimlerdir?
Saptırıcı imamlardır.” (Ahmed bin Hanbel)
Dikkat edin! İslâm dininin yıkıcılarını, bunların Deccal’den daha beter olduğunu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz beyan etti ve ilân etti.
Niçin Deccal’den daha korkunç ve daha tehlikelidir bu sapıtıcı imamlar?
Deccal’in işaretleri bellidir, doğrudan doğruya Allahlık dâvâsı ile çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.
Dikkat ederseniz ancak kâmil iman sahiplerinin aldanmayacağına işaret ediyoruz. Görülüyor ki, iman sahibi olduğunu söyleyen milyonlarca müslüman bu sapıtıcı imamlara uydular, göre göre nasıl kuyuya düşerek imandan çıktılar!
Herkes hayır kazanmaya çalışıyor, birşeyler yapmaya gayret ediyor, fakat öz niyetini ancak Allah-u Teâlâ bilir. Kalbinde başka muhabbet tutan bir kimsenin, ağzı ile başka söz söylemesinin hiç kıymeti yok. Demek ki iman lâf işi değil.
Ve fakat bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler, İslâm’ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara iltihak etti ve intisap etti. Şu kadar var ki, aslında sûret-i haktan görünen bu deccaller, bu kitleleri görünce asıl hüviyetlerini ortaya koydular. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, hepsi de ayrı ayrı dinlerini ilân ettiler. Kendi kurdukları dini ayakta tutabilmek için Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini arkaya attılar, hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar. Kendi dinlerinin icaplarını ortaya koydular ve kitleler halindeki müslümanları hem kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını soydular ve yoldular.
İşte Deccal bunu yapamaz. Deccal’den beter oluşları, sûret-i haktan görünüşlerinden oldu. Böylece birçok müslümanları hem imanlarından soydular, aldılar, hem dünyalarını hem âhiretlerini yok ettiler.
Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal’den daha beter oldular. Nefsini ilâh edinen bu imamlar bu halkı kandırmaya çalıştılar. Acaba Allah-u Teâlâ’yı da kandırmaya çalışacaklar mı?
Oysa Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruyor:
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyurur:
‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki, aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.’” (Tirmizî)
Buna da âmil olan, İslâm maskesi altında Din-i mübin’e yaptıkları büyük tahribattır.
Bu Hadis-i şerif’leri size bir çok defa arzederdik. Siz bunların yumuşaklığına aldandınız, amma gönüllerinin kurt gönlü olduğunu bilemediniz, bu kurtları desteklediniz ve beslediniz.
Şu âkıbete bir bakın, mesuliyeti bir düşünün! Onlar nerede, siz nerede?Onlarla beraber haşrolunacağınızı da unutmayın!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tarif buyurduğu Deccal’den daha beter, daha kötü sapıtıcı imamlar ve türemeler neler yaptı?
Koyun postuna büründüler, bir taraftan müslümanları avutarak kurdukları sahte dine celbettiler, bu suretle imanlarını yok ettiler, diğer taraftan çeşitli entrikalarla maddelerini paralarını aldılar.
Allah-u Teâlâ’nın dinini bıraktılar, şeytanın adımlarına uydular. Onun içindir ki bu hale düşmüşlerdir. Bu hale düştükleri gibi, müslümanları da bu hale düşürmüşlerdir.
Din kuran bu sapıtıcıların hepsi bu gaye için çalıştılar. Gizli veya âşikâr olarak Allahlık dâvâsında bulundular.
Allah-u Teâlâ bunların içyüzlerini Âyet-i kerime’lerinde belirtiyordu.
Meselâ:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)
Buyuruyordu, emir veriyordu. Fakat onlarla ilgi kuranlar bu emr-i ilâhî’yi dinlemez oldu.
•
Âhir zaman ulemâsına gelince; bunlar da sûret-i haktan göründüler. Her biri din-i İslâm’ı ifsat etmek için, tahrip ve tahrif etmek için gerek televizyonlarda gerekse gazeteler vasıtasıyla bütün güçleri ile çalıştılar.
Bu sapıtıcı imamların kimisi imamlığını ilân etti, Allahlık dâvâsında bulunanlar da oldu.
Bunların içlerinden Yaşar Nuri Öztürk, Edip Yüksel, İskender Evrenesoğlu, Nazmi Sakallıoğlu, Refet Kayserilioğlu hakkında da “Âhir Zaman Âlimleri” adı ile bir kitap yazıldı. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle hepsine bir bir cevap verildi.
Bunların gaye ve maksatları din-i İslâm’ı ifsad etmek ve aslından çıkarıp hurafeye çevirmektir.
Müslümanmış gibi göründüler, gayeleri ise ayrı idi. Islah yapıyor ve nasihat ediyormuş gibi görünüyorladı ve fakat niyetleri ifsat olduğu için, her an her fırsatta tahribat idi.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kendilerine:‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.’ denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler. İyi bilin ki asıl bozguncular kendileridir, lâkin anlamazlar.” (Bakara: 11-12)
Bunlar başkalarına hizmet ediyorlardı.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz zâlimlerden öç alacağız!” (Secde: 22)
Bunların içinde kimisi “İmam benim” dedi, kimisi sahte İsa, kimisi sahte Mehdi kesildi, kimisi “Ben Dabbet’ül arz’ım” dedi, Yaşar Nuri gibi kimileri çok şiddetli ifsatçı.
Bu gibilerin fesatlarını ve küfre kaydıklarını ortaya koymak için her mevzuda Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle izah ve ispat ettik.
Ve hiçbir fert Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le cevap veremedikleri için, onlara isnat edilen küfrü ister istemez kabullendiler.
Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal’den daha beter oldular. Nefsini ilâh edinen bu imansız imamlar bu halkı kandırmaya çalışıyorlar. Acaba Cenâb-ı Hakk’ı da kandırmaya çalışacaklar mı?
Hülâsa; sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, bütün bunlar din-i İslâm’a cephe aldılar. Onu yıkmak için, kurdukları dinlerini ayakta tutmak için Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini arkaya attılar, hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar.
Bu suretle İslâm dinini ortadan kaldırmaya çalışan bu dokuz muhalif fırka ortalığı kararttıkça kararttılar, müslümanları kararsız hale getirdiler.
Bunlar papazdan da, hahamdan da, mecusiden de tehlikelidirler. Zira onların cephesi var, fakat bunların cephesi yok.
Müslüman gibi göründüklerinden ötürü bu fesadı, bu ifsadı yapabiliyorlar.
Çünkü bu sapıtıcılar sûret-i haktan göründükleri için, hakikatı bilmeyenler bu gibi fesatçı ifsatçıların lâfına bakıyor, nefislerine de cazip geliyor, baklavanın içindeki zehiri de görmüyor, kendisini öldürecek olan bu zehirden habersiz. Oysa ki onu yuttuğu zaman ebedi hayatını öldürüyor. O bir zehir hapıdır, imanı öldürüyor. İşte bunlar bu hapı halka gayet rahat yutturuyorlar.
Bunun içindir ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha çıkar. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar.” (Tirmizi: 2196)
Yaptıkları dünyalık elde etmek ve bilgisizlik sebebiyledir. Azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini fedâ ediyorlar. Böylece ümmet-i Muhammed eriyip gidiyor.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Bir takım fitneler olacaktır. O fitnelerde oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Kim o fitnelerin başında dikilirse, fitneler onu yıkar. Her kim o fitneler zamanında sığınacak bir yer bulursa, hemen oraya sığınsın.” (Müslim)
Birçok fitneler zuhur edecek, ediyor da.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İşte bu benim dosdoğru yolumdur. Siz ona uyun. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah’ın yolundan ayırmasın.” (En’am: 153)
Buyurduğu halde, bunlar Allah-u Teâlâ’nın dinini bıraktılar, kendi uydurdukları sapmış yollara saptılar ve din-i İslâm’dan çıktılar.
•
İşte böyle bir zamanda Allah-u Teâlâ bu ilmi indirdi, bunların küfürlerini yüzlerine vurdu, maskelerini de kaldırdı.
Kendi katında dinin İslâm dini olduğunu ve onların kurdukları dinlerin muteber olmadığını Âyet-i kerime’leri ile beşeriyete duyurdu.
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imrân: 19)
Âyet-i kerime’si mucibince; Allah-u Teâlâ’nın izni ve desteğiyle bunların üzerine öyle bir yüründü ki; sahte ve sapmış olduklarını, küfre kaydıklarını, dalâlet batağına düştüklerini bildiren Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler yüzlerine karşı okundu, bâtıl oldukları anlatıldı. Ne küfürden dönebildiler, ne de dinlerini yürütebildiler. Maskeleri inince hepsi de ortada kaldı. Öyle olmadı mı?
