Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
GÜNDEM - Tam Başarı İçin; Doğru Tahlil, Doğru Hareket! - Ömer Öngüt
Tam Başarı İçin; Doğru Tahlil, Doğru Hareket!
GÜNDEM
Uğur Kara
1 Aralık 2002

 

Tam Başarı İçin; Doğru Tahlil, Doğru Hareket!

 

Aralık ayı ve takip eden 2003 yılı yakın tarihimizi derinden etkileyebilecek çok kritik bir sürecin yaşanacağı zaman dilimidir. Siyasî, iktisadî, askerî, toplumsal, felsefî... birçok sahada önemli gelişmeler beklenebilir. Doğru kararlar alındığında ve doğru tercihler yapıldığı takdirde bu kritik dönemden -bazı hasarlar yaşansa da- büyük bir hamle yaparak başarı ile çıkabiliriz. Bu hamlenin bizi 21. yy.ın önde gelen birkaç devletinden birisi yapabilecek kadar büyük olması da mümkündür; bir çuval incirin heba edilmesi de...

Bu dönemin kazasız atlatılabilmesi için “Devlet’i oluşturan kurumlar” arasında işbirliği, karşılıklı anlayış ve doğru yaklaşım geliştirilmesi, akabinde toplumun potansiyelini iyi kanalize edebilecek yöntemler uygulanması, son merhalede klasik “Devlet-millet kaynaşması” tabirinin demogojik sahadan çıkartılıp pratik sahaya indirilmesi gerekmektedir.

Bu bağlamda “Devlet’i oluşturan kurumlar”, “Devletin karar mekanizmalarını etkileyebilen odaklar”, “3 Kasım seçim sonuçları” üzerinde bazı tahliller yapıp, bazı hataları dile getirip çözüm yolları hakkındaki fikirlerimizi arzetmeye çalışalım.

 

Devlet:

“Devlet” taşradan başlayıp merkeze kadar devam eden, tarımda, haberleşmede, enerjide, sağlıkta, eğitimde, emniyette, kışlada, elçilik ve temsilciliklerde ve daha sayamadığımız birçok sahada teşkilatlanmış büyük bir mekanizmadır. Bu mekanizmaların başına itimatlısı-itimatsızı, ehliyetlisi-beceriksizi geçebilir. Bize düşen ehil kimselere emanetleri tevdi etmektir. Ancak unutulmamalıdır ki bu mekanizma vatan gibi korunması, kollanması gereken varlıklarımızdandır. Bu sebeple hükümetlerden veya vazife sahibi insanlardan kaynaklanan hoşnutsuzluğun “Devlet düşmanlığı”na dönüştürülmesi büyük hatadır. Ancak ne var ki hemen bütün fitne, fesat ve terör bu noktadan insanlara yaklaşmaktadır.

Devletin başına geçmiş, mesuliyet almış kişiler insanlarımızı bu fitne ve terörden korumakla, adaleti ve hakkaniyeti tesis etmekle vazifelidir. “Adalet mülkün (iktidarın) temelidir.” sözü boşuna söylenmemiştir.

Ancak vazife ve selahiyet sahiplerinin her zaman adaletli ve hakkaniyetli hareket ettiklerini, uzak görüşlülükle meselelere çözüm üretebildiklerini söylemek zordur. Hatta öyle zamanlar olmuştur ki, halkı terörize etmek için özel ve gizli gayret gösterecek derecede ihanete bulaşmış insanlara iktidar emaneti tevdi edilmiştir.

 

Devleti Oluşturan Kurumlar ve
Ülkemiz Üzerinde Söz Sahibi Olan Odaklar:

Devlet sadece hükümetten ibaret değildir. Hukuken devletin tepesinde yürütmeyi temsil eden Cumhurbaşkanı ve hükümet vardır. Anayasada da yerini bulan MGK vasıtası ile orduyu da eklediğimiz zaman adeta üçlü bir yapı karşımıza çıkmaktadır. Bu üçlü yapıya karar mekanizmalarını etkileyebilen istihbaratı da ekleyebiliriz. Bunlara ek olarak bürokrasi kadrolarını sayabiliriz. Ancak bürokrasi kadroları tek başlı bir yapı arzetmedikleri için kurumdan kuruma etkileri ve yapılanmaları farklılıklar arzeder. Özerk kurullar sebebiyle ekonomi bürokratlarının iktisadî sahadaki önemleri fazladır. Bunun gibi Dışişlerinde özellikle masonik ve sabetay kökenli kuvvetli bir bürokratik yapılanma vardır. Bu masonik yapılanma ekonomik kurullarda da kendini gösterir.

Bu saydıklarımız devlet dediğimiz resmi kurumun içindeki etki ve güç merkezleridir. Bunun yanında resmi olarak devlet mekanizması içerisinde olmamakla beraber siyaseti ve ülke gündemini derinden etkileyen “Medya” ve argo tabiri ile “Para Babaları” vardır. Bu kurumlarda da yahudi-mason yapılanması önemli bir yer tutar. Bu yapılanma dışarıdaki benzer güç merkezleriyle irtibatlı çalıştıkları için etkileri ve güçleri epeyce fazladır. Ancak bu güç odakları en büyük güç kaynaklarını kaybetmişlerdir: “Gizlilik”... Bu sebeple bunlardan kurtulma ve ülkeyi kemiren bu yapıyı safdışı etme imkanımız vardır. Bunu başarabilmenin yolu ise başta saydığımız devletin tepesindeki üçlü yönetim yapısının kendi arasında uyumlu ve birlikte hareket edebilme yeteneği gösterebilmesine bağlıdır. Bu uyumu sabote etmek için maşa gibi kullanılan medya aynı işlevine devam etmektedir. Son yıllarda yaşananlar sebebiyle Cumhurbaşkanı olsun, hükümet olsun, ordu olsun medyanın bu işlevini gayet iyi bildikleri halde nüfuz casuslarının cirit attığı Türk medyası işlevini devam ettirebiliyor ve gereksiz gerilimler üretebiliyor. Bu tuzağa en son düşmesi beklenebilecek Cumhurbaşkanı’nın başörtüsü mevzusundaki radikal çıkışı en büyük hatalardan birisidir. Telafisi güç yaralar açmıştır.

Hükümet hakkını elde eden AKP’de de bazı kanaat hataları tesbit edilmektedir.

Bu tür hatalar Türkiye’nin önündeki bağımsızlaşabilme şansını tıkamaktadır.

 

3 Kasım ve AKP:

3 Kasım’da AKP’nin birinci parti olarak sandıktan çıkacağını hemen herkes tahmin ediyordu, ancak kuvvetli bir çoğunlukla tek başına iktidar hakkı kazanması ve milleti inim inim inleten bütün partilerin baraj altında kalarak boğulmaları sandık sonuçlarını daha anlamlı bir hale getirdi. Sandık sonuçlarının bütün dünyada bulduğu kuvvetli yankı hesap edildiğinde gerçekten kritik bir dönemeçte önemli bir sonuç ortaya çıktı.

AKP’nin müslüman kimliği sadece iç dengeleri değil, dünyadaki dengeleri de etkileyecek bir potansiyele sahip olduğu için Türkiye’nin önüne hem büyük fırsatlar sunmakta, hem de -zayıf da olsa- iç dengelerin yanlış tahlil ve hareketler ve provakosyanlar sebebiyle yıkılması tehlikesi taşıdığı için dikkatli adımlar atılmasını gerekli kılmaktadır.

Burada en önemli nokta dünya dengelerinin ve iç dengelerin doğru tahlil edilebilmesidir. Bu tahlilin doğru yapılabildiğini söylemek zordur.

Doğru tahliller yapıp doğru hareket etmekle sadece AKP değil Türk Devleti’nin karar mekanizmalarının tümü mükelleftir.

Yazılarımızı sürekli takip edenler AKP’lilerin özellikle küresel hakimiyetçi güçlerle görüşerek kendilerini kabul ettirme gayretleri sebebiyle bazı çekinceler koyduğumuzu hatırlayacaklardır. Ancak AKP’nin desteklenmesine gerekçe olabilecek birçok faktör bulunduğu için son aylarda bu çekincelerimizi dile getirmekten özellikle kaçındık. Zira AKP’yi küresel güçlerin maşası durumuna gelmiş kişiliksiz partilerle aynı safta değerlendirmek bir haksızlık olur. Sandığa gömülen partilerin kahır ekseriyeti kuyruğu bir taraftan küresel güçlere kaptırdığı, liderlerinden kimisi bilderbergci, kimisi dönme (sabetayist) olduğu için ne kadar sağlıklı düşünebilirse düşünsün doğruları icra etmesi çok zordur, mümkün değildir. Oysa AKP liderini aynı kategoriye sokmak haksızlık olur. Nitekim seçim öncesinde AKP’nin yaklaşımlarına temkinli karşıklıklar veren ABD’nin gönlünde yatan hükümet; CHP başkanlığında, mümkün olmazsa en azından Derviş ve CHP’nin de içinde olduğu bir koalisyon hükümeti idi. CHP liderinin iktidar hırsı uğruna Derviş’le koalisyon yapması, seçim öncesi enerji ve ekonomi bültenlerinde dile getirdikleri bütün haklı eleştirileri geri alması, üstelik tarihi eser haline gelmiş ezan tartışmalarına ve dine müdahale hastalıklarına devam ettiğini göstermesi bu partinin baraj altına giden enkazlardan farkı olmadığını göstermiştir.

AKP hesabına olumlu bir gelişme de; Erdoğan’ın seçim öncesinde ve sonrasında menfaat ve oy pazarlıklarına yanaşmamasıdır. Erdoğan, Erbakan gibi şahsını da pazarlık mevzusu yapmamıştır. Bu sebeple gerek dinde, gerek vatanda bölücülük yapan hemen bütün gruplar başka partilere oy vermiştir. Süleymancılar ANAP’la, Erbakan Saadet’le, PKK DEHAP’la enkaz altında kalmışlardır.

 

AKP’de Kanaat Hataları:

New York Times'a açıklama yapan AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Murat Mercan, ''Çok dikkatli olmayı öğrendik. Bu ülkede tek bir güç, tek bir iktidar yok. O nedenle ülkedeki tüm güçleri dengelemek zorunda olduğumuzu biliyoruz'' diye konuşuyor.

Tek bir güç, tek bir iktidar yok derken yukarda da bahsettiğimiz gibi doğru bir tesbit yapıyor. Ancak çözüm olarak ortaya koyduğu “Bu güçlerin hepsini dengeleme” sözü ile büyük hata ediyor.

Zira Türkiye’de dengelenecek güçler var, mücadele edilmesi gereken güçler var. Yukarıda da izah ettiğimiz gibi Türkiye’nin önündeki en büyük engel medyada, bürokraside, ekonomi ve finans sektöründe yuvalanmış masonik-semitik yapılanmadır. Yine yukarıda belirttiğimiz gibi bu yapılanma en büyük güç kaynağı olan gizliliğini kaybetmiştir. Bu yapılanmaya karşı orduda da bir tepki vardır. Nitekim şimdiki Genelkurmay Başkanı Kara Kuvvetleri Komutanı iken “Subayların mason derneklerine üye olmasının yasak olduğunu hatırlatan” bir emir yayınladı. Yine orduda ve Cumhurbaşkanı’nda medyadaki yapılanmaya karşı da bir tepki olduğunu tahmin etmek zor değil.

Adnan Menderes ve Turgut Özal özellikle ekonomik sahalardaki atılımları ile Türkiye’nin önünü açmış iki lider idi. Fakat aynı zamanda büyük hatalar da yapmışlardı. AKP de bu iki lider gibi Türkiye’yi ekonomik sahada rahatlatacak adımlar atabilecek potansiyele sahip görünüyor. Ancak iyi işleri yanında hatalar da yapan bir iktidar olarak tarihe geçmemek için azami gayet göstermelidir.

Mesela, Turgut Özal devrinde Murat Mercan’ın bahsettiği “Dengeleme” zorunlu bir yöntemdi. Çünkü bırakın devlet içindeki masonik yapılanmayı, daha IMF’nin, Dünya Bankası’nın, ABD’nin, İsrail’in, AB’nin gerçek niyetini bilebilecek bir ortam yoktu. Askeri harekatlar dahi ABD desteği ile yapılıyordu.

Devir değişmiştir. Devlet içinde sömürgeci güçlere, uluslararası tekellere ve onların yerli uzantılarına karşı bir tepki oluşmuştur. Bu tepkiyi doğru bir mecraya kanalize etmesi gereken hükümet; masonların, medyanın gücünü dengelemek uğruna yolsuzlukların üzerine gitmez, devletin diğer kurumlarından alacağı destekle akıllı bir tasfiye süreci başlatamazsa önemli bir fırsat heba edilmiş olur. Bu fırsat heba edilmemelidir.

Bunun gibi gerek Cumhurbaşkanı, gerekse ordu bu noktada AKP hükümetini desteklemelidir. Ülkemizin geleceği için, bağımsız bir karaktere kavuşabilmemiz için bu işbirliği tesis edilmeye çalışılmalıdır. Zira SPK gibi ekonomi kurullarında, Dışişleri gibi bakanlıklarda, YÖK’te ve bilumum üniversitelerde, Milli Eğitim Bakanlığı’nda, bürokraside, medyada, özel sektörde gerekli temizlik yapılmadıkça Türkiye’nin gerçek anlamda belini doğrultması mümkün değildir. Bu kadar geniş bir sahada gerçek anlamda bir temizlik yapılabilmesi sadece hükümet gücüyle mümkün değildir.

Hükümetin dikkatini çekmek istediğimiz bir husus da şudur. Gerek dış politikada gerekse azınlıklar konusundaki yaklaşımların temelinde şöyle bir hatalı öngörü sezinlemekteyiz. “Osmanlı hoşgörüsü iç ve dış problemlerimizi çözecek bir ilaçtır.”

Eğer içeride ve dışarıda atılan adımlarda böyle bir temel zihniyet varsa bu da hatalıdır. Güçlü ve zengin ülkeler dahi bir çok tedbirler ve sınırlamalar ile ülkelerini bazı tehditlere karşı korumaya çalışırken, fakir ve zayıf bir ülke olan Türkiye de elbette bazı sınırlamalar ve tedbirler getirmek zorundadır.

Ekonomide sermaye hareketleri ve sıcak para trafiği sınırlandırılmalıdır. Yabancıların mal mülk edinmeleri sınırlanmalıdır. Özelleştirme adı altında stratejik kurumlar elden çıkartılmamalıdır. Uluslararası tekellerin açgözlülükten öte sömürgeci zihniyetli bir art niyetle ortalığı talan etmeye çalıştıkları unutulmamalıdır.

Azınlıklara verilecek haklar da bu minval üzeredir. Mesela, Kürt kökenli vatandaşlarımızın her türlü haklardan yararlandığı rahat bir ortama kavuşmalarını kim istemez? Fakat zengin ve güçlü ülkeler burada cirit atıyorken, insiyatifi onların eline bırakmamak için gerekli tedbirler de alınmalıdır.

Bunun gibi diğer gayr-i müslim azınlıklar hakkında da uyanık hareket edilmelidir. Özellikle memuriyette, ekonomide hele hele istihbaratta bu unsurlara yer verilmemelidir. Osmanlı’nın gayr-i müslimlere gösterdiği hoşgörü imparatorluğun kuvvetli zamanlarında cihan imparatorluğu iddiasındaki bir devletin yayılma politikasına hizmet eden bir araçtı. Ancak zayıf zamanlarında gayr-i müslim teba sömürgecilere maşa olmaktan çekinmemiş, memleketi içeriden kemiren bir kangrene dönüşmüşlerdi. Kurtuluş Savaşı’nı yapan kadroların hükümet merkezini İstanbul’dan ısrarla uzaklaştırmalarının sebeplerinden birisi de bu idi.

Bugün de böyledir.

Dış politikada -eğer taktik icabı değil, samimi bir inançla söylenmişse- “Şahinlik bir işe yaramaz.” diyerek Türkiye’nin son yıllarda geliştirdiği “Dik duruşun” yerilmesi de yanlıştır. Kuzey Irak’ta olsun, AB’de, AGSP’de olsun, Kıbrıs’ta olsun bazı kazanımlar temin edilmişse bunlar bu dik duruş sayesindedir.

“Güçlü bir devlet iken uygulanacak yöntemler başkadır, zayıf bir devlet iken uygulanacak yöntemler başkadır. Osmanlı Kanuni zamanında Fransa’ya kapitülasyona benzer imtiyazlar tanırken doğru bir kararla Avrupa güç dengelerini kendi lehine kullanmayı hedeflemişti. Ancak aynı kapitülasyonlar zayıf devirlerinde ülkenin yıkılmasının sebeplerinden birisi haline gelmişti. Yine güçlü zamanlarında yabancı unsurları devlet kademelerinde kullanarak küresel hakimiyetini pekiştiren Osmanlı, zayıf dönemlerinde bu yabancı unsurların hakimiyeti ele alması karşısında gerekli refleksi gösterememiş ve bu unsurların güçlü devletler için çalışan birer hain durumuna geldiklerini görememiştir. Yıkılmasının bir diğer sebebi de bu olmuştur. (Sultan Abdülaziz zamanında kurulan istihbarat teşkilatının başına bir Rum getirilmiştir.)” (Hakikat, Nisan 2002, sh: 36)

Öteden beri dile getirdiğimiz bu görüşlerimize delil olarak şu Ayet-i kerime’yi dikkat nazarlarınıza arzediyoruz:

“Hiçbir peygambere yeryüzünde ağır basıp düşmanı yere sermeden esir almak yaraşmaz.” (Enfâl: 67)

Bu Ayet-i kerime Bedir savaşında esirler hakkında yapılan istişare üzerine inmişti.

Zayıf bir ülkenin gerekli zamanda gerekli sertliği göstermesi bir zaruret olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu noktada dış politikada dikkat edilmesi gereken bazı hususlara kısaca değinmekte fayda var:

Kıbrıs: Halihazırdaki durum hangi noktaya kadar gider kestirmek güç. Ancak eğer ki bir anlaşma imzalanacaksa, Kıbrıslı Türklerin egemenlik kazanımlarının yanında ilave olarak Türk toprağı kabul edilecek (İngiliz üslerine benzer) üsler tesbit edilebilir. Çünkü Kıbrıslı Türklerin âkıbeti kadar Türkiye’nin güvenliği için de Kıbrıs’ın vazgeçilmez bir konumu vardır.

AB: AB konusunda çok şey yazılıp çizildi. AKP’nin Avrupa’yı şaşkına çeviren hamleleri de sonuç vermezse artık Türkiye kendine yeni bir yol çizmelidir. Daha fazla kuyruk gibi beklemeye tahammül kalmamıştır. Aslında AB’ye girmek Türkiye için çok akıllıca bir yol değildir. Biz kendimizi küçük bir ülke gibi görüyoruz. Ancak Avrupalı bize Rusya gibi büyük bir ülke gözüyle bakıyor. Biz kendi imkanlarımızın farkında değiliz. Ayrıca AB çok da uyumlu bir birliktelik değildir. Çok hantal bir organizasyondur. AB’yi bizim reddetmemizdense AB’nin bizi reddetmesi birçok bakımdan işimize gelir. Üzerimizdeki baskıları azaltır. Ayrıca red kararı bir fırsat kabul edilerek, Gümrük Birliği gibi aleyhimize olan durumlar gözden geçirilip, gerekliyse iptal edilebilir.

Kuzey Irak: ABD silah denetçileri işlerine devam ederken pervasızca Türkiye’den asker istemeye devam ediyor. Bu çirkef zihniyete karşı durmak gerekiyor.

 

Din ve Diyanet:

Bir diğer husus da din ve diyanet konularında atılan yanlış adımlardır. Fetullah Gülen ve Mehmet Nuri Yılmaz’ın bayraktarlığını yaptığı “Hoşgörücülük” ABD emperyalizmine hizmet eden, İslâm dini’nde hiçbir dayanağı bulunmayan, Türkiye’nin menfaatine olmayan zorlama bir harekettir. “Diyanet İşleri”nin “Hoşgörü toplantıları”nın müdavimi Mehmet Aydın’a bağlanması AKP’nin bu konuda yeterli hassasiyeti göstermediği izlenimi vermiştir. Diyanet İşleri’nin başına takva ehli hakiki bir din adamı getirilerek bu yanlış düzeltilmelidir. Takvasız bir din adamı ne kadar iyi niyetli, ne kadar bilgili olursa olsun dinin yıkılmasına sebep olur. Dinin tepesine oturdum zannedip ahkam kesenler Hazret-i Allah’ın gadabını celbeder. Bu gadap bunları işbaşına getirenlere de dokunabilir.

Bunun gibi tek gayesi kendi düzenini devam ettirmek olan, bu uğurda bilderbergci liderlerin arkasından gidip, partilerine oy veren, hepsinden önemlisi dinde bölücülük yapan fırkalar hakkında da dikkatli olunmalıdır. Nasıl ki yiyiciler hükümete yamanmaya çalışacaksa, bu din bezirganları da aynı yolu deneyeceklerdir.

 

Başörtüsü:

Bugün İlahiyat Fakülteleri’nde dahi kız öğrenciler inançları doğrultasında örtünemiyorlar. Sezer başörtüsü konusundaki görüşlerini Anayasa Mahkemesi kararlarına dayandırmaktadır. Ancak elini vicdanına koyup bu kararların gerekçelerini tekrar okumalıdır. Bu gerekçelere gerekçeyi yazanların subjektif kriterlerinin ne kadar yansıdığına bir daha bakmalıdır. Görecektir ki başka insanların kendi subjektif kriterleri ile yazacağı bir gerekçenin pekala daha başka türlü olması mümkündür.

Bu konu çok önemlidir. Zira bir devlet halkından güç almadıkça gerçek anlamda bir hamle yapamaz. Türkiye’de kanunlar halkın vicdanına hitap etmemektedir. Avrupa’da mahkemelerin kınama cezası vermesi dahi önemli bir yaptırımken, Türkiye’de senelerce hapis yatanlar kahraman gibi dışarı çıkmaktadır.

Halkın, -özellikle Osmanlı’dan günümüze milletin ana unsuru olan çekirdek yapının- tercihleri iyi tahlil edilmeli, artık kafalardaki bazı duvarlar aşılmalıdır. Halkın gücünü arkasına alan bir devletin daha itibarlı, daha kuvvetli olacağı unutulmamalıdır. Erdoğan’ın hiçbir resmi sıfat taşımadan yaptığı Avrupa turunda gördüğü ilgi ve karşılık bunun en büyük şahididir.

Türkiye’nin laikliği dinsizlik ve hatta İslam dini’ni bastırma sistemi olarak algılanmaktadır. İçeride de böyledir, tüm dünyada da böyledir. Bu algılama Türkiye Devleti’ni halkı ile, kendi öz değerleri ile kavgalı göstermektedir. Bu haliyle her an bir krize düşebilecek, itimat edilmez hissi veren bir ülkeyi gerçek anlamda kim kale alır?

Türkiye dünyada söz sahibi olmak istiyorsa “Devlet” biraz olsun müslümanlaşmak zorundadır. AKP Türkiye’ye böyle bir şans vermiştir. Bu şans değerlendirilmelidir.

Basın yıllar yılı “Dil”imiz üzerinde oynayarak bir tür kelime ve kavram savaşı yürütmüş, “Dil terörü” çıkartmıştır. Kelimeler üzerinde toplum kamplara ayrılmıştır. Gayet sıradan bazı kelimeler ağıza alınırken bile insanlar çekinmektedir. Devleti idare makamında olanlar artık bu nüfuz casuslarının, hortumcu teşkilatlarının oyunlarına gelmemelidir.

 

Her Kurum Doğru Kanaat Geliştirmelidir:

Güçlü bir devlet için gerekli en önemli kurumlardan birisi ordu, diğeri ise istihbarattır. İstihbaratı ve operasyon yeteneği zayıf devletler dünya üzerinde söz sahibi olamazlar. Ufak İsrail Devleti’nin güçlü istihbaratı bunun delilidir. Türkiye’nin de böyle bir potansiyeli vardır. Ancak Türkiye yıllar yılı NATO ve ABD ile içli dışlı çalıştığı için bizim kurumlarımızda sızıntının biraz fazla olduğu tahmin edilebilir. Ayrıca Türk istihbaratında AB’ci bir felsefenin geliştiği gözlemlenmektedir. Bu durum emperyal güçlere karşı “Dik bir duruş” geliştiren kurumlarımızda olumsuz karşılıklar bulmaktadır. Karşılıklı itimatsızlıklar husule gelmekte, koordinasyon imkanını azaltmaktadır.

 

İşbirliği:

Yapılması gereken işlerin ana karakteri “Türkiye’mizin bağımsızlaştırılması” olmalıdır. Ekonomide, siyasî ve askerî ilişkilerimizde AB ve ABD ile olan göbek bağlarından, içimizdeki kemirgenlerden kurtulmamız gerekmektedir.

Bu işin başarılabilmesi doğru kanaatlerin geliştirilmesi, doğru kurumlar arasında doğru işbirliklerinin yapılması ile mümkündür.


  Önceki Sonraki