Muhterem Okuyucularımız;
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadîm’inde; din-i İslâm’dan sapanların, nefsine tapanların, küfür önderlerinin peşinden gidenlerin kalplerini mühürlediğini ve böylece şirke saptıklarını, sapıklık içinde ömür tükettiklerini haber veriyor:
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı; kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:
“Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım.” buyurmuştur. (Müslim)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Ashâb-ı kiram’dan İbn-i Hudayr -radiyallahu anh-’a “İslâm’ı yıkacak olan şeyleri biliyor musun?” diye sorunca, o da: “Hayır!” cevabını verdi.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
“İslâm’ı yıkacak olan şeyler, ilmin ortadan kalkması, münafıkların Kur’an üzerinde cedelleşmeleri ve saptırıcı imamların hükümleridir.” buyurdular. (Dârimî-Sünen, Katade: 22)
Hakiki âlimlerin sayıca azaldığı, ilim yerine cehaletin ortalığı kapladığı, kendilerine âlim süsü veren bir takım kara cahillerin Hadis-i şerif’leri, geçmiş ulema ve fukahanın kıyas ve fetvâlarını reddedip hiçbir esasa dayanmadan keyiflerine göre fetvâlar verdikleri zamanlarda bilenlerin bildiklerini neşretmeleri, üzerlerine düşeni yapmaları gerekmektedir. Halbuki ilmin azalması ile hakiki âlimlerin yok olması sebebiyle bu vazife yapılamamaktadır.
İşte bu ifsatçıların içyüzü budur. Siz onları İslâm gibi görürsünüz, fakat müslüman değillerdir. İslâm’a hizmet eder gibi görünürler, gayeleri ifsattır. Çalıştıklarını zannedersin, oysa onların bütün çalışmaları şöhrettir. Maddesi olsun, cebi dolsun, şöhreti çok olsun, övünmeyi isterler. Onların ahiretten hiçbir nasipleri yoktur. Zaten aslında ahirete inanmazlar da, Allah’tan korkmazlar da.
Nitekim Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescitler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı yine onlara dönecektir.” (Beyhakî)
Burada görülüyor ki bunlar gökkubbe altındaki en şerli ve en tehlikeli insanlardır.
•
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Ashâb-ı kiram’dan İbn-i Hudayr -radiyallahu anh-a “İslâm’ı yıkacak olan şeyleri biliyor musun?” diye sorunca, o da: “Hayır!” cevabını verdi.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-: “İslâm’ı yıkacak olan şeyler, ilmin ortadan kalkması, münafıkların Kur’an üzerinde cedelleşmeleri ve saptırıcı imamların hükümleridir.” buyurdular. (Dârimî-Sünen, Katade: 22)
Bundan önceki iki sayımızda belirttiğimiz gibi; birileri dini yıkmaya çalıştı, kimileri de imanı ve parayı aldı. Bu sayımızda üçüncü bir zümreyi ortaya koyacağız. Bunlar ise din-i İslâm’da fesat çıkaranlardır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İnsanlardan iki sınıf vardır ki, sağlam ve sâlih oluşları, umumun sağlam oluşunu, fesatları ise umumun bozulmasını mucip olur.
Onların biri ulemâ, diğeri ümerâdır.” (Camiu’s-sağir)
Bunların içinde her ne kadar ilim-irfan iddiâsında bulunanlar varsa da, bu onların dış yüzüdür, kaplamasıdır. İçyüzleri ise başkadır.
Hiçbir zaman bunların ismine aldanmayın, maskesine kanmayın, iç yüzlerine dikkat edin ve ona göre kararınızı verin.
Diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Ümmetimden yalancılar, deccâller vücuda gelir.” (Münâvi)
Yalancı ve deccâlden maksat, dıştan insanları irşad ve ıslah etmek sıfatıyla görünüp gerçekte ise halkı ahkâma uymaktan alıkoyanlardır.
Güya İslâm dini’ni temsil ediyor, fakat aslında İslâm dini’ni ifsad ediyor. Onlar İslâm’a halel getirdiği için bu duruma düşmüşlerdir. İslâm dini’ne leke sürüyorlar, küçük düşürüyorlar. Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a uymuyor, şeytana tâbi olmuş, nefis putunu eline almış ve irşada kalkmış. Bunlar Hazret-i Allah ve Resulullah’ın izinden çıkalı çok olmuş.
Hatta fakir bir mevzuda: “İlim cifeyi örten bir örtüdür.” demişizdir. Aslında niyeti bozuk, icraatı kötü, âlim olduğu zannıyla o kötülüğünü örtüyor. Eğer âlim olsaydı o işi yapmazdı. İcraatını yapmak için o örtüyü kullanıyor. Onlar aslında âlim değil ifsatçıdır.
Nitekim İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri bu gibi ifsatçı, fesatçı, sahtekâr kimseleri kastederek Mektûbât adlı eserinde şöyle buyurmuştur:
“Ulemânın dünyâ sevgisi ve ona düşkün olmaları, güzel yüzlerinde siyah bir leke gibidir. Bu gibi âlimlerden her ne kadar insanlara fayda olsa da, kendilerine olmaz. Her ne kadar dinin takviyesi, şeriatın teyidi bunlara bağlı ise de, bazı hallerde fücur ve fütur ehlinin de bu işi yaptığı vâkidir.
Nitekim Seyyid’ül-Enbiyâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Allah-u Teâlâ bu dini fâcir kimselerle de kuvvetlendirir.” (Buhârî)
Bunlar çakmak taşı gibidir. İnsanlar bu taşdaki ateşten istifade eder. Taşın ise hiçbir istifâdesi olmaz. Bunların da ilimlerinden kendilerine fayda olmaz. Hatta bu ilimleri kendilerine zararlı bile olur. Çünkü kıyamet gününde, günah olduğunu bilseydik yapmazdık diyemezler.
Hadis-i şerif’te buyuruluyor ki:
“Kıyâmet gününde en şiddetli azab görecek kimse, ilminden istifâde edilmeyen âlimdir.” (Câmiü’s-sağir)
Bu ilim o kimseye nasıl zararlı olmasın ki? Allah-u Teâlâ ilmi aziz kılmıştır, mevcutların en şereflisidir. O âlim ise Allah-u Teâlâ’nın değer verdiği bir şeyi mal, mevki ve şöhret gibi şeyleri elde etmeye âlet ediyor. Halbuki dünyaya düşkün olmak Allah-u Teâlâ’nın sevmediği bir şeydir. Durum böyle olunca, O’nun aziz kıldığı bir şeyi zelil etmek, zelil olan bir şeyi de aziz etmeye çalışmak ne büyük bir kabahattır. Hatta Hazret-i Allah’a karşı muâraza demektir.
Tedris ve fetvâ işleri makam-mevki, mal ve şöhret için olmadığı, ancak Allah rızası için olduğu zaman faydalı olur. Bunun da âlâmeti, dünyaya karşı zâhid gönüllü olmak, ârâyiş-i kâzibesine kapılmamaktır.
Anlatılan belâya mübtelâ olmuş, dünya muhabbetine esir düşmüş olan âlimler kötü âlimler olup, insanların da en şerlileri ve din hırsızlarıdırlar. Bu hâlleri ile kendilerini halkın en faziletlileri sanırlar.
Şu Âyet-i kerime onların durumunu anlatır:
“Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar.
Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan fırkasıdırlar. İyi bilin ki, asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır.” (Mücâdele: 18-19)
Büyüklerden bir zât şeytanın boş oturduğunu görüp sebebini sordu. O da şöyle dedi: “Bu zamanın kötü âlimleri benim ağır işlerimi görüyorlar, beni böyle eli boş bıraktılar.”
Şu bir hakikattır ki, zamanımızda şeriat işlerindeki gevşeklikler ve duraklamalar hep kötü âlimlerin uğursuzluğundan ve kötü niyetlerinden dolayı husule gelmiştir.” (33. Mektup)
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadîm’inde; din-i İslâm’dan sapanların, nefsine tapanların, küfür önderlerinin peşinden gidenlerin kalplerini mühürlediğini ve böylece şirke saptıklarını, sapıklık içinde ömür tükettiklerini haber veriyor:
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı; kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:
“Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım.” buyurmuştur. (Müslim)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Ashâb-ı kiram’dan İbn-i Hudayr -radiyallahu anh-’a “İslâm’ı yıkacak olan şeyleri biliyor musun?” diye sorunca, o da: “Hayır!” cevabını verdi.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
“İslâm’ı yıkacak olan şeyler, ilmin ortadan kalkması, münafıkların Kur’an üzerinde cedelleşmeleri ve saptırıcı imamların hükümleridir.” buyurdular. (Dârimî-Sünen, Katade: 22)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Enes -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ilmin ortadan kalkmasını kıyamet alâmeti olarak göstermiştir:
“İlmin kalkması, cehâletin yerleşmesi, çeşitli içkilerin içilmesi, zinânın aleni yapılması elbet kıyamet alâmetlerindendir.” (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 71)
Zaten ilmin kalkmasından sonra bu haller türedi ve zuhur etti.
İlim nasıl ortadan kalkacak? Âlimlerin ahirete intikal etmesiyle kalkacak. Kıymetli zâtların hepsi vefat etti. Birinci yıkım ilmin kalkmasıyla oldu.
Nitekim Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Allah-u Teâlâ ilmi size ihsan buyurduktan sonra (hafızanızdan) zorla çekip almaz. Lâkin âlimleri, ilimleri ile beraber cemiyet içinden alır, ruhlarını kabzeder. Artık kara cahil bir zümre kalır. Halk bunlardan dini ihtiyaçlarını sorarlar, onlar da (Âyet, Hadis gözetmeden) kendi düşünce ve arzularına göre fetvâ verip, hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar.” (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 2174)
Bugün olduğu gibi.
Çünkü onlar kendileri câhildir, câhillere de babalık yapıyorlar, yani Ebu Cehil oluyorlar, ümmet-i Muhammed’i ifsat ediyorlar. Din-i mübin’i kökünden yıkmaya çalışıyorlar.
Günümüzde yetişen âlimler sırf dünyalık elde etmek için yetişti, hakiki âlim yetişmedi. Zamanımızda Allah için tahsil yapan yok. Mezuniyet alayım ve geçivereyim tahsili var.
Hakiki âlimlerin sayıca azaldığı, ilim yerine cehaletin ortalığı kapladığı, kendilerine âlim süsü veren bir takım kara cahillerin Hadis-i şerif’leri, geçmiş ulema ve fukahanın kıyas ve fetvâlarını reddedip hiçbir esasa dayanmadan keyiflerine göre fetvâlar verdikleri zamanlarda bilenlerin bildiklerini neşretmeleri, üzerlerine düşeni yapmaları gerekmektedir. Halbuki ilmin azalması ile hakiki âlimlerin yok olması sebebiyle bu vazife yapılamamaktadır.
İlmin olmayışından dolayı, onların yerine cühelâ kişiler türedi. Böylece ikinci yıkım başladı.
Allah-u Teâlâ âlimleri alınca, onların yerine gökkubbe altında en şerli kimseler olan câhiller “Âlimim” diyerek “Âlim” sıfatıyla ortaya çıktılar.
Nitekim Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescitler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı yine onlara dönecektir.” (Beyhakî)
Burada görülüyor ki bunlar gökkubbe altındaki en şerli ve en tehlikeli insanlardır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez.
Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını tamamen bilmektedir.” (Yunus: 36)
Bunlar nefis putunu ilâh edinmişler, şeytanın yoluna girmişler, hem kendileri sapmışlar, hem de başkalarını sapıtmışlardır.
Cühelâ gürûhu nefislerini ilâh edinmişler, Allah-u Teâlâ’ya hasım kesilmişler, İslâm’mış gibi görünüyorlar ve fakat küfre hizmet ediyorlar. Din-i İslâm’ı tahrif ve tahrip etmek için çalışıyorlar. Din-i İslâm’da olmayan şeyleri; hurafe, bidat, yalan-yanlış olarak bütün güçleriyle yaymaya çalışıyorlar. Öyle ki Hazret-i Kur’an’ın üzerine münakaşa yapıp çekişerek bu yolla tahrip ve tahrif etmeye çalışıyorlar. Böylece de münafık durumuna düştüler.
Kötü âlimler Allah-u Teâlâ’nın dinini bıraktıkları, şeytanın adımlarına uydukları için bu hâle düşmüşlerdir.
Âlim olduklarını sandılar, ulemâ sıfatı altında cehaletlerini ve küfürlerini yaydılar. Bu gibi kimselerin ifsatları çok, tahribatları büyüktür.
Onlar Allah-u Teâlâ ile ilgilerini kesmişler, halk ile ilgilerini kurmuşlar. Onların alış-verişi halk iledir. Yalnız ve yalnız nam, şöhret, gösteriş, riyaset ve mevki düşünürler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar hem insanları Kur’an’dan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar.
Böylece ancak kendilerini helâke atarlar da farkına varmazlar.” (En’âm: 26)
Kendileri Hazret-i Kur’an’ın nur ışığından faydalanamadıkları gibi, başkalarının da faydalanmasına engel oluyorlar.
Onlar Allah-u Teâlâ’nın dinini tahrip etmeye çalışırken Allah-u Teâlâ da dünyayı tahrip ediyor ve edecek.
Şöyle ki:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız.” (İsrâ: 58)
Bu helâk etme ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur. Nitekim küfür ve fasıklık sebebiyle yeryüzünde zaman zaman nice felâketler baş göstermektedir.
“Bu, kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)
Ne zaman olacağı, onu gerektiren sebepler ve nasıl olacağı gibi hususlar açıklanmamış, hiçbir şey bırakmamak kaydıyla Levh-i mahfuz’da yazılmıştır. Bu hüküm kesin olarak yerine getirilecektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dinin felâketine yol açan üç sebep vardır: Günahkâr fakih, zâlim devlet başkanı ve cahil müctehid.” (Feyz-ül Kadir)
Çünkü onlar hükm-ü ilâhî’ye değil de kendi zanlarına uymuşlar, kendi mesnetsiz iddiâlarını hüküm yerine koymuşlardır.
Dine uymak şöyle dursun, dini kendilerine uydurmaya çalışırlar. Dinde yenilik isterler. Asıl gayeleri ise dini aslından çıkarmak, bid’at ve küfrü yaymaktır. Bunlar din-i İslâm’ı eğlenceye alanlardır.
Din-i mübin’i ifsat etmek, Allah-u Teâlâ’nın hükmünü çürütmek istemektedirler. Sen onları bırakmazsan, sen de onlarla berabersin.
Meydanı boş bulan sapıtıcı imamlar türedi. Sûret-i haktan göründüler. Müslümanları kendi etrafına toplayınca kendi dinlerini ilân ettiler ve böylece bu üç noktadan İslâm kalesini içten yıkmaya başladılar.
Bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler, İslâm’ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara iltihak etti ve intisap etti. Şu kadar var ki, aslında sûret-i haktan görünen bu deccaller bu kitleleri görünce asıl hüviyetlerini ortaya koydular. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, hepsi de ayrı ayrı dinlerini ilân ettiler. Kurdukları dini ayakta tutabilmek için İslâm dininin haram kıldığı hükümleri helâl saydılar. Dinlerini bu şekilde ayakta tutmaya çalıştılar ve kitleler halindeki müslümanları hem kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını soydular ve yoldular.
İşte Deccal bunu yapamaz. Deccal’den beter oluşları, sûret-i haktan görünüşlerinden oldu. Böylece birçok müslümanları hem imanlarından soydular, aldılar, hem dünyalarını hem ahiretlerini yok ettiler.
Firavun, ahirette avanesinin önünde cehenneme gittiği gibi, bu sapıtıcı imamlar da küfre kaydırdığı kimselerin hepsinin cehennemde öncüleridir.
Hidayet Allah-u Teâlâ’nın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir.
Âyet-i kerime’de:
“Allah kime hidayet ederse, o doğru yolu bulmuştur.” buyuruluyor. (A’râf: 178)
Allah-u Teâlâ indirdiği kitaplar ve gönderdiği peygamberler vasıtası ile hayır ve şer yollarını göstermiş, kullarına da iyiyi ve kötüyü ayırdedecek kabiliyetler vermiştir.
Âyet-i kerime:
“Biz ona iki de yol gösterdik.” (Beled: 10)
“Semud kavmine gelince; onlara doğru yolu göstermiştik, amma onlar körlüğü hidayete tercih ettiler.” (Fussilet: 17)
“Onlar hidayet yerine dalâleti, mağfiret yerine azabı satın almışlardır.” (Bakara: 175)
Gözler her ne kadar açıksa da, basiret körlüğü veren sebepler hidayete mâni olur.
Âyet-i kerime:
“Yalnız gözler kör olmaz, sinelerde olan kalpler de körleşir.” (Hacc: 46)
Hazret-i Allah azim nisbetinde kullarını destekler, hidayetlerini artırır, sermayelerini çoğaltır, yollarını açar ve önlerine ışık tutar. Bu ise mücahedenin neticesidir.
Âyet-i kerime:
“Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.” (Ankebut: 69)
Hidayet; mücahedenin kemâle ermesinden sonra, nübüvvet ve velâyet âleminde parıldayan bir nûr olur.
Cenâb-ı Hakk’ın kendisine tahsis ile şereflendirdiği mutlak ve gerçek hidayet budur.
Âyet-i kerime:
“Allah’ın hidayeti asıl hidayetin ta kendisidir.” (Bakara: 120)
“Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu hiç?” (En’âm: 122)
Hidayetin zıddı dalâlettir. Dalâlet doğru yoldan sapmaktır. Hidayetin neticesi iman, dalâletin neticesi ise imansızlıktır.
Hidayeti de dalâleti de ancak Allah yaratır. Kullarından dilediğine hidayet, dilediğine dalâlet verir. Allah’ın hidayete eriştirdiğini kimse saptıramaz. O’nun dalâlete düşürdüğünü kimse hidayete erdirip doğru yola iletemez.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Allah dilediğini dalâlette bırakır, dilediğini de hidayete erdirir.” (İbrahim: 4)
“Allah kimi dalâlette bırakırsa, ona hidayet edecek yoktur. Allah’ın hidayete erdirdiğini de dalâlete düşürüp saptıracak yoktur.” (Zümer: 36-37)
Cenâb-ı Hakk’ın bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu seçmiş olmasındandır. Yoksa kul iradesini dalâlete yöneltmedikçe, Hazret-i Allah onu zorla sapıklığa düşürmez. Çünkü insanda hidayet ve iman fıtrîdir, yaratılışında vardır. Dalâlet ve küfür insanın cüz’i iradesini kötüye kullanmasından dolayı sonradan ârız olmuştur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Hidayet kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamber’e muhalefet edip inananların yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü yolda bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme sokarız. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!” (Nisâ: 115)
“Allah, kâfirler gürûhunu hidayete erdirmez.” (Bakara: 264)
Bütün kalpler Hazret-i Allah’ın kudret elindedir. Dilediğine hidayet eder. Kul kula hidayet veremez, ancak teşvik eder, hidayete vasıta olur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“İnsanları hidayete erdirmek senin üzerine borç değildir. (Sana düşen hidayete davettir.) Şu kadar var ki, Allah dilediği kimseye hidayet eder.” (Bakara: 272)
“Dileseydik herkese hidayet verirdik.” (Secde: 13)
Dünya saâdetine, ahiret selâmetine ancak hidayet sayesinde erişilir. Kul; iradesini imana sarfettikçe, hidayet arzusunda bulundukça, o yolda yürüdükçe, Allah-u Teâlâ’nın hidayeti de artar durur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını ilham etmiştir.” (Muhammed: 17)
“O size nasıl hidayet ettiyse, siz de O’nu öylece zikredin.” (Bakara: 198)
Zikrullah, hidayete ermenin bir şükran ifadesidir.
İnanan bir mümin için hidayete ererek dünya saâdetine ve ahiret selâmetine nâil olmaktan daha büyük bir lütuf tasavvur edilemez.
Binaenaleyh ihsan olunan hidayet-i ilâhinin muhafaza ve bekası için ısrarla Rabbül-Âlemin’e iltica edilmelidir:
“Ey Rabb’imiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kalplerimizi saptırıp döndürme. Bize kendi nezdinden bir rahmet ver. Şüphesiz bağışı en çok olan sensin.” (Âl-i İmrân: 8)
Allah-u Teâlâ yeryüzünde haksız yere büyüklenenlerin, koyduğu hükümlerden yüz çevirenlerin, ne kadar delillerle karşılaşsalar bile inanmayanların, doğru yolu apaçık görseler bile o yolda yürümeyenlerin, dalâlet yollarına daldıkça dalanların durumlarını ve âkıbetlerini bir Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenip büyüklük taslayanları âyetlerimi idrakten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim.” (A’râf: 146)
Kalpleri öyle mühürlenecek ki; dinin inceliklerini, ilâhî hükümlerdeki hikmet ve hakikatleri anlamazlar, gerçeklere nüfuz edemezler.
Bunun sebebi ise; Allah-u Teâlâ onların kalplerini çevirdi, çevirdikten sonra mühürledi, gözlerine bir perde çekti, kulaklarını da sağır yaptı. Artık bütün Kur’an-ı kerim âyetlerini önlerine koysan; görmez, işitmez, kalbi de kabul etmez.
Kalpleri öylesine mühürlenecek ki, ilâhî beyanların ihtivâ ettiği gerçekleri göremeyecekler, üzerinde düşünüp anlayamayacaklar.
Allah-u Teâlâ kalplerini çevirmiş, mühürlemiş olduğu için hakikati duymazlar ve duymak da istemezler. Çünkü imansızdırlar.
Allah-u Teâlâ onlara o kadar buğzediyor ki, nefret ediyor. Hakikati duymalarını bile istemiyor. İbadetlerinden de hoşlanmaz, duâ etmelerini de istemez. Yaptıkları ibadetlerin, Allah’tan uzaklaştırmaktan başka onlara bir faydası olmaz. Cidden bu böyledir.
Size bunu şöyle arzedelim ki; çok iyi bildiğin bir düşmanın, sana gelip iyi bir söz söylese, sen ondan nefret edersin. Niçin? Düşman olduğunu bildiğin için.
Onları en iyi bilen Allah-u Teâlâ, kalplerine vâkıf olduğu için, hakikatleri duyurmak istemez. Hani bir tâbir var: “Vermeyince Mâbud, ne yapsın Mahmud?” Hâlik vermeyince mahlûk ne yapabilir?
“Onlar bütün âyetleri görseler yine de inanmazlar.” (A’râf: 146)
Büyüklük taslamaları onları tasdik etmelerine mâni olur, tefekkür etmezler, ibret almazlar.
Görülüyor ki bunlar idrakten çevrilmiş. Allah-u Teâlâ kalplerini mühürlemiş, gözlerine bir perde çekmiş. Artık bunların hakikatı görmeleri mümkün değildir. Allah-u Teâlâ kalplerini döndürdüğü için, artık herşeyi ters görüyorlar.
“Doğru yolu görseler onu yol edinmezler.” (A’râf: 146)
Kendilerini sapıklık kapladığı için Hakk’a yönelmezler ve o yolun doğru olduğunu görmelerine rağmen o yolu tutmazlar.
“Azgınlık yolunu görseler hemen onu yol edinirler.” (A’râf: 146)
Hevâ ve heveslerine uygun ve bâtıl arzularına ulaştırıcı olmasından dolayı, dalâlet yolunu kendilerine hiç ayrılmayacakları bir yol olarak seçerler.
“Çünkü onlar âyetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular.” (A’râf: 146)
Onların bu gafletleri yanılmak ve bilgisizlikten kaynaklanan bir gaflet değil, hakka ve hakikate yüz çevirmelerinden kaynaklanan bir gaflettir.
•
Bu gibi kimselerin dinden çıktıktan sonra, bir daha dine dönemeyeceklerini haber veren Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Zerr -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Şüphesiz ki benden sonra ümmetimden bir zümre gelecektir. Onlar Kur’an okuyacaklar, fakat Kur’an’ın feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır). Nitekim onlar okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar, bir daha da ona dönemeyeceklerdir. İşte bütün insanların ve hayvanların en kötüsü bunlardır.” (Müslim: 1067)
Onun içindir ki o hitâb-ı kerim’in ilâhi hükümlerinden istifade edip istikamete yönelemiyorlar.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Kendisine Rabb’inin âyetleri hatırlatılarak öğüt verilip de ondan yüz çevirenden ve kendi elleriyle yaptığını unutandan daha zâlim kim vardır?” (Kehf: 57)
Hiç kimse, Allah-u Teâlâ’nın apaçık Âyet-i kerime’leri ve parlak delilleri ile kendisine öğüt verilip de onları görmemezlikten, duymamazlıktan gelen ve onlara hiç aldırış etmeyenden daha zâlim değildir.
Onların bu yüz çevirmeleri, iş ve icraatları, takındıkları tavırlar sebebiyle kalplerine mühür vurulmuştur:
“Biz onu (Kur’an’ı) anlamasınlar diye, onların kalplerinin üzerine perdeler, kulaklarına da ağırlık koyduk.” (Kehf: 57)
Onun içindir ki o Kitab-ı kerim’in ilâhî hükümlerinden istifade edip istikamete yönelemiyorlar.
“Sen onları hidayete çağırsan da onlar aslâ hidayete gelmezler.” (Kehf: 57)
Çünkü onlar ne işitirler ne de anlarlar, hiçbir ikaza aldırış etmezler.
“İşte bunlar Allah’ın kendilerini lânetlediği, sağır yaptığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir.” (Muhammed: 23)
•
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde, bu gibi kimselerin Kur’an-ı kerim’in ilâhî beyanları karşısındaki durumlarını anlatarak şöyle buyurmaktadır:
“İçlerinden bazıları da sana kulak verirler. Halbuki biz onların kalpleri üzerine, onu anlamamaları için örtüler, kulaklarına da ağırlık koyduk.” (En’âm: 25)
Hak ve hakikat ne kadar açık olursa olsun, engelli kulaklara ve perdeli kalplere giremez. Gözler bakar, kulaklar işitir, fakat hiçbir şey görmez ve duymaz.
“Onlar her türlü âyeti görseler, yine de ona inanmazlar.” (En’âm: 25)
Allah-u Teâlâ, hidayete ermek için çalışanları hiç şüphesiz ki hidayete ulaştırır. Hakk’tan yüz çevirenlerin ise hidayet ile aralarına perde çeker.
“Hatta sana geldiklerinde seninle mücadele ederler ve o kâfirler: ‘Bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir.’ derler.” (En’âm: 25)
O gün öyleydi, bugün ise daha değişik kılıklarda ve üsluplarda ortaya çıkıyorlar.
“Onlar hem insanları Kur’an’dan menederler, hem de kendilerini ondan uzaklaştırırlar.
Böylece ancak kendilerini helâke atarlar da farkına varmazlar.” (En’âm: 26)
Kendileri Hazret-i Kur’an’ın nur ışığından faydalanamadıkları gibi, başkalarının da faydalanmalarına engel olurlar.
Onlar Allah-u Teâlâ’nın âyetlerini kulakları ile işitir, fakat kalpleri işitmez. Çünkü onlar kalplerine perde çekilmeye müstehak olmuşlardır.
Nitekim başka bir Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Kur’an okuduğun zaman, seninle ahirete inanmayanların arasına gizli bir perde koyarız.” (İsrâ: 45)
Bu durum, onların Allah-u Teâlâ’ya ve O’nun ilâhî hükümlerine yönelmemelerinin bir cezasıdır. Hak ve hakikat gözler önünde güneş gibi parlayıp durduğu halde onları idrak edemeyenler, işte böyle bir perde ile perdelenmiş kimselerdir.
“Ayrıca onu anlamamaları için kalplerinin üzerine perdeler çekeriz, kulaklarına da ağırlık koyarız.” (İsrâ: 46)
Bu ağırlık, Allah-u Teâlâ’nın âyetlerini kendilerinin hidayet bulmalarını sağlayacak bir şekilde işitmelerini önleyen bir ağırlıktır.
“Sen Kur’an’da Rabb’ini tek olarak zikrettiğin zaman da, onlar nefret ederek arkalarını döner giderler.” (İsrâ: 46)
Şirk içinde yaşamayı tercih ederler.
Halbuki Kur’an-ı kerim öyle bir kitaptır ki; Allah-u Teâlâ’nın emirlerine sarılmak, nehiylerinden sakınmak suretiyle O’nun gazabından korunan ve itaat etmek suretiyle de azabından kurtulan müminler için yol göstericidir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde O izin vermedikçe hiç kimsenin imana nâil olamayacağını beyan buyurmaktadır:
“Allah’ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.” (Yunus: 100)
Seni yaratan Allah-u Teâlâ seni iman şerefi ile müşerref etti, Nur’u ile hemhal etti. Bu gerçekten bir mahlûk için en büyük bir şeref, en büyük bir rahmet, saâdetin ta kendisi değil midir?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Şüphesiz ki Allah dilediğini saptırır, dilediğini de hidayete erdirir.” (Fâtır: 8)
Bir kimse O’nun indirdikleri üzerinde kalbi itminan olmadığı zaman, Allah-u Teâlâ onu sevmez ve hidayete erdirmez. O artık sapık olarak bir yola sapar ve saptığı o yolda kalır. O herkesin yaptığını en iyi bilendir.
Hiç şüphe yok ki O yaratıyor, O donatıyor, O yaşatıyor. Kimde hayır görürse hidayetini kalbine yerleştiriyor. Kimde de hayır görmezse onu hidayet şerefi ile müşerref etmiyor. O hidayet etmedikçe hiçbir kimsenin iman etmesi de mümkün değildir.
“Allah bana izin vermedi ki, ben nasıl iman edeyim?” diye Allah-u Teâlâ’ya iftira ederler. Niçin hidayet vermiyor? Sende hayır görseydi, sana lütuf ile tecelli ederdi, fakat kalbin kapalı olduğu için seni hidayetten mahrum etti.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onlara duyururdu.” (Enfâl: 23)
O hidayet vermedi ki ben nasıl hidayet edeyim? O sende hidayet yollarını görseydi, sana yol verirdi. Hidayet yollarını görmediği için seni karanlıkta bırakıyor. Kabahati kendinde ara!
Kişi daima Allah-u Teâlâ’ya yönelip sığınacak ki, nefis meydan bulup onu helâk etmesin, cehenneme atmasın.
Allah-u Teâlâ kulun yapacağı iyi işlere rızâ gösterir, kötü işlere aslâ rızâ göstermez.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah kullarının küfrüne râzı olmaz.” (Zümer: 7)
Mahlukun hiçbir hükmü yoktur. Hüküm yalnız Allah-u Teâlâ’ya âittir, yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Çünkü O yaratıyor, O emrediyor.
Seni O’ndan başka yaratan var mıdır? Sen hükmünü nereden aldın da saptın? Bir sapmışa uyduğunu şimdi anladın mı? Müslüman oluyor musun, küfürde kalıyor musun?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Haddi aşanların kalplerini işte böyle mühürleriz.” buyuruyor. (Yunus: 74)
Size Allah-u Teâlâ’nın kalpleri çevirdiğini ve mühürlediğini söylüyoruz da bizim söylediğimizi zannediyorsunuz. Size bunca Âyet-i kerime ile ispat ediyoruz. Kalpleri mühürlediği gibi suretleri ve sıfatları da değiştirir, böylece ahirete giderler.
•
İşte bu ifsatçıların içyüzü budur. Siz onları İslâm gibi görürsünüz, fakat müslüman değillerdir. İslâm’a hizmet eder gibi görünürler, gayeleri ifsattır. Çalıştıklarını zannedersin, oysa onların bütün çalışmaları şöhrettir. Maddesi olsun, cebi dolsun, şöhreti çok olsun, övünmeyi isterler. Onların ahiretten hiçbir nasipleri yoktur. Zaten aslında ahirete inanmazlar da, Allah’tan korkmazlar da.
Allah-u Teâlâ onları her türlü idrakten çevirdiği için tuttukları yolu yol zannederler. Cehenneme düştükleri zaman tuttukları yolun aslını öğrenmiş olurlar.
Vay onların peşine takılanlara ve onlara uyanlara!
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kur’an-ı kerim’inde:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Buyurduğu halde, bu adam yahudi ve hıristiyanlarla dostluk toplantıları yapıyor. Bu İslâm’la bağdaşır mı?
Allah-u Teâlâ müminleri, ehl-i kitabın saptırma ve azdırmalarına karşı sakındırmış, onların sözlerine iltifat etmekten menetmiş ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir zümreye uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirirler de kâfir yaparlar.
Size Allah’ın âyetleri okunurken ve aranızda O’nun Resul’ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz? Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir.
Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imran: 100-101-102)
Allah için ihlâslı ve samimi olun, Allah’tan başkasını O’na aslâ ortak kılmayın.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onların bir çoğunun, kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendi önlerine sürdüğü şey ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiş ve azapta ebedî kalıcıdırlar.” (Mâide: 80)
Nefislerinin kendilerine sunduğu bu kötü şey, ebedî olarak azaplandırılmalarına ve Allah’ın gazabına uğramalarına sebep olmuştur.
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi.
Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Mâide: 81)
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnsanlar içerisinde, müminlere en şiddetli düşman olarak yahudileri bulursun.” (Mâide: 82)
Onlar İslâm’ın ve müslümanların düşmanıdırlar, müslümanların başına daima bir gaile çıkarmaktan ve kötülük etmekten başka bir şey düşünmezler. Dinini terk edip kendilerine tâbi olmadıkça, hiçbir müslümandan memnun olmazlar.
Allah-u Teâlâ’nın ilâhi emrine bir bakın, bir de bunların icraatlarına bir bakın. Bu İslâm’a uyar mı?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde müminlere dost ve düşmanlarını ayırdetmelerini muhakkak emrediyor ve şöyle buyuruyor:
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık ferman vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
Cinsi ne olursa olsun küfür, İslâm’a göre tek bir millettir. Müminlerin dostu ise ancak müminlerdir.
Allah-u Teâlâ müminlere kâfirleri dost edinmemelerini muhakkak emrettikten sonra, bu emr-i şerif’e uymayanların ise Allah’ın dostluğunu kaybetmekle cezalandırılacağını bildirmektedir:
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Müminler müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile bir dostluğu kalmaz.” (Âl-i imran: 28)
Allah-u Teâlâ ile hiçbir ilgileri kalmadığı gibi, Allah-u Teâlâ’nın dininde onların hiçbir yeri yoktur. Aradaki bütün bağlar tamamen kesilmiştir.
Bu Âyet-i kerime bile onların işini bitirmek için kâfidir. Bu ilâhî ferman, Allah-u Teâlâ’nın haklarında verdiği hükümdür.
Bir Âyet-i kerime’sinde de buyurur ki:
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 139)
Allah-u Teâlâ’nın şeref vermediği kimseler hiçbir şekilde şeref sahibi olamazlar. Şu halde kâfirlerden ve kâfirlerin dostluğundan şeref beklemek ne büyük bir gaflettir.
İmanın alâmetlerinden birisi de hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ’nın düşmanlarından nefret etmektir. Allah-u Teâlâ onlara düşman olmayı emretmiş ve onları dost edinmeyi yasaklamıştır.
Âyet-i kerime’sinde müminlerin düşmanının kendi düşmanı, kendi düşmanının da müminlerin düşmanı olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin.” (Mümtehine: 1)
Onları dost edinmek şöyle dursun, onlardan gayet uzak durmak lâzımdır. Allah-u Teâlâ’nın lütfettiği İslâm nimeti unutulmamalıdır.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi.
Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Mâide: 81)
Bu Âyet-i kerime dahi onları tanımanız için kâfi değil midir?
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, onlar böyle yapıyor. İlâhî emir ve hüküm budur. Bunların yaptıkları da budur. Kararı da siz verin.
•
Cenâb-ı Hakk Kelâm-ı kadim’inde nikâhı ve mehir’i emretmekte ve mehirsiz nikâhın sahih olmayacağını beyan etmektedir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Nikâhınıza aldığınız kadınların mehirlerini bir hak olarak seve seve verin.” (Nisâ: 4)
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, bu adam dini nikâhı şart değil diye mehiri de inkâr etmiş oluyor.
Allah-u Teâlâ nikâhlanması haram olan kadınları Nisâ Sure-i şerif’inin 22. 23. ve 24. Âyet-i kerime’lerinde beyan buyurduktan sonra, helâl olan kadınların müstehak oldukları mehir ve ücretler hakkında ilâhî hükmü beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
“Bunlardan başkasını ise, iffetli yaşamak, zinâ etmemek şartıyla mallarınızla istemeniz (mehirlerini verip almanız) size helâl kılındı.” (Nisâ: 24)
Burada mallardan söz edilmesi; mehirsiz nikâh olamayacağının delilidir. Mehir nikâhın gereklerindendir. Nikâh denildiği zaman, mutlaka mehirden uzak olmayacaktır.
“Nikâh ederek yararlandığınız kadınlara kararlaştırılmış mehirlerini verin.” (Nisâ: 24)
Zira mehir nikâhlanmanın karşılığıdır. Zifaf ile mehirin tamamı kocanın boynunun borcu olur.
“Mehirin takdir edilmesinden sonra, aranızda gönül rızâsıyla (yeni bir miktar üzerinde) anlaşmanızda size bir günah yoktur.” (Nisâ: 24)
Bu kendi rızânızla yapılan meşru bir muameledir.
Kadının mehirin bir kısmını almamasında, hepsini bağışlamasında veya erkeğin belirtilen miktardan fazlasını vermesinde herhangi bir mahzur yoktur.
“Şüphesiz ki Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ: 24)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize hitap ederek mehirlerini verdiği eşlerini kendisine helâl kıldığını bildirmektedir:
“Ey Peygamber! Şüphesiz ki biz mehirlerini verdiğin eşlerini sana helâl kıldık.” (Ahzab: 50)
Bu Âyet-i kerime’de Resulullah Aleyhisselâm’a layık ve faziletli olan hanımlar beyan buyurulmuştur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin ezvâc-ı tâhirattan bütün hanımlarına nikâhta mehir verdiği kesindir. Ancak Ebu Süfyan -radiyallahu anh- in kızı Ümmü Habibe -radiyallahu anhâ- vâlidemizle evlenirken onun mehirini Habeş kralı Necâşî dörtyüz dinar olarak karşılamıştır.
Ayrıca Safiye -radiyallahu anhâ- validemizi Hayber esirleri arasından seçmiş, sonra onu âzâd edip kendisiyle evlenmiş ve bu âzâd etmeyi de mehir saymıştır.
“Allah’ın sana ganimet olarak verdiklerinden, elinin altında bulunan câriyeleri (sana helâl kıldık).” (Ahzab: 50)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Şartlar içinde en çok yerine getirilmesi gereken şart, kadınların ırzlarını helâllığa aldığınız mehirdir.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 1161)
Nikah şartları, başka şartlardan daha çok yerine getirilmesi gereken, öncelikle riayet edilmesi lüzumlu olan bir şarttır. Bu şartların zedelenmemesine çok dikkat edilmelidir.
Nikâh ile sifâh (zina) arasını ayıran hususlardan birisi de mehirdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Bir kimse az veya çok bir mehir üzerine bir kadınla evlenir ve hakkını ödemek niyetinde olmayıp onu aldatırsa ve ödemeden ölürse, kıyamet günü zina yapmış olarak Allah’a mülâki olur.” (Taberânî)
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah size çocuklarınız hakkında erkeğe kadının payının iki misli miras vermenizi emreder.” (Nisa: 11)
Buyurduğu halde Mehmet Nuri Yılmaz’a “Miras” sorulduğunda “Eşit” demiştir. İlâhi hüküm böyleyken, bu ise ilâhi hükmü bırakıp kendi zanları üzere hüküm veriyor. Bu İslâm’la bağdaşır mı?
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyuruyor ki:
“Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarının tamamını bilmektedir.” (Yunus: 36)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri miras hususunda her vârisin ne kadar pay alacağını verâset ahkâmına ait Âyet-i kerime’lerinde açık ve kesin olarak bizzat beyan buyurmuş, insanların reyine ve arzusuna bırakmamıştır. Çünkü vârisler arasındaki farkların hikmetini insan aklı idrâk edemez.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Babalarınızdan ve oğullarınızdan menfaatça hangisinin size daha yakın olduğunu siz bilmezsiniz. Bu sehimler Allah tarafından tesbit edilip size farz kılınmıştır. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilici, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ: 11)
Binaenaleyh bir müslüman her işinde olduğu gibi bu hususta da Allah’ın emrini iltizam edecek, kendi düşüncesine göre hareket etmeyecek...
Meselâ bir babanın, çocuklarından bazılarını mirastan mahrum bırakması veya vasiyet yoluyla daha fazlasını vermesi suretiyle adalet yapmaması caiz olmadığı gibi; kızlarını, sevmediği bir hanımından olan çocuklarını veya miras düşen diğer yakınlarını mirastan men etmesi haramdır ve büyük bir vebâldir. Zira Cenâb-ı Hakk her hakkı sahibine vermiş, çizdiği bu sınırı aşmamalarını kullarına emretmiştir; ölüm hak, miras helâldir. İslâmiyet vârise vasiyeti menettiği gibi, ana veya babanın sağlığında hibe yoluyla çocuklarına farklı şeyler vermelerini de men etmiştir.
Hadis-i şerif’te:
“Çocuklarınıza eşit davranın.” buyuruluyor. (Buhâri)
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri şöyle buyuruyor:
“Çocuklarınızın mirâstaki durumu hakkında Allah size şöyle emrediyor: Erkeğe iki kadın payı kadar pay vardır. Eğer çocukların hepsi kadın olup ikiden çok iseler, mirasın üçte ikisi onlarındır, şayet tek ise yarısı onundur.
Ölenin çocuğu varsa, ana-babasından her birine terikeden altıda bir, eğer çocuğu yok da ana-babası ona vâris oluyorsa, anasına üçte bir düşer. (Kalan da babasının hakkıdır.)
Eğer ölenin kardeşleri varsa, o vakit altıda biri anasınındır.
Bu hükümler, ölenin borcu ödenip, yaptığı vasiyetler yerine getirildikten sonradır.
Babalarınızdan ve oğullarınızdan menfaatça hangisinin size daha yakın olduğunu siz bilmezsiniz. Bu sehimler Allah tarafından tesbit edilip size farz kılınmıştır. Şüphesiz ki, Allah hakkıyla bilici, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ: 11)
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Erkekler kadınlar üzerine idareci, hâkimdirler. Çünkü Allah birini diğerinden üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından kadınlara harcamaktadırlar. İyi kadınlar Allah’a itaatkâr olup Allah kendilerini koruduğu cihetle kocalarının gıyabında ırz ve namuslarını muhafaza ederler.
Fenalık ve geçimsizlik yaparlarsa önce onlara öğüt verin, uslanmazlarsa yataklarınızı ayırın. Yine dinlemezlerse hafifçe dövün. Size itaat ettikleri takdirde kendilerini incitmeyin. Çünkü Allah çok yücedir.” (Nisâ: 34)
Allah-u Teâlâ böyle buyurduğu halde Mehmet Nuri Yılmaz’a: “Kur’an’da erkeklere kadınları dövün diyor.” denildiğinde öyle bir şey olmadığını söyleyerek bu hükmü inkâr etmiştir ve kendi zannını hüküm yerine koymuştur.
•
Mehmet Nuri Yılmaz’a: “Kadınlarla tokalaşma” hususunda sorulduğunda, mahzuru olmadığını söylemiştir.
Halbuki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Yabancı kadının eline dokunan, tokalaşan kişinin eline kıyamet gününde ateşten bir kor parçası konur.” buyuruyorlar. (Feth-ül kadir)
Başka bir Hadis-i şerif’te ise:
“Herhangi birinin başına demir veya iğne batırılması kendisine helâl olmayan kadına dokunmasından daha hayırlıdır.” buyuruluyor. (Beyhaki)
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- buyuruyorlar ki:
“Resulullah Aleyhisselâm kadınlardan sadece dilleri ile biat alırlardı, ellerini tutmazdı. Nikahı altında olmayan hiçbir kadına dokunmamıştır.” (Buhârî)
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyuruyor ki:
“Zinâya yaklaşmayın. Çünkü o hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” (İsrâ: 32)
Tokalaşma da el zinası sayılacağından, bu emr-i ilâhî’yi de inkâr etmiştir.
•
“Onların bir çoğunu, kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendileri için öne sürdüğü şey ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiştir ve onlar azap içinde ebedî kalacaklardır. Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene (Kur’an’a) inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmış fâsıklardır. Andolsun ki insanların içerisinde, müminlere en şiddetli düşman olarak yahudileri ve Allah’a şirk koşanları bulursun.” (Mâide: 80-81-82)
Allah-u Teâlâ’nın İlâhi Emrine Bir Bakın, Bir de Bunların İcraatlarına Bakın. Bunu Müslüman Yapabilir mi? Yapamaz! Bu Kadar Dostluk Kurduğuna Göre, Meğer O da Onlardanmış!
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Bir zikir olan Kur’an’ı biz indirdik. Elbette onu biz koruyacağız.” (Hicr: 9)
Buyurarak Kelâm-ı kadîm’ini kıyamete kadar koruyacağına dair açık beyanı olduğu halde, Mehmet Nuri Yılmaz: “Siz Kur’an’ı yeniden tercüme etmeyi ortaya koydunuz.” şeklinde sorulan soruya müçtehidleri suçlayarak: “Kur’an’ı çağa göre tercüme edeceklerini” söylemiştir.
Bunlar kendilerini müçtehid yerine koyuyorlar. Bunlarınki içtihad değil, ifsadtır.
Müçtehid kim, bunlar kim? Oysa Kur’an-ı kerim’in hükmü kıyamete kadar bâkidir. Bunlar din-i mübini ifsad etmek ve Hazret-i Kur’an’ı aslından çıkarmak için vazifelidirler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onlar, Allah’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemese de Allah nûrunu tamamlayacaktır.” buyuruyor. (Saff: 8)
Bu beyanlarımıza diyeceğiniz bir itirazınız var mı? Eğer varsa Âyet-i kerime ile cevap verin, zira önünüze sunduğum hep ilâhî kelamullah’tır.
•
Üsâme -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Kıyamet günü bir kişi getirilip cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarı fırlar ve o haliyle değirmen döndüren merkep gibi döner. Cehennem halkı onun yanına toplanır da ‘Ey filân! Bu ne hal? Sen bize iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaya çalışmaz mıydın?’ derler. O da ‘İyiliği emrederdim de kendim yapmazdım, kötülükten vazgeçirmeye çalışırdım da onu kendim yapardım.’ cevabını verir.” (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 1351)
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde Nûr sûresi 31. ve Ahzâb sûresi 59. Âyet-i kerime’lerinde tesettürün farz olduğunu beyan buyuruyor.
“Resulüm! Mümin kadınlara da söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını namuslarını korusunlar. Ziynet yerlerini açıp göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan (yüz ve eller) müstesnâdır. Başörtülerini (göğüs ve boyunları görünmeyecek şekilde) yakalarının üstüne koyup örtsünler.” (Nûr: 31)
Bu Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ tesettür hakkında kesin hududunu çizmiş, sadece yüz ve ellerin görünebileceğini belirterek, bu hükmü kulun tercihine bırakmamıştır.
Bu adam ise “Kur’an’daki İslâm” kitabında, “Saçların bütünüyle, görünmeyecek şekilde kapatılması emri diye bir ifade yoktur. Cenâb-ı Hakk bunu kulun tercihine bırakmıştır.” demektedir.
Bu söz İslâm’a uyar mı?
İslâm dininde tesettür kesinlikle farzdır.
“Resulüm! Zevcelerine, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle. Zaruri bir ihtiyaçları olup dışarı çıkmak istedikleri zaman, dış elbiselerini üzerlerine giysinler. Bu onların ahlâksız kadınlardan olmadıklarının bilinmesi ve incitilmemesi için daha elverişlidir.” (Ahzâb: 59)
Bu hüküm İslâm dinine göredir.
Tesettür kesin olarak uyulması gereken bir emirdir ve iman meselesidir.
Allah-u Teâlâ emir ve hükümlerini koymuş onu yasaklarıyla sınırlamıştır.
“Bu hükümler Allah’ın hudutlarıdır. Kim Allah’ın hudutlarını aşarsa kendisine yazık etmiş olur.” (Talâk: 1)
Allah-u Teâlâ, “Kim bu hudutları aşarsa kendisine yazık etmiş olur.” buyuruyorken. “Tesettürü kulların tercihine bıraktığını” söylemek, açıkca bu hudutları aşmak demektir. Bu Âyet-i kerime’leri inkâr etmek demektir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları, şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki saadete eresiniz.
Şeytan; içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi zikrullahtan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz bunlardan vazgeçtiniz değil mi?” buyuruyor. (Mâide: 90-91)
Hazret-i Allah içkiyi yasaklıyor, bu adam; “Şarap dışındaki içkilerin sarhoş etmeyecek kadar içilebileceğini” söylüyor. Bu İslâm’a uyar mı?
İslâm dini aklın muhafazasına çok ehemmiyet vermiştir. Aklı izâle edip faaliyetlerini durdurması yönünden insana çok büyük zararı olan içkiyi ve diğer uyuşturucu maddeleri yasaklamıştır. Çünkü bunlar insanın yalnız aklına ve vücuduna değil; nesline, malına, şeref ve haysiyetine de zarar verir.
Binaenaleyh, insanlar arasındaki ismi ne olursa olsun ve her neden yapılırsa yapılsın, sarhoşluk veren bütün içkilerin azı da çoğu da haramdır.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Her ne olursa olsun çoğu sarhoşluk veren şeylerin azından da sakınınız.” (İbn-i Mâce)
•
Daha buna benzer birçok konuda İslâm’ın emir ve hükümlerini hafife almakta, küfre düşmekte, inananların gönüllerini bulandırmakta, İslâm’da büyük tefrika çıkarmaktadır.
“Doğrusu bir çokları bilmeden heva ve heveslerine uyarak halkı şaşırtıyorlar.” (En’âm: 119)
Âyet-i kerime’lere ve Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine ters konuştuğu için nefis arzusunu ilâh edinmiş, şirke düşmüştür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Resul’üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” buyuruyor. (Furkân: 43)
Dinde reform isteyen bu tahripçilerin sözlerine kulak vermeyin. Allah-u Teâlâ’nın emir ve hükümlerine Resulullah Aleyhisselâm’ın Sünnet-i seniye’sine tâbi olun.
•
Üsâme -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Kıyamet günü bir kişi getirilip cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarı fırlar ve o haliyle değirmen döndüren merkep gibi döner. Cehennem halkı onun yanına toplanır da: ‘Ey filân! Bu ne hal? Sen bize iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaya çalışmaz mıydın?’ derler. O da: ‘İyiliği emrederdim de kendim yapmazdım, kötülükten vazgeçirmeye çalışırdım da onu kendim yapardım.’ cevabını verir.” (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 1351)
Kitabullah’a ve Resulullah’a dil uzatıp yoldan sapan, tahripçi, reformcu, sahte Edip Yüksel hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onların kalplerinde hastalık vardır.” buyuruyor. (Bakara: 10)
Öyle bir maraz ki tedavisi mümkün değil. Ahlâk-ı zemime içinde.
“Allah da onların hastalığını artırmıştır.” (Bakara: 10)
Kalbi mühürlenmiş, gözlerine perde çekilmiş, kalbi hasta olan bu adam, bu hastalıklarını başkalarına aşılamaya çalışıyor.
“Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle onlara elem verici bir azap vardır.” (Bakara: 10)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenip büyüklük taslayanları âyetlerimi idrakten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim.” (A’râf: 146)
Kalpleri öylesine mühürlenecek ki, ilâhî beyanların ihtivâ ettiği gerçekleri göremeyecekler, üzerinde düşünüp anlayamayacaklar.
•
Öyle ki Resulullah Aleyhisselâm için “Muhammed Peygamber” diye bilecek kadar saygısız olan bu adam, ona getirilen salât ve selâm için “gürültü çıkarıyorlar” diyor.
Halbuki Hazret-i Allah’ın Resulullah Aleyhisselâm hakkında şöyle emri var:
“Şüphesiz ki Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât ve selâm getirin ve gönülden teslim olun.” (Ahzâb: 56)
Bu adam bu emr-i ilâhi’yi inkâr ediyor.
Bu adamı tanıyın. Yoldan çıkmış olduğunu iyi bilin.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i, onun sözlerini, yaşayışını, hayatını hafife alan bu adam, konuşmalarında Resulullah Aleyhisselâm’ı rencide edici beyanlarda bulunmakta, Sünnet-i seniye’yi ve Hadis-i şerif’leri inkâr etmektedir.
Onun bu sözlerini şu Âyet-i kerime’lerle çürüttük:
“Biz hiçbir peygamberi, Allah’ın izni ile kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik.” (Nisâ: 64)
Ona itaat etmekle Allah-u Teâlâ’nın emrine itaat edilmiş olur. Ona itaat etmeyen ise Allah-u Teâlâ’ya da, gönderdiğine de iman ve itaat etmemiş olur.
Şimdi bu bir Âyet-i kerime’dir. Âyet-i kerime’de “İtaat et!” buyruluyor. O ise hem “İtaat etmem” diyor, Âyet-i kerime’ye karşı geliyor; hem de Âyet-i kerime’nin hükmünü kabul etmiyor, Âyet-i kerime’yi inkâr ediyor.
Halbuki bir tek Âyet-i kerime’yi dahi inkâr eden kâfir olur.
Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, Sünnet-i seniyye’sine sımsıkı sarılmayı, ahlâkı ile ahlâklanıp edebiyle edeplenmeyi gerektirir.
Âyet-i kerime’de:
“Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının!” buyuruluyor. (Haşr: 7)
Bu emr-i ilâhî’yi bizzat Hazret-i Allah buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor. Binaenaleyh Resulullah Aleyhisselâm’ın Hadis-i şerif’lerini ve beyanlarını hafife alanlar gerçekten imansız ve saptırıcıdırlar. Bunlar yolun başına oturmuş, halkı saptıran, âhir zaman ulemâsıdır. Halkı dinden imandan ayırıyorlar.
•
Resulullah Aleyhisselâm’a itaatsizlik eden adamın soyuna dikkat etmek gerekiyor!
İşte Hadis-i şerif!
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh- şöyle demiştir:
“Resulullah Aleyhisselâm’a (Yemen’den arıtılmamış altın cevherinden) bir miktar gönderilmişti. Bunu dört kişi arasında bölüştürdü. Bunun üzerine bir adam: “Sen bu taksimde adâlet etmedin!” dedi.
Resulullah Aleyhisselâm buyurdu ki:
“Bu adamın soyundan öyle bir kavim çıkacaktır ki, onlar dinden, okun avı delip çıkması gibi çıkacaklardır.” (Buharî. Tefsir, 145)
•
Tevbe sûre-i şerif’inin son iki Âyet-i kerime’sini sahte peygamber Reşad Halife’nin ve kendi sahte peygamberliğinin mucizesi(!) kabul ettiği 19 rakamının sırrına(!) uymadığı gerekçesiyle kabul etmemesi ve uydurma demesi gerçek küfrüne delâlet eder. Onun bu büyük küfür sözlerini Âyet-i kerime’lerle çürüttük.
Allah-u Teâlâ bu gibiler hakkında Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Âyetlerimizi inkâr etmek için yarışırcasına gayret sarf edenler var ya, işte onlar için acıklı bir azap vardır.” (Sebe: 5)
“Onlar yeryüzünde durmadan fesad çıkarmaya koşarlar.” (Mâide: 64)
Bu adam da fesad çıkarmakta Tevbe sûre-i şerif’indeki son iki Âyet-i kerime’yi inkâr etmekte ve küfre kaymaktadır.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’i olan Kur’an-ı kerim’i bizatihi koruyacağını, muhafaza edeceğini beyan buyuruyor:
“Bir zikir olan Kur’an’ı biz indirdik ve onun koruyucusu da biziz.” (Hicr: 9)
Allah-u Teâlâ böyle buyururken, bu adamın Kur’an-ı kerim’in bu Âyet-i kerime’lerinin yok olduğunu söylemesi bu Âyet-i kerime’yi de inkârdır. Bu ise küfür üstüne küfürdür.
Binaenaleyh değil Kur’an-ı kerim’in Âyet-i kerime’sini, bir harfini bile inkâr eden alenen kâfir olur.
Bu adam namaz kılmıyor, abdest almıyor, İslâm’ı yaşamıyor. Neden ve niçin ortaya çıktığı belli olmayan, şeytanın askeri, nefsinin oyuncağı olan bu adam ifsad edicidir, yol kesicidir.
Belki de bu adam cenabet geziyor.
•
Kıyametin saatini bildiğini söyleyerek Cenâb-ı Hakk’ın sadece ben bilirim dediği bu emr-i ilâhi’leri inkâr ediyor ve küfrünü ilân ediyor.
"Resulüm! De ki: O bilgi ancak Allah katındadır. Ben ise apaçık bir uyarıcıyım." (Mülk: 26)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in de:
"Bu hususta kendisine sorulan kimse, sorandan daha bilgili değildir." diye cevap vermesi meşhurdur. (Buhari-Müslim)
Âyet-i kerime'lerde şöyle buyurulmaktadır:
"Kıyamet saatini bilmek Allah'a havale edilir." (Fussilet: 47)
"Kıyamet saatini bilmek ancak Allah'a mahsustur." (Lokman: 34)
"Kıyametin vaktine dair bilgi O'nun katındadır." (Zuhruf: 85)
•
Üsâme -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Kıyamet günü bir kişi getirilip cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarı fırlar ve o haliyle değirmen döndüren merkep gibi döner. Cehennem halkı onun yanına toplanır da: ‘Ey filân! Bu ne hal? Sen bize iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaya çalışmaz mıydın?’ derler. O da: ‘İyiliği emrederdim de kendim yapmazdım, kötülükten vazgeçirmeye çalışırdım da onu kendim yapardım.’ cevabını verir.” (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 1351)
İşte bunların cehennemdeki hâli budur. Çünkü bunlar küfre imrendiler, küfrü imana tercih ettiler. Âkıbetleri de budur!
Bu adam İslâm dini için çok tehlikelidir. İslâm dini ile hiçbir ilgisi yoktur. Dabbet’ül-arz olduğunu söylemesi hem fitnesine, hem niyetine, hem de gaye ve maksadına delâlet eder. Halbuki Dabbet’ül-arz Allah-u Teâlâ’nın emriyle yerden çıkacak, yani yerin altından çıkacak. O verilmiş olan ilâhi hükmü yerine getirecek. Ona âsâ ve mühür verilecek. Onun elinden hiçbir kimse kurtulamayacak, hiçbir fert de kaçamayacaktır. Bu ise nereden çıktığını bilmiyor, nereye gideceğini de görmüyor.
Allah-u Teâlâ kitabı Kur’an-ı azimüşşan’da şöyle beyan buyuruyor:
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı; kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
Bu adam bir alevidir. Ve aleviler için bir Kur’an meâli hazırlamış, ismi “Alternatif Kur’an” diye duyurulmuştur. Daha sonra “Kur’an, Heyet Alevi Dedeleri” ismindeki bu kitap piyasaya sürülmüştür. Bu kitapta te’vil ve yorumlar yapılmış, Âyet-i kerime’lerdeki mânâlarda alevilikle ilgili lâfızlar aranmış ve çok yanlış, yalan dipnotlar yapılmıştır. Öyle ileri gidilmiş, mânâlar öyle saptırılmıştır ki, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz’e ilâhlık isnat edilmiştir.
Yâsin sûre-i şerif’inin 81. Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ:
“Ve hüvel hallâkül alîm” = “O herşeyi hakkıyla bilendir.” buyuruyor. Bu Âyet-i kerime için “Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz’in ulûhiyeti hakkındadır” diyerek Hazret-i Allah’a ortak koşmuştur. (Kur’an, Heyet Alevi Dedeleri. sh: 444)
Ulûhiyet demek; ilâh demektir. Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz ilâhlaştırılmıştır. Bu söz küfürdür, şirktir. Bu adamın müslümanlıkla alâkası yoktur.
Bir de Ehl-i beyt’ten bahsediyor. Müslüman olmayan birinin Ehl-i beyt’ten bahsetmeye hakkı yoktur. Hazret-i Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-den bahsetmeye, Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den, Hazret-i Hasan ve Hüseyin -radiyallahu anhümâ-dan bahsetmeye sahib-i selâhiyet değildir.
Her şeyden önce iman nedir? İman, İslâm dinine göre; Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın O’nun kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.
Mümin olmak için, imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır.
Şimdi imanın birinci şartı yani müslüman olmanın birinci şartı Allah’ın varlığına ve birliğine, ondan başka bir mevcud, ilâh olmadığına inanmak olduğuna göre; senin Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz’e kitabında ulûhiyet isnad etmen şirktir, küfürdür. Otomatik olarak İslâm’dan çıkmaktır.
•
Dabbet’ül-arz beyanına gelince: Bu sözü Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle çürütüldü. Kur’an-ı kerim’de kıyametin yaklaştığını ifade eden Âyet-i kerime’ler olmakla birlikte bu müthiş hadisenin alâmetlerine genel olarak işaret eden Âyet-i kerime’ler de bulunmaktadır. (Muhammed sûre-i şerif’i 10. Âyet-i kerime’si gibi)
Hadis-i şerif’lerde ise kıyamet alâmetleri “Büyük ve küçük”, “Fiilen vâki olanlar, kıyametle çok yakın bir zamanda gerçekleşecek olanlar” şeklinde çeşitli bölümlerle ifade edilmiştir.
“Dabbet’ül-arz”ın çıkışı da kıyamet alâmetlerindendir. Dâbbet’ül-arz, âhir zamanda Allah-u Teâlâ’nın emirlerinin terkedildiği, insanların gerçek dini değiştirdikleri sırada çıkacak olan bir hayvandır. Tâkip edenin yetişemeyeceği, kaçanın kurtulamayacağı bir süratte olacaktır.
Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“(Kıyametin kopacağına dair) O sözün tahakkuk zamanı yaklaşınca onlara yerden bir dabbe çıkarırız da insanların âyetlerimize yakînen iman etmemiş olduklarını söyler.” (Neml: 82)
Allah-u Teâlâ bu Dabbe’yi kıyametin kopması gibi büyük bir hadisenin başlangıcı olarak, insanların Kur’an-ı kerim’e kesin olarak inanmayışları sebebiyle ortaya çıkaracaktır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Dabbet’ül-arz, beraberinde Musa Aleyhisselâm’ın âsâsı, Süleyman Aleyhisselâm’ın mührü bulunduğu halde çıkar. Mühür ile müminin yüzünü parlatır, âsâ ile kâfirin burnunu kırar. Öyle ki insanlar sofra üzerinde biraraya gelirler de, mümin kâfirden ayırt edilip tanınır.” (Tirmizî)
Böyle bir gün yaklaştığı zaman tevbeler kabul edilmeyecek, içinde bulundukları duruma göre insanların hükümleri verilecek.
Ehl-i beyt risalesinde birçok Sahabe-i kiram Hazeratı’na dil uzatmakta; Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz’e çirkin saldırı ve hakaretlerde bulunmaktadır.
Üsâme -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Kıyamet günü bir kişi getirilip cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarı fırlar ve o haliyle değirmen döndüren merkep gibi döner. Cehennem halkı onun yanına toplanır da: ‘Ey filân! Bu ne hal? Sen bize iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaya çalışmaz mıydın?’ derler. O da: ‘İyiliği emrederdim de kendim yapmazdım, kötülükten vazgeçirmeye çalışırdım da onu kendim yapardım.’ cevabını verir.” (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 1351)
İşte bunların cehennemdeki hâli budur. Çünkü bunlar küfre imrendiler, küfrü imana tercih ettiler. Âkıbetleri de budur!
Bugüne kadar “Mehdiyim” diyenlerin hepsi şeytanın kuklasıdır, maskarasıdır. Bu çıkanlar yalancıdır, sahtedir, soytarıdır. Bunların yalanını, sahteliğini Hadis-i şerif’ler ile çürüttük. Gelecek olan Hazret-i Mehdi’nin alâmetlerini Hadis-i şerif’lerden öğreniyoruz.
Ahirzamanda, kıyâmetin kopmasına çok az bir zaman kala Allah-u Teâlâ’nın ümmet-i Muhammed’in başına gönderdiği bir komutan olan Hazret-i Mehdi, adil bir idareci, dirayetli bir önder, şecâatli bir kumandandır. O doğrudan doğruya Resulullah Aleyhisselâm’ın vekâletini taşıyacak, onun hilâfetini, onun vazifesini yapacak. Garip duruma düşen İslâm’ı, gariplikten kurtarmaya çalışacaktır. Çünkü bunun için gönderilecek. Allah-u Teâlâ onu muzaffer edecektir.
Mehdi; kelime olarak hidayet kökünden gelir. Allah’ın hidayetine ermiş mânâsını taşır, Allah’ın izniyle hidayete erdirecek mânâsını da ifade eder.
Mehdi Aleyhisselâm hakkında çok sayıda Hadis-i şerif nakledilmiştir. Âlimler