Allah-u Teâlâ şimdiye kadar kimseye vermediğini fakire vermiştir. Şöyle ki; hiçbir tahsilim olmadığı halde kitaplar Âyet-i kerime, Hadis-i kudsî ve Hadis-i şerif’lerle teyid edilip mühürlenmiştir.
İçinde zâhirî ilimden, tarikat ilminden, marifetullah ilminden uzun uzadıya bahsedilmiş ve açıklanmıştır.
Nitekim İmâm-ı Rabbânî -kuddisse sırruh- Hazretleri 317. Mektub’unda:
“Bu ilimlerin ve marifetlerin sahibi, bu binin müceddididir. Ki bu, ona bakanlara gizli bir mânâ değildir.” buyurur.
Onu görmüyorsan, ona Allah-u Teâlâ’nın ihsan ettiğini de mi görmüyorsun, oradan da mı tanımıyorsun?
Her din kuran sapıtıcı imam hakkında ayrı ayrı kitaplar yazıldı, bu sapıtıcıların sapıklıkları açıklandı ve bu kitaplar önlerine konuldu. Bu kitaplar gerek Türkiye’ye, gerek bütün dünyaya yayılıyor. Bu cihatçılar bu nuru yaydıkça zulümat dağılıyor ve onların iktidarları hükümsüz kalıyor. İmansız olanlar tevbe edip imana kavuşuyor. Böylece biiznillah-i Teâlâ bu cihad dünyanın birçok yerlerinde devam ediyor.
Üzerlerine gidilirken hiçbir kimseden çekinilmedi.
Nihayet bunların maskelerini böyle indirdik, küfürlerini ortaya koyduk ve bütün dünyaya duyurduk. İslâm dininin dimdik ayakta durduğunu ilân ettik ve Resulullah Aleyhisselâm’ın siyah bayrağını da çektik.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum: 30)
Ne bir itirazları olabildi, ne de bir cevap verebildiler, küfürde donup kaldılar. Böylece ayakta dimdik duran İslâm dinini yıkmak şöyle dursun, zedeleyemediler bile. Ancak küfürleri yanlarına kâr kaldı. Hak gelince bâtıl yok oldu.
“De ki: Hak geldi, bâtıl gitti. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur.” (İsrâ: 81)
Bunlar gerçekten de bâtıldı, fakat hak gelince bunlar yok oldular.
Dikkat edin, bunlar imanınızı da paranızı da soyuyorlardı. Fakat hak gelince bâtıl gidince ne paranız soyuldu ne de imanınız soyuldu.
Daha dünyada iken arkalarına lânet takıldı, artık bu lânetle cehennemi bulurlar. Onlara ancak bu lâyık ve bu müstehaktır.
“De ki: Hak gelmiştir. Artık bâtıl ne yeniden birşey başlatabilir, ne de tekrar geri getirebilir.” (Sebe: 49)
Allah-u Teâlâ bu bayraklıları bu lütufla nasipdar etti, bu çığırı onlara sirayet etti, bu çığırı bu akıncılar açtılar, bu hakikatı bunlar yaydılar, bu berzahı bunlar kurdular. Bunun için de bihakkın bu lütuf faziletine erdiler.
Öyle bir fazilet ki, Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i imran: 110)
Bu Âyet-i kerime cihatçılar için en büyük müjde olduğu gibi, bu nura karşı çıkanların da küfrünü ortaya koyan en büyük alâmettir.
•
Allah-u Teâlâ yemin edilen hususların kıymetinin yüceliğini belirtmek için beş şeye yemin etmiştir. Nitekim Mürselât sûre-i şerif’inin 1. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Birbiri peşinden gönderilenlere andolsun ki!” (Mürselât: 1)
Allah-u Teâlâ bu gönderilenlerin her türlü hayırlarla, iyiliklerle gönderildiğini beyan buyurmaktadır.
Bütün bunların hepsi O’nun dilemesi ve göndermesi ile olur. Kimi ne ile gönderdi ise o vazifeyi yapar, hepsi de O’nun emri ve hükmü ile hareket eder. Zira yaratmak da emretmek de Allah’a mahsustur. Bütün âlemleri dilediği gibi yönetmektedir.
Âyet-i kerime’de geçen “Gönderilenler”den murad; hayır ile müjdeci peşpeşe gönderilen melekler, “Lâ ilâhe illâllah” ile gönderilen ve birbirini izleyen Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olduğu gibi, onlardan sonra peşpeşe gönderilen peygamber vekilleridir.
Onların vekillerinden murad ise kibâr-ı evliyâullah’tan olan Mürşid-i kâmil’lerdir, başkasına şâmil değildir.
Yani bunları O gönderiyor. Allah-u Teâlâ’nın izniyle bu cihadı bu gönderilenler yapıyor.
Bu gönderilme durumunu size şöyle arzedelim:
İsa Aleyhisselâm hayatta iken, dinini müjdelemek için zaman zaman çeşitli yerlere dâvetçiler gönderiyordu. Antakya halkını Tevhid’e dâvet etmek için Havârilerinden iki kişiyi göndermişti. Oranın halkı karşı çıkınca arkalarından bir Havârî daha gönderdi.
Allah-u Teâlâ bu hadiseyi Kur’an-ı kerim’inde şöyle haber veriyor:
“O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı.” (Yâsin: 14)
Elçiler onlara gelip kendilerini Hakk’a dâvet ettiklerinde, hiç düşünmeden reddettiler. Hatta üzerlerine saldırdılar ve hapsettiler.
“Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklemiştik.” (Yâsin: 14)
Bu üçüncü zât da oranın halkını aynı surette Tevhid’e dâvet etti. Daha önce gelen iki zâtı teyidde ve tasdikte bulundu.
Bu üç zât Antakya halkına:
“‘Gerçekten biz size gönderildik.’ demişlerdi.” (Yâsin: 14)
Dikkat edilirse onları görünüşte İsâ Aleyhisselâm gönderdi, fakat Allah-u Teâlâ “Biz gönderdik.” buyuruyor. “Biz gönderdik.” buyurulması, İsa Aleyhisselâm tarafından gönderilmeleri de Allah-u Teâlâ’nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.
Binaenaleyh bu gönderilenler Allah-u Teâlâ’nın emrini tebliğ ediyorsa, gönderilmiş olduğu için, halkın onlara itaat etmesi gerekiyor.
Onlara isyan eden, gönderene isyan etti demektir. Âhirette de bundan ötürü muhasebeye çekileceği şüphesizdir.
“Ey kulum! Benim ahkâmım sana duyurulmadı mı? Benim ahkâmıma mı iman ettin, yoksa imamına mı iman ettin?”
İmama iman edenler, iman ettikleri imamın orada da peşinde olup cehennemi boylayacaklar. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın hükmünü hiçe saydılar.
Âyet-i kerime’de:
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız.” buyuruluyor. (İsrâ: 71)
İmam; insanlara öncülük eden, beraberinde de kendi yolunca giden ve peşinden gelen bir topluluk meydana getiren lider, önder demektir.
Bu bakımdan Allah yoluna dâvet eden, birliğe beraberliğe gayret eden imamlar olduğu gibi, cehenneme dâvet eden imamlar da vardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” (Kasas: 41)
Kendilerine teveccüh eden azabı hiçbir kimse onların üzerinden kaldıramayacaktır.
Allah yoluna dâvet eden imamlar hakkında ise Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve hak ile hüküm verirler.” (A’râf: 181)
O’nun memur ettiği, vazife için ileriye sürdüğü kimseler bunlardır, Hakk’ı tebliğ eden ve halkı Hakk’a çağıran yine bunlardır.
Onların kalbinde yalnız Hazret-i Allah olduğu için Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah’a götürürler.
•
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Mürselât sûre-i şerif’inin 5. ve 6. Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“(Kalplerde) Allah’ın zikrini uyandıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 5)
İlâhî buyrukları insanların kalp ve dimağlarına yerleştirmeye çalışırlar.
“Gerek (Allah’a yönelenleri) arıtmak, gerek (kötüleri) sakındırmak için olsun.” (Mürselât: 6)
Allah-u Teâlâ’ya yönelenleri arındırmak için, kötüleri kötülüklerinden sakındırmak için övüp telkin ederler.
Her fırsatta, her fesatçının, saptırıcı imamların, Allahlık dâvâsı güdenlerin, yalancı Dabbe’tül-arz’ların, yalancı İsa’ların, yalancı Mehdi’lerin ve bunlara benzer ifsatçıların amansız düşmanıdırlar.
Bütün bu yalancıların, fesatçı ve ifsatçıların hiç çekinmeden üzerlerine giderler. Ümmet-i Muhammed’i fesat ve ifsattan kurtarmak için, dolayısıyle imanlarını kurtarmak için hakikatı bütün açıklığı ile tebliğ ederler.
Bu kararmış âlemin zulümât bulutları, hiçbir kavmin yapamadığı cihadı yapan bu bayraklılarla dağılıyor, hakikat güneşi ile açılıyor.
Bütün gaye ve maksatları nur-i Muhammedî’nin yayılması, insanların Allah ve Resul’ünde birleşmesidir.
Ceddimiz olan Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz kıyamete kadar hakkı koruyarak hakikatı ayakta tutacak olan zümrenin, sayıları pek az olan sâlih kimselerden ibaret olacağını beyan ederek şöyle buyurmuşlardır:
“Yeryüzü kıyamete kadar Allah-u Teâlâ’nın hüccetini ayakta tutacak, Âyet’lerini iptalden koruyacak kimselerden hâli kalmaz. Onlar insanlar içinde sayıları çok az, fakat Allah katında kıymetleri çok yüksek kimselerdir.” (Kût’ul-Kulûb:c.1, sh. 134)
•
Tevbe sûre-i şerif’inin 32. ve 33. Âyet-i kerime’lerinde ise şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır.” (Tevbe: 32)
Allah-u Teâlâ hakkı ve hakikatı açığa çıkarmak, Tevhid’in nurunu parlatmak, İslâm’ı yüceltmek ve aziz etmek istiyor.
Bunun açıklaması şudur:
“Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber’ini hidayet ve hak din ile gönderen Allah’tır. İsterse müşrikler hoşlanmasınlar.” (Tevbe: 33)
İslâm dininin diğer dinlerden üstün olması sadece Asr-ı saâdete mahsus olmayıp, kıyamete kadar bu hüküm bâkidir. Bu bir vaad-i sübhânîdir.
Hâlen de hak din bütün dinlere üstündür ve bütün dinlere hâkimdir.
Kelâmullah’ın ahkâmını iptal ve tekzib için her neye teşebbüs ettilerse de hiç bir hükmünü değiştiremediler, hiç bir harfini kaldıramadılar.
Her ne kadar Nûr-i İlâhî’yi söndürmeye çalıştılarsa da, Allah-u Teâlâ karşılarına hakikat ehlini çıkardı, emellerine muvaffak olamadılar. Nûr zulmeti söndürdü, hakikat dalâleti dağıttı. Asırlar boyunca bu hep böyle oldu.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu hiç?
Kâfirlere yaptıkları böylece süslü gösterilmiştir.” (En’am: 122)
•
Süleymancılar 2002 yılının Kasım ayı seçimlerinde Süleyman efendiyi dahi âlet ederek, “Mesut’a rey veren Süleyman efendi’ye vermiş olur.” dediler ve halkın ikrahlarını üzerlerine çektiler.
Fakat halk o kadar ikrah etmiş ki, artık onların hiçbir sözüne inanmıyor ve itimat etmiyor.
Allah-u Teâlâ Mürselât sûre-i şerif’inin 2. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Estikçe eserek (zararlıları) savurup atanlara andolsun ki!” (Mürselât: 2)
Estikleri zaman ağaçları kökünden söken, izleri değiştiren rüzgârlar gibi; bu mücahidler de bu kararmış olan âlemde sert çıkışları ve sert esmeleri ile zararları ve zararlıları savurup attılar. Bunların payına da bu düştü. Ümmet-i Muhammed’in başına belâ kesilen, dini dünyaya âlet eden bu kurtları uzaklaştırdılar ve halkı yolunmaktan, soyulmaktan kurtardılar. Bu büyük âfât bertaraf oldu.
Koyun postuna bürünen, dini dünyaya âlet eden, Süleymancılık dininin mensupları neler yaptılar?
Hani o Mercedes arabalarla sanayi çarşılarını, fabrikaları dolaşıp, dükkân dükkân gezip, halkı kaz yerine koyup yolan, soyan Süleymancılar.
Hani o ev ev, tarla tarla dolaşıp fındık, mısır, buğday ve buna benzer ürünleri arabalarla toplayanlar?
Bütün bunların hepsini İslâm dinini âlet ederek, İslâm dini namına yapıyorlardı. Halkı nasıl soyuyorlardı ve yoluyorlardı? Gayeleri, dinlerini kuvvetlendirmek ve ceplerini doldurmaktı.
“Süleymancı yetiştiriyoruz.” demiyorlardı da “İnançlı talebe yetiştiriyoruz.” diyerek kandırıyorlardı. Halk da onları müslüman talebe yetiştiriyor zannediyordu.
Üstelik talebeleri salıverip ev ev, dükkân dükkân dolaştırıp dilendirirlerdi. “Siz zahmet etmeyin, kurbanlarınızı biz keseriz.” derlerdi, halkın kurbanlarını alıp aralarında yutarlardı. Bu soydukları, yoldukları kazlardan elde ettikleri madde ile de altlarına Mercedes arabalar çekerlerdi. Dünyalığınızı aldıkları gibi, dininizi de imanınızı da alıyorlardı.
Çünkü bunların dinleri Süleymancılık olduğu gibi, imanları para, has huyları da gasp idi.
Oysa ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’de şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar için kıyamet günü büyük bir azap vardır.” (Âl-i imrân: 105)
Hani o halkın yardımı ile yapılan câmiler, Kur’an kursları ve hayır müesseseleri?
Hileyle derneklerin idare heyetine girip, çoğunluğu elde ederek câmileri olsun, Kur’an kurslarını olsun, hayır müesseselerini olsun gasbederlerdi. Halkın yardımı ile yapılan binaları üzerlerine geçirip tapularını alırlardı.
•
Bu gasplarından bir tanesini gözler önüne sereyim, siz bin tanesini düşünün.
1970’li yıllarda Bornova’lı müslümanlar bir dernek kurarak tam teşekküllü yatılı bir Kur’an kursu inşa ettiler.
Bilâhare hayırsever bir müslüman Bornova’nın merkezinde iki dönüme yakın arsasını “Kur’an kursu talebelerinin barınması için üstüne bina yapmak” üzere bağışta bulundu. Yine hayırsever vatandaşların yardımıyla bu arsanın üzerine üçer katlı iki büyük bina yapıldı. Talebeler bu binalara yerleştirilerek rahatça öğrenim görmeleri sağlandı.
Diğer taraftan süleymancılar bu binaları ele geçirmek için plânlar yaptılar. Kendilerinden olan kişileri derneğe üye kaydettirdiler. Bir de kendilerinden olan bir öğretmeni de resmi kanaldan Kur’an kursuna tayin ettirmeyi başardılar. Sinsice heyete giriyorlar. Heyette çoğunluğu elde ettiklerinde hemen orasını benimsiyorlar ve rahatça gasbediyorlar.
Bir yıl sonra yapılan dernek seçiminde çoğunluğu sağlayarak derneğin yönetimini ele geçirdiler.
Bu arada kendilerine âit Kur’an kursunu Bornova’ya naklettiler. Bir taraftan da binaların tapularını kendi adamlarının üzerine geçirmek için teşebbüse geçtiler. Tapu dairesinde bazı kişileri elde ederek, sahte belgelerle binaların ve arsanın tapularını resmen kendi adamlarının üzerine geçirdiler, binalara sahip oldular.
Bu oyunlardan haberi olmayan diğer dernek üyeleri ise Kur’an kursunun resmî bir hüviyet kazanması için Bornova Müftülüğüne devretmek istediler. Çünkü 1980’den itibaren yatılı Kur’an kurslarının yönetimi ve denetimi müftülüklerce yapılmaya başlanmıştı.
Bu defa, süleymancı olan yeni idareciler binaların kendilerine ait olduğunu, kimsenin buraya karışamayacağını ileri sürerek binaları derhal boşaltmalarını müftülüğe bildirdiler. Bunun üzerine müftülük ve diğer dernek üyeleri mahkemeye başvurarak dâvâ açtılar.
Süleymancılar kendilerini haklı çıkartmak için bazı nüfuzlu kişileri devreye koydular, mahkemede ellerindeki tapuların kendilerine âit olduğunu ispat ederek dâvâyı kazandılar. Mahkeme de binaların onlara âit olduğunu ve tahliyesinin gerektiğini müftülüğe tebliğ etti. Bunu fırsat bilen süleymancılar yağmurlu ve fırtınalı bir günde binalarda ne kadar resmi Kur’an kursu talebesi varsa eşyaları ile birlikte dışarı attılar. Hatta zâtî eşyalarını ve talebelere âit Kur’an-ı kerim’leri pencerelerden dışarı attıklarına bütün mahalle sakinleri şahittir.
Müftülük derhal polis getirip tahliyeyi durdurmak istediyse de ellerinde mahkeme kararı olduğu için, gelen polisler hiçbir icraat yapamadan geri döndüler.
Bu acıklı manzara karşısında o zamanki Bornova müftüsü ve diğer halk gayr-i ihtiyarî ağladılar. Herkesin tüyleri ürperdi. Atılan eşyaları toplayıp zavallı kurs talebelerini geçici olarak başka bir binanın bodrum katına yerleştirdiler.
Süleymancılar ise gasbettikleri o binaları yurt binası yaptılar. Hâlen o binaları kendi arzuları doğrultusunda pansiyon olarak keyfi kullanıyorlar. Bu ise halkın yaptığı Kur’an kursu idi ve burada kendilerinden olmayanları içeriye sokmuyorlar.
Hatta o binaların ön kısmı mahalleye ait cami idi, mahalle sakinleri orada talebelerle birlikte namaz kılarlardı. Minaresi şimdi bile durmaktadır. O cami olan kısmı bile zaptettiler, kimseyi almıyorlar.
Kendilerinin hiçbir katkıları olmadığı halde, halkın yaptırdığı binaları gasp suretiyle üzerlerine geçirdiler.
Şu yaptıkları hareketin ahkâm-ı ilâhî’ye uyan hangi tarafı var? Bir tarafta emanete hıyanet var, bir tarafta gasp var. Asıl mühim olan İslâm kültür mevzuatını iptal ettirip, camiyi ve talebeleri boşaltmak, camiye cemaati almamak, camiden talebeleri atmak.
Bunlar bunu kendi dinleri olan süleymancılığa göre yaptılar.
İşte bu zararlılar, biiznillah-i Teâlâ bu nur ile bu cihatçılarla sizden uzaklaştırıldı. Şimdi artık ne soyabiliyorlar, ne yolabiliyorlar, ne gasp yapabiliyorlar, ne de istilâ plânlarını kurabiliyorlar. Hepsi de hükümsüz kaldı. İşte bu zararlıları Cenâb-ı Hakk sizden böyle uzaklaştırdı, bu zararlılardan sizi kurtardı.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah bâtılı imhâ eder, kelimeleriyle hakkı gerçekleştirir.” (Şûrâ: 24)
Adil-i mutlak olan Hazret-i Allah’ı mahkemeye verip şikâyet eden, Hâlık-ı Azimüşşan’ı mahlûkuna dâvâ eden, Kelâmullah’ın haklarında verdiği hükmü inkâr edip beğenmeyen, Âyet-i kerime’leri numara numara mahkemeye veren Süleymancılar, fâizi helâl ilân ettikleri gibi, din-i İslâm’ın haklarında verdiği hükme, itiraz ve inkâr ettiler. Hazret-i Allah ve Resul’üne alenen harp ilân ettiler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın.” (Bakara: 278)
Allah-u Teâlâ müminlerin iman etmiş olabilmeleri için fâizi terk etmelerini şart koşuyor ve imanı fâizi bırakmaya bağlıyor. Allah’tan korkup da arta kalan faizden vazgeçmedikleri takdirde imanla alâkaları kalmıyor. Onlar her ne kadar mümin olduklarını iddiâ etseler de mümin değildirler. Allah-u Teâlâ’nın beyanı, şüphe bırakmayacak şekilde açıktır ve katidir.
“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve peygamberine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” (Bakara: 279)
Onların Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilan etmelerinin mânâsı; Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a en büyük isyan ve tuğyanda bulunmanın ifadesi demektir. Böyle bir durumda, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilan edip büyük isyanda bulunanlara müslüman denir mi?
Ve fakat elhamdü lillâhi Rabbil-âlemîn, hak geldi bâtıl yok oldu, yok olmaya da mahkûmdur.
Bu nur çıkınca bu zulümat dağıldı, ne de kendilerinin tutunacakları yer kaldı. Zira artık yolamıyorlar, soyamıyorlar, bey gibi yaşayamıyorlar.
Bunun için Hazret-i Allah’a şükür, bize teşekkür etmeyecek misiniz?Bir taraftan imanınızı, diğer taraftan maddenizi muhafaza ediyorsunuz.
•
İnşaallah yakında Cenâb-ı Hakk bütünlüğü sağlayacak birini gönderir. Dinimizi ve vatanımızı bölen bölücülerden kurtarır. Bir vücut haline getirir. Sizi sorguya çeker. Şu gasp ettiğiniz malları, halktan emdiğiniz kanları sorguya çekmekle, sizde ne yurt kalır ne de keş’ane.
•
Allah-u Teâlâ Mürselât sûre-i şerif’inin 3. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“(Hakikat) tohumlarını yaydıkça yayanlara andolsun ki!” (Mürselât: 3)
Hakikat erleri hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmezler. Vazifelerini bihakkın yürütmek isterler. Hakikatı tebliğ eder, duyurmaya çalışırlar, halkı Hakk’a götürürler ve her şeyden temizlerler.
Bu vazifedarlar hakikatı duyurmak için dünyanın birçok yerlerine seferler düzenlerler. Bu cihatçılar nûr-i ilâhî’yi ulaştırmaya çalışırlar, insanları irşad için uğraşırlar. Hakikatı yaydıkça yayarlar ve iman kurtarırlar.
Hani o: “Hakk geldi batıl gitti!” diyenler, sonra da hakkı ceplerine atan ve bâtıl olup gidenler? Meğer onların hak dediği bu imiş!
Hani o: “Refahtan başka İslâm yok!” diyenler?
Hani o Allah-u Teâlâ’nın dinini kendisine mâletmek isteyen, Allah’lık dâvâsında bulunan ve: Zekâtı bize vermezsen kabul olmaz.” diyenler?
Hani o “Refah partisinden olmayanlar patates dinindendir.” diyenler? “Refahçı olmayanın Hacc’ı kabul olmaz, nikâhı sahih olmaz.” diyenler? Tesettürün kalkması için imza verenler? Refah dini için erkeği dişisi kapı kapı dolaşıp dilenenler ve halkı soyanlar? Hakkı ceplerine atıp bâtıl olup çıkanlar?
Bunların bütün gayeleri, kendi kurdukları dinlerine dâvet etmekti.
Ve fakat bu hakikat nuru çıkınca, bu cihatçıların meydana çıkması ile; yıldızların karanlığı delip geçtiği gibi, bu nur zulmâniyeti deldi geçti. Hak gelince bâtıl gitti, bunlar da bâtıl olup gittiler.
Bu ilâhi dâvet karşısında maskeleri düştü. Nûr-i ilâhî hâkim oldu. Ne Allah’lık dâvâsı kaldı, ne de onları ilâh edinen türemelerinde bir bağlılık kaldı. Hepsi de sükût-u hayâle uğradılar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bu dünya hayatında biz onların peşine bir lânet taktık (daima lânetle anılacaklardır.) Kıyamet gününde ise onlar çirkinleştirilip iğrenç kimselerden olacaklardır.” (Kasas: 42)
Allah-u Teâlâ bunlara daha dünyada iken gadap etti, rezil ve rüsvay oldular. Ahiretteki durumları ise Allah’a kalmış.
Bunların bu rezillikleri ve hâinlikleri yanlarına kâr kalmayacak, hepsi de rezil ve rüsvay olacak. Mülkün sahibi herkesi imtihan edecek, dilediğini dilediğine verecek.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Aralarında çıkan gruplar, birbirleriyle ayrılığa düştüler. Acıklı bir günün azabı karşısında vay o zulmedenlerin haline!” buyuruyor. (Zuhrûf: 65)
Hakikat güneşi meydana çıkınca, ruhu ölenlerin kimisi dirildi, kimisi de ebedî âfâta gömüldü.
Erbakan, kurduğu refah dininin dallarını İslâm dini ile süslemek istediyse de her dalı kurudu ve çürüdü.
İslâm dininin yıkıcıları, refah dininin kurucuları neler yaptılar?Onun için Deccal’den daha beter oldular.
Hatta bir defasında Almanya’da bir camide cuma günü cemaat dağılırken: “Türkiye’de şeriatın gelmesini isteyen bin mark versin!” dediler. O anda camide yirmi iki kişi vardı, yirmi iki kişiden biner mark topladılar. Bir camiden yirmi iki bin mark almış oldular. Bu para bir camiden toplanıyor, diğer camilerden topladıkları paraları siz tasavvur edin! Böylelikle halkı soydular. Bu din eşkiyaları, bu iman hırsızları halktan korkunç paralar topladılar.
Erbakan: “Refah’tan başka İslâm yoktur.” demesiyle hem dini hem de peygamberliği üzerine almak istedi.
Hiç şüphe yok ki bu şeriat dedikleri, refah dininin şeriatıdır, İslâm dinine göre değildir. Zira İslâm dini bunlara hepsini yasak ettiği gibi para toplamayı da katiyetle yasak etmiştir.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadîm’inde buyurur ki:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Siz bu emr-i şerif’i dinlemediniz.
“Fâsıka ikram eden İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvî)
Hadis-i şerif’i mucibince din-i İslâm’ı yıkmak için fâsıklara da ikram ettiniz. Sizin bu kadar yardımınız bunlara destek verdi ve din-i İslâm’ı hem paramparça ettiler, hem de güzel vatanımızı parçaladılar.
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla (önderleriyle) beraber çağıracağız.” (İsrâ: 71)
Âyet-i kerime’si mucibince siz Erbakan’la beraber haşrolunacağınızı unutmayın! Çünkü suçta ortaksınız.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“De ki: Hak gelmiştir. Artık bâtıl ne yeniden birşey başlatabilir, ne de tekrar geri getirebilir.” (Sebe: 49)
Daha dünyada iken arkalarına lânet takıldı, artık bu lânetle cehennemi bulurlar. Onlara ancak bu lâyıktır ve bu müstehaktır.
•
Allah-u Teâlâ Mürselât sûre-i şerif’inin 4. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun ki!” (Mürselât: 4)
Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini ümmetlerine tebliğ eden peygamberler ve onların vekilleri de bu Âyet-i kerime’nin şümulüne girmektedir.
“De ki: Hak geldi bâtıl gitti.” (İsrâ: 81)
Âyet-i kerime’sinin tecelliyatına yalnız bunlar mazhardır. Bu vazifeyi yapanlar, hakkı söyleyenler, hakkı tebliğ edenler de bunlardır.
Hakkı hak olarak gösterirler, Hakk’a dâvet ederler. Bâtılı ve bâtıl yolların içyüzünü tarif ederler ve bâtıldan sakındırmaya çalışırlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)
Bunlar iman kurtarıcısıdırlar. Allah-u Teâlâ bunları bu vazife için; her türlü kötülüğü, bilhassa bölücülüğü, tefrikayı, ezcümle şerleri def etmek için, din-i İslâm’ın bütünlüğünü sağlamak için ve:
“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb’inizim. O halde benden korkun.” (Müminûn: 52)
Âyet-i kerime’sinde belirtildiği üzere, müslümanları o bir fırkaya çekmek için, ciddi bir berzah koymak için, hak ile bâtılı tamamen ayırmak için göndermiştir.
Nitekim Seyyid Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Feth’ur-Rabbânî” adlı eserinde şöyle buyurur:
“Yerine göre halkın tepesine bir tokmak olur. Hak olanla bâtıl olanı birbirinden ayırt eder.” (60. Meclis)
İşte bu büyük fitne ve şerlerden kurtarmak için, nûr-i ilâhî’yi yaymak ve tokmağı vurmak için, hak ile bâtılın arasını ayırt etmek için, işte bu cihatçılar bu vazife ile gönderilmişlerdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin, Hadis-i şerif’lerinde hiç kimsenin yapamadığı cihadı yaptıklarını haber verdiği cihadı; bu mücahidlerin nasıl yaptıklarını, dünyaya bu nuru nasıl yaydıklarını, Hatem-i veli’nin cihad durumunu Seyyid Abdülkadir Geylânî -kuddise sirruh- Hazretleri “Feth’ur-Rabbânî” adlı eserinin “60. Meclis”inde şöyle beyan buyuruyorlar:
“Hiçbir kapı, önünde kapalı durmaz, açılınca da kapanmaz.” (60. Meclis)
Hem kâfirin küfrünü bildirmek, hem de kapıyı zorla açmak.
Allah-u Teâlâ din-i İslâm’a ve gerçek müminlere her hâl ve zamanda yardım edeceğini, mâni olmak isteyenlerin buna mâni olmak için kendilerini öldürseler bile aslâ mâni olamayacaklarını beyan buyurmaktadır:
“Her kim Allah’ın ona (Peygamber’e) dünyada ve ahirette yardım etmeyeceğini sanıyorsa, o kimse tavana bağladığı bir ipe kendini assın. Sonra kessin de bir baksın, acaba bu hilesi içindeki öfkeyi giderecek mi?” (Hacc: 15)
Bu sahte dinleri yıkmak vazifemizdir. Allah-u Teâlâ bunu bu bayraklılara bahşetmiştir. Bunlara “Bayraklılar Ashâbı” denir. Müdafiler ise Bayraklılar’dır.
•
Hani o, gerek himmet geceleri adı altında, gerekse iftar ziyafetleri ile trilyonlarca para toplayıp Allah-u Teâlâ’nın emrine karşı gelen sofra eşkiyaları?
Halkı yemeğe davet ederlerdi, yemekli toplantılar düzenlerlerdi. Balığı tutmak için olta attıkları gibi gelenleri oltaya takarlardı. Cazgırlar: “Şu kadar şu verdi, şu kadar şu verdi!” diyerek oradaki halkı utandırırlar, paralarını alırlardı. Halkı mahçup etmek suretiyle senet imzalattırırlar, bu senetleri günü gelince ödeyemeyenler icraya verilir, evini, arabasını ve arsasını dahi elinden alırlardı. Hiçbir şeyi bırakmazlardı. Yani halkı kaz yerine koyarlardı. Gerçek müslümanlar halkı iftara çağırırlardı, diş kirası verirlerdi. Bunlar da iftara çağırıyorlar, amma dişlerini söküyorlar. Bütün bunların hepsi dini dünyaya alet etmek suretiyle oluyordu. Bütün bu sapıtıcı imamlar böyle yapıyordu.
Bu yaptıkları İslâm dininde var mı?
Oysa Allah-u Teâlâ:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun! Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’si ile onların doğru yolda olmadığını bildirdiği halde, halk onların doğru yolda olmadığını bilemedi. Onları müslüman zannetti ve yardım etti.
Eğer Allah-u Teâlâ’nın bu emr-i şerif’ine iman edip riâyet etseydiniz, bu din eşkiyaları ile iman hırsızlarına soyulmazdınız.
Ve şimdiki duruma bir bakın! Korkunç paralar topladılar. O paraları zaptedemediler banka kurdular. Bunun mesulü müsebbibi siz değil misiniz?
Bir taraftan imanlarınızı aldılar, bir taraftan paralarınızı aldılar. Alenen küfrü hoş gördüler, müslümanları kitleler halinde küfre soktular.
“Bir tek evim var, başka bir şeyim yok.” diyerek gözyaşı dökerlerdi. Ve fakat bankalar kurdular. Bunlar sizin hisseniz, sizin desteğiniz değil midir?
Kurbanlarınızı kesmediğinizi, zekâtlarınızı nereye verdiğinizi bir bakın, düşünün. Bugün sizin paralarınızla banka kuruyorlar, şimdi nerede yaşıyorlar? Bunun müsebbibi siz değil misiniz?
Gerçekten Allah-u Teâlâ’nın emirlerini dinleseydiniz, Resulullah Aleyhisselâm’ın Hadis-i şerif’lerine baksaydınız, bunlara uymazdınız.
Her fırsatta sizi ikaz ediyorduk. Fakat siz onları müslüman zannediyordunuz, bütün gücünüzle onları destekliyordunuz ve yardım ediyordunuz. Din-i İslâm’ı yıksınlar diye mi bunu yapıyordunuz?
“Fâsıka ikram eden kimse İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvî)
Hadis-i şerif’ini kaç defa önünüze koymuştuk.
Hani o düzenledikleri yemekli toplantılarda halkı mahçup etmek suretiyle senet imzalattıranlar, bu senetleri ödeyemeyenleri icrâ ile tahsil edip halka zulmedenler?
Hani o Allah-u Teâlâ’nın kesin bir hükmü olan tesettüre “Teferruat” diyenler?
Hani o papazlara “Hazret” diyenler? Hani o hıristiyan papazları ile, yahudi hahamları ile hoşgörü toplantıları yaparak “Keşke her köşeye hoşgörü vakfı kursak da herkes hoşgörü soluklasa!” diyenler?
Hani o necip tarikatlara dil uzatanlar?
Bu da yetmiyormuş gibi nihayet dinini ilân etti. Papalık adına hoşgörü ve diyalog toplantıları tertiplediler ve küfrün hoş görülmesi için iman ve küfür berzahının kaldırılması için çalıştılar. Tevhid inancını, İslâm’ın iman ve İslâm esaslarını bırakıp küfre “Kardeşimiz!” dediler.
Alenen Hazret-i Allah’a karşı gelip, küfrü hoş gördüler, hoşgörüyü ilân ettiler ve bütün müslümanları kötü olmaya dâvet ettiler.
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlarla dost olmayı yasaklamış ve Âyet-i kerime’sinde:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” buyurmuştur. (Mâide: 51)
Son dört-beş yıldır küfrün hoş görülmesi toplantıları yaptılar, Vatikan’a kadar gidip Papa’ya bağlılıklarını bildirdiler, daha sonra da Urfa’ya hıristiyan papa ve papazları ile yahudi hahamlarını dâvet ederek İbrahim Aleyhisselâm’ı dahi emellerine alet ettiler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Birbirine hasım iki zümre.” buyuruyor. (Hacc: 19)
Bu iman ve küfür berzahıdır, hakikat ile dalâlet berzahıdır. Tevhid ve şirk mücadelesidir.
Zira diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“İman ile küfür kesin olarak birbirinden ayrılmıştır.” buyuruyor. (Bakara: 256)
Bunlar ise iman ile küfrü karıştırmak istediler. Küfrü hoş gösterdiler ve tevhidi bırakıp şirki tercih ettiler. Allah-u Teâlâ’nın hududullah’ını kaldırmaya kalktılar. Allah-u Teâlâ böyle buyuruyorken onlar küfrün hoş görülmesi için çalışıyorlar.
Papanın ilân ettiği “Kurtarıcı misyon” isimli genelgesi “Dinlerarası diyalog, kilisenin bütün insanları kiliseye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır. Bu misyon diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir.” şeklinde iken bunların kime hizmet ettiklerini anlamayan, gözlerini açıp bu oyunu sezemeyen müslümanlara ne demeli?
Dinini ilân edip, papazı “Hazret” kabul eden, Papa’nın maksad ve gayesinin hedefe ulaşması için çalışanlara, din-i İslâm’a ve güzel vatana en büyük ihanette bulunanlara siz hâlâ müslüman mı diyeceksiniz?
“Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır.” (Tevbe: 32)
•
Hani küffar elinde halife olanlar, halifeliğini ilân edenler? Hani o hâinler, Türk bayrağına paçavra diyenler? Onlar da böyle halkı soyup yolarlardı. Din-i İslâm’dan çıkarırlardı, Kaplan dinine bağlarlardı. Ve fakat Hakk gelince bâtıllar yok olup gitti. Zaten yok olmaya mahkûmdur.
Kaplancılar neler yaptı? Küfür diyarında dinlerini ilân ettiler, kendi kendilerini halife seçtiler, böylece oradaki halkı yolup soydular ve sonra geberip gittiler.
Küfür diyarında İslâm halifeliğini ilân eden nankör ve sahtekâr Kaplan ve oğlu evvelâ Almanya’nın kuklası idiler, sonra şeytanın maskarası oldular.
Diğerleri gibi bunlar da para topluyorlardı ve halkı yoluyorlardı. Böylece Kaplancılık dinini yaymaya çalışıyorlardı.
Bunların hepsi hakkında kitaplar yazıldığı gibi; bu dinine ve vatanına ihanet eden nankörün hakkında da kitap yazıldı.
Allah-u Teâlâ bunların içyüzünü şöyle vasıflandırıyor:
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı; kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
Görülüyor ki sapanların ve nefsine tapanların Allah-u Teâlâ gerçekten kalplerini mühürlemiştir ve onlar böylece gizli şirke sapmışlardır.
Bunlar müslümanlık için çok büyük tehlikedir.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım.” buyurmuştur. (Müslim)
O da sapıtıcı imamlardandı. Kendisi saptığı gibi, kendisine uyanları da saptırdı. Zira o İslâm dininde bir bölücü idi.
Dini kendine uydurmaya çalıştı. Madde ve menfaat, mevki ve şöhret uğruna dinden çıktığı gibi, kendisine tâbi olanları da dinden çıkardı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde bütün bölücülerin İslâm dâiresinden atıldıklarına dair hudut çizmektedir:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)
Allah-u Teâlâ onları kulluğundan tardetmiş, dininden atmış, Habib-i Ekrem’inin de tardetmesi için emir buyuruyor.
“Benim onlarla bir ilgim yok, senin de olmasın.”
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“Ayrılık yapan bizden değildir.” (Münâvi)
Hadis-i şerif’iyle de ümmetliğe kabul etmiyor.
Dinde bölücülük yapmak ve fitne çıkartmanın cezası çok ağırdır.
Cemalettin Kaplan ve oğlu bölücülüğü yasaklayan bunca Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere karşı geldi. Bu doğrudan kendi dinini ilândır. Buna inanan ve uyanlar da küfre düşmüştür. Küfür ilinde halifeliği ilân ettiği için fâsıkın ta kendisidir.
Bu yüzkarasının ölümünden sonra körükörüne peşlerinden gidenler yerine oğlu Metin Kaplan’ı seçmişler, böylece halktan din adına yoldukları milyarlar oğluna intikal etmiştir.
Bu adam da babasının sapık yolunda icraatına devam etmektedir.
İslâm dininde hicret küfür diyarından İslâm diyarına olur. Resulullah Aleyhisselâm da Mekke’den Medine’ye hicret etmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Günahkârlar istemese de Allah, sözleriyle Hakk’ı ortaya çıkaracaktır.” (Yunus: 82)
Çünkü bunlar dinde eşkiya, imanda hırsız idiler. Şimdiden âkıbetlerine bir bakın ne oldular! Oysa bunların hepsi birer din kurmuştu ve firavunlar gibi allahlık dâvâsında bulunmuşlardı.
•
Kıyamet alâmetlerinden birisi de fitne ve fesad çıkmasıdır. Öyle ki hergün yeni bir fitne çıkmakta, nezih, temiz, saf müslümanların gönüllerini bulandırmaktadır.
Kalbleri hasta olanlar tarafından çıkarılan fitneler sebebiyle din-iman ayaklar altına alınmakta, hakikatler saptırılmaktadır.
Halk çoğunlukla nefse uydukları, İslâm’ı yaşamak, emr-i ilâhî’yi tatbik etmek nefislerine zor geldiği için açık kapı aramaktadırlar. Onlar da halkın içindeki bu arzuları bildiklerinden dolayı halkın hoşuna giden fetvâları vererek ifsad ediyorlar, beşeriyeti peşlerinden sürüklemek istiyorlar. Şu kadar var ki kendilerine modern müslüman adını verenler bunların peşindedirler.
Zaten Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz âhir zaman ulemâsının gökkubbe altındakilerin en şerlileri olacağını çok zaman evvel bildirmişti. Bu gibilere hiç hayret etmeyin. Bu gibiler, sadece bugün değil, bundan evvel de vardı, bundan sonra da çıkacak. O zaman türediği gibi, bundan sonra da türeyecektir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Resul’üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkân: 43)
Emr-i ilâhî’yi bırakıp kendi arzularını hüküm yerine koyan hem şirke düşmüş hem de küfre girmiştir.
İslâmiyet son dindir, kıyamete kadar bâkidir. Her yönü ile ilâhîdir, günün şartlarına uymaz, o şartları değiştirip kendine uydurur. Zamanın değişmesiyle ilâhi hükümler değişmez ve değiştirilemez. İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere dalıp arzu ve heveslere kapıldıkları için, hakikati hatırlatmaya, ruhlarını kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.
Buna rağmen dışarıdan âlim zannettiğiniz fesatçılar Allah-u Teâlâ'nın hudutlarını kaldırmak isterler. Kendilerine âlim süsü veren bu gibi kimseler, hem İslâm'ın ön safında görünmek isterler, hem de din-i mübini kendi arzu ve heveslerine uydurmaya çalışırlar.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri Âyet-i kerime'sinde bize tanıtıyor ve şöyle buyuruyor:
“Bunlar güya Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değildirler.” (Bakara: 9)
İslâm’ı yaşamayanlar İslâm’dan bahsetmeye sahib-i salâhiyet değildirler.
İslâm’ı yaşamadıkları halde İslâm’dan bahseden, ileri-geri konuşan, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri hafife alıp, ortadan kaldıranlar tahripçidirler.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadîm’inde; din-i İslâm’dan sapanların, nefsine tapanların, küfür önderlerinin peşinden gidenlerin kalplerini mühürlediğini ve böylece şirke saptıklarını, sapıklık içinde ömür tükettiklerini haber veriyor:
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı; kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:
“Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım.” buyurmuştur. (Müslim)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Ashâb-ı kiram’dan İbn-i Hudayr -radiyallahu anh-’a “İslâm’ı yıkacak olan şeyleri biliyor musun?” diye sorunca, o da: “Hayır!” cevabını verdi.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
“İslâm’ı yıkacak olan şeyler, ilmin ortadan kalkması, münafıkların Kur’an üzerinde cedelleşmeleri ve saptırıcı imamların hükümleridir.” buyurdular. (Dârimî-Sünen, Katade: 22)
Hakiki âlimlerin sayıca azaldığı, ilim yerine cehaletin ortalığı kapladığı, kendilerine âlim süsü veren bir takım kara cahillerin Hadis-i şerif’leri, geçmiş ulemâ ve fukahanın kıyas ve fetvâlarını reddedip hiçbir esasa dayanmadan keyiflerine göre fetvâlar verdikleri zamanlarda bilenlerin bildiklerini neşretmeleri, üzerlerine düşeni yapmaları gerekmektedir. Halbuki ilmin azalması ile hakiki âlimlerin yok olması sebebiyle bu vazife yapılamamaktadır.
İfsatçıların içyüzü budur. Siz onları İslâm gibi görürsünüz, fakat müslüman değillerdir. İslâm’a hizmet eder gibi görünürler, gayeleri ifsattır. Çalıştıklarını zannedersin, oysa onların bütün çalışmaları şöhrettir. Maddesi olsun, cebi dolsun, şöhreti çok olsun, övünmeyi isterler. Onların ahiretten hiçbir nasipleri yoktur. Zaten aslında ahirete inanmazlar da, Allah’tan korkmazlar da.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Şerlilerin en şerlisi kötü âlimlerdir.” buyurmuşlardır. (Dârimî)
Kendilerine sorsan âlimim diye geçinirler. “Âlimim” demekten kendilerini alamazlar. Onlar Ahkâm-ı ilâhîye bakmaya lüzum bile görmezler. “Ben biliyorum” derler. Fakat kendilerinden bihaberler, kendilerini dahi öğrenememişler.
Güya İslâm dinini temsil ediyorlar, fakat aslında İslâm dinini ifsad ediyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah-u Teâlâ ilmi size ihsan buyurduktan sonra (hafızanızdan) zorla çekip almaz. Lâkin âlimleri, ilimleri ile beraber cemiyet içinden alır, ruhlarını kabzeder. Artık kara cahil bir zümre kalır. Halk bunlardan dini ihtiyaçlarını sorarlar, onlar da (Âyet, Hadis gözetmeden) kendi düşünce ve arzularına göre fetva verip, hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar.” (Buharî. Tecrid-i sarih: 2174)
“Ben âlimim!” diyenlerin, kendilerine âlim süsü verenlerin ekserisinin imanları “Suretâ” olduğu gibi, ilimleri de zandan ibarettir. Bütün iş ve icraatları zandan öteye geçmez. Zannın ise hakikat karşısında hiçbir hükmü yoktur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını tamamen bilmektedir.” (Yunus: 36)
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir dini ortaya koyan ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi.
Şüphesiz ki kâfirlere can yakıcı bir azap vardır.” (Şûrâ: 21)
Bu beyan kötü alimler için en büyük bir ihtar-ı ilâhîdir.
Çünkü haram ve helâl ahkâmını beyan etmek, bir şeyi meşru kılmak, Allah-u Teâlâ’ya ve O’nun gönderdiği Peygamber’e mahsustur. Hüküm koyucu tek makam O’dur, hükmünde asla kimseyi ortak kabul etmez. O’nun ortaya koyduğu ahkâmdan başka bir hükmü ortaya koymaya kimsenin hakkı yoktur.
Âyet-i kerime’de geçen “Ortaklar”, insanların kendilerine Allah ile beraber hüküm koymada ortak kabul ettiği kimseler demektir. Allah’tan başkasına kulluk yapmak nasıl şirkse, bu da onun gibi şirktir. Bu sefihler Din-i mübin’in ahkâmını kendi arzularına uydurmak suretiyle değiştirmek isterler. Çünkü şeytanları onlara bu yolda talimat verir ve yaptıklarını kendilerine güzel gösterir.
Allah-u Teâlâ’nın hüküm olarak koymuş olduğu dosdoğru dine uymayıp muhalefet etmeye kalkışmak, dünya hırsı adına yapılan fenalıkların ve şirklerin başında gelir.
İmanları suretâ, ilimleri zandan ibaret olan saptırıcı, Din-i mübin’i yıkıcı, halkı şaşırtıcı âlimler, cehaletlerinden ötürü hem kendileri dinden çıkarlar, hem de başkalarını dinden çıkarmaya çalışırlar.
Allah-u Teâlâ onları "İlmi ile dünyalık elde edenler" diye vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:
"Onlar ise bunu arkalarına attılar ve az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alış-veriş ne kötü!" (Âl-i imran: 187)
Allah-u Teâlâ ilmi aziz kıldığı halde, kötü âlimler ilmi mal ve mevki elde etmeye âlet ederler.
"Dinlerini oyun ve eğlenceye alanları, dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak." (En'am: 70)
Kötü âlimler, Allah-u Teâlâ'nın dinini bıraktıkları, şeytanın adımlarına uydukları için bu hale düşmüşlerdir.
Âlim olduklarını sandılar, ulemâ sıfatı altında cehaletlerini ve küfürlerini yaydılar. Bu gibi kimselerin ifsatları çok, tahribatları büyüktür.
Onlar Allah-u Teâlâ ile ilgilerini kesmişler, halk ile ilgilerini kurmuşlar. Onların alış-verişi halk iledir. Yalnız ve yalnız nam, şöhret, gösteriş, riyaset ve mevki düşünürler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:
"Onlar hem insanları Kur'an'dan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar.
Böylece ancak kendilerini helâke atarlar da farkına varmazlar." (En'am: 26)
Kendileri Hazret-i Kur'an'ın nûr ışığından faydalanamadıkları gibi, başkalarının da faydalanmasına engel oluyorlar.
Nitekim Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescitler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı yine onlara dönecektir.” (Beyhakî)
Burada görülüyor ki bunlar gökkubbe altındaki en şerli ve en tehlikeli insanlardır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bunların iç durumlarını bir değil, birçok Âyet-i kerime’de gözler önüne serdiği halde, siz Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a ve Resulullah’a iman etmediniz, imansız imamlara iman ettiğiniz için bu ilâhi beyanlara gözü yumuk baktınız, kulak vermediniz, arkaya attınız. Bu imansız imamlara kulak verdiğiniz için ve onlara iman ettiğiniz için imansız kaldınız. Bu hakikatları görmediniz, onlara yolundunuz, soyuldunuz.
Siz bunları müslüman zannediyordunuz. Bu Âyet-i kerime’lere inansaydınız münafık ve kâfir olduklarını bilecektiniz. Fakat siz Hazret-i Allah’a ve Resul’üne değil de, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere değil de, imansız imamlara inandığınız için bu hale düştünüz.
Amma biz Âyet-i kerime’lere ve Hadis-i şerif’lere baktık, bunların kâfir olduklarını gördük. Kararımızı verdik ve yürüdük. Böylece sizleri bu kâfirlerin şerlerinden kurtarmaya çalıştık.
Bu gibilerin fesatlarını, sahte, yalancı olduklarını ve küfre kaydıklarını ortaya koymak için her mevzuda Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle izah ve ispat ettik.
Ve hiçbir fert Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle cevap veremedikleri için, onlara isnad edilen küfrü ister istemez kabullenmek zorunda kaldılar.
Bu yalancı, bu münafık, deccalden daha beter olan sapıtıcı imamlarla ve diğer fâsık zümrelerle öylesine mücadele edildi ki, küfür ve nifakları ortada kaldı. Güneş çıkınca karların eridiği gibi eridiler, ne din kurucuları kaldı, ne türemeleri kaldı, hepsi de sükût-u hayâle uğradılar. Bu nur ile müminler maddi-mânevî şifâ buldular, ilâhi rahmete kavuştular. İmanlarını muhafaza ederek küfre düşmekten kurtuldular. Fakat onları ilâh edinenler ise zâlim oldular, hüsrana uğradılar.
Bu imansızlıkları onları hem dünyada hem de ahirette helâk etti.
Dünyadaki helâkiyeti Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle haber veriyor:
Ebu Zerr-i Gıfâri -radiyallahu anh-den rivayet edilmiştir:
“Şüphesiz ki benden sonra ümmetimden bir zümre gelecektir. Onlar Kur’an okuyacaklar. Fakat Kur’an’ın feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır). Nitekim onlar, okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar, bir daha da ona dönemeyeceklerdir.
İşte bütün insanların ve hayvanların en kötüsü bunlardır.” (Müslim: 1067)
Burada bunların bir daha dine dönmeyecekleri haber veriliyor ve iman edenlere duyuruluyor. O dinde kalan küfürde kaldı, o artık o küfür batağından çıkamıyor.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz ki Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Artık onlar iman etmezler.” (Enfâl: 55)
İnkârda ısrar ettikleri için onlardan artık iman beklenmez.
Gerek Âyet-i kerime’ler, gerekse Hadis-i şerif’ler onları bu şekilde belirtiyor. Biz de bu ilâhî hükümlere bakarak bunların içyüzlerini çok rahat bilmiş ve görmüş oluyoruz ve sizi uyandırıyoruz.
İslâm gibi görünüyorlar, İslâm dinine en büyük tahribatı yapıyorlar.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz kitapta açıkça belirttikten sonra indirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet ediciler lânet eder.” (Bakara: 159)
Dünyadaki durum budur. Biz biliyoruz, siz de bilin, bunları tanıyın artık.
Dikkat edin, aslında hepsinin daha dünyada iken kalplerini mühürlemiş, gözlerine perde çekmiş ve perişan etmiş.
Ahiretteki durumlarına gelince:
Allah-u Teâlâ mahşer gününde insanların ve hayvanların birbirlerinden haklarını alıp ödeştirdikten sonra hayvanlara:
“Toprak olunuz!” buyuracak, o anda hepsi toprak olacaklar.
Kâfirler bu durumu görünce, onlar da hayvanlar gibi olmayı çok arzu edecekler, fakat elli derece daha aşağı düştükleri için olamayacaklar.
Allah-u Teâlâ bu durumlarını Âyet-i kerime’sinde şöyle haber veriyor:
“O gün kâfir:
‘Ah ne olurdu, ben de toprak olaydım!’ der.” (Nebe: 40)
Hayvandan da aşağı. Çünkü hayvan Yaratan’ını biliyor, tesbihini de yapıyor.
•
İmansız imamların, kendilerine uyanları cehenneme götüreceklerine dair apaçık ilâhî hükmü size arzedeceğiz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Zâlimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak!” (Kasas: 40)
Hepsi de helak olup gittiler. Cürümlerinin cezasını kat kat gördüler. Yaptıkları yanlarına kâr kalmadı.
Onlar arkalarına taktıkları kimseleri cehenneme götürecek işleri yapmaya dâvet ediyorlardı. Onlara tâbi olanlar da bilgisizce peşlerinden yürüdüler.
“Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” (Kasas: 41)
Kendilerine teveccüh eden azabı hiçbir kimse onların üzerinden kaldıramayacak. Ahiret rüsvaylığının yanısıra dünya rüsvaylığına çarptırılacaklar. Allah-u Teâlâ’nın, meleklerin ve müminlerin laneti üzerlerine olacak, rahmet-i ilâhîden tardedilecekler.
“Bu dünyâ hayatında biz onların peşine bir lânet taktık. (Daima lânetle anılacaklardır.) Kıyamet gününde ise onlar çirkinleştirilip iğrenç kimselerden olacaklardır.” (Kasas: 42)
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Hem burada hem kıyamet gününde lânete uğratılırlar. Ne kötü yerdir onların götürüldükleri yer!” (Hud: 99)
Allah-u Teâlâ’nın hükmünü umursamayan, kendi zannını hüküm yerine koyanlar var ya! İşte bu Âyet-i kerime’lerde açıkça görülüyor ki Allah-u Teâlâ bunlardan nefret ediyor, lânet ediyor.
Hâkimler hâkimi olan Allah-u Teâlâ’nın huzuruna çıkınca, zâlimlerin, kâfir ve münafıkların ayaklarının bağı çözülür.
Şâhit ve sürücü melek:
“Beraberindeki arkadaşı:
‘İşte bu yanımdaki hazırdır.’” (Kâf: 23)
Dediği zaman, o da cehennemi gördüğü zaman pişmanlığın haddi hesabı yok, amma hiç de faydası yok!
Sizin durumunuz da tıpkı onlar gibi olacak. Buna hiç şüphe etmeyin!
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyamet günü bir nidâcı:
‘Her ümmet dünyada neye tapmışsa onun arkasına takılsın.’ diye ilân edecek.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ’dan başka şeylere, putlara ve heykellere tapmış olanlardan hiçbiri kalmayacak, hepsi cehenneme düşecekler.
Nihayet yalnız Allah’a tapan iyi ve kötülerle Ehl-i kitap’ın bakiyyeleri kalacak ve evvelâ yahudiler çağırılarak kendilerine:
‘Siz dünyada neye ibadet ederdiniz?’ diye sorulacak.
‘Biz Allah’ın oğlu Üzeyr’e tapardık.’ diyecekler. Kendilerine:‘Yalan söylediniz! Allah’ın hiçbir zevcesi ve çocuğu yoktur. Şimdi siz ne istiyorsunuz?’ denilecek.
Yahudiler:
‘Susadık Yâ Rabbi! Bize su ver!’ diyecekler. Bunun üzerine kendilerine işaretle:
‘Suya buyurmaz mısınız?’ denilecek ve yahudiler cehenneme, o serap gibi (alev dalgaları) birbirini târumar eden ateşe haşrolunarak oraya düşecekler.
Sonra Hıristiyanlar çağrılarak kendilerine: ‘Siz dünyada neye ibadet ederdiniz?’ diye sorulacak. ‘Biz Allah’ın oğlu Mesih’e tapardık.’ diyecekler.
Onlara da:
‘Yalan söylediniz! Allah hiçbir zevce ve çocuk edinmemiştir. Şimdi siz ne istiyorsunuz?’ denilecek.
Hıristiyanlar da:‘Susadık Yâ Rabbi! Bize su ver!’ diyecekler. Bunun üzerine kendilerine işaretle:‘Suya buyurmaz mısınız?’ denilecek ve hıristiyanlar ateşe haşrolunarak oraya düşecekler.” (Müslim: 183)
Çünkü hayatta O’nunla eğlenir gibi hareket ediyordunuz. İşte o zaman, sizinle eğlenildiği zaman ve suya koştuğunuzu zannedip ateşe girdiğiniz zaman geçmişinizi hatırlayacaksınız. “Biz Allah’ı bırakıp ilâhlara sarılmıştık, bâtıla dalıp yüzüyorduk, yazıklar olsun bize!” diyeceksiniz. Amma sizi kurtaran olmayacak. Siz alay ediyordunuz, fakat Allah-u Teâlâ sizinle alay ederken içiniz yanacak.
Çünkü serabı su gibi görüyorsunuz, su gibi yer ateştir. O ateşin içine girildiği zaman, insanın bir kılı yansa, bütün vücudu yakar. Onun içine girildiği zaman çıkmak ne mümkün!
Oraya vardığınızda alay ettiğiniz şey gerçek olacak, yalanladığınız hakikat ayan beyan karşınıza çıkacak.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz zâlimler için öyle bir ateş hazırlamışızdır ki, onun kalın duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.
Susuzluktan yardım istediklerinde, erimiş mâden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardım edilir.
O ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır.” (Kehf: 29)
Allah-u Teâlâ kâfirleri kuşatacak olan ateşi, kişiyi çepeçevre saran kapalı duvarlara benzetmiştir. Böyle bir kimse, kendisini kuşatan ateşten nasıl kurtulabilir?
Allah-u Teâlâ cehennemin bazı vasıflarını beyan etmek üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“O ateş öyle kıvılcımlar atar ki, her biri bir saray gibidir.” (Mürselât: 32)
“Sanki o kıvılcımlar sarı sarı develer gibidir.” (Mürselât: 33)
Allah-u Teâlâ cehennemin kıvılcımlarını büyüklükte muhteşem saraylara, çokluk ve çabuklukta ise sarı develere benzetmektedir. Kıvılcımları ulu saraylar gibi olursa, o alevli ateşin durumu kim bilir nasıl olur?
Bir de bunların yukarıya doğru fırlayıp da tekrar cehennemliklerin üzerine şiddetle düşmesi, şüphesiz ki azap üzerine azap verir.
Alev alev yükselen, saray gibi, deve gibi kıvılcımlar atan cehennem, hazır vaziyette sahiplerini beklemektedir.
Ne kadar yardım isterlerse istesinler, kendilerine yardım edilmez. Yardım edilmiş olsa bile, kendilerine öyle bir su verilir ki, içmek isteyip de ağızlarına doğru yaklaştırmış olsalar, hararetinin şiddetinden yüzleri kavrulur, yüzlerinin derileri soyulur.
Onlara ayrıca, tahammül edilmeyecek derecede kaynar ve fokurdayan bir çeşmeden içirilir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkârlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (Yunus: 4)
Onların havaları, vücudun deliklerine işleyen ateşten sıcak bir rüzgâr, suları ise çok sıcak kaynar bir sudur.
Şu husus da unutulmamalıdır ki, Allah-u Teâlâ cehennemliklere şiddetli azaplar tattırmak için cüsselerini enine ve boyuna büyütecektir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cehennemde kâfirin iki omuzunun arası hızlı giden binekli kimsenin üç günlük yolu kadardır.” (Müslim: 2852)
Nasıl ki ay, güneş, gece ve gündüz Allah-u Teâlâ’nın kudretinin büyük işaretleri ise, cehennem de O’nun ilâhî azametinin bir nişânesidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kendisine Rabb’inin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak biz suçlulardan öç alacağız!” (Secde: 22)
Bütün gayemiz iman kurtarmaktır, müslümanların bu hak yoldan çıkmışların peşine düşmemesidir. Zira onların peşinden giden imanını kaybeder, imansız olur. Aralarına iltihak edip karıştığı anda, onlarla cehennemin alt tabakasına gideceği muhakkaktır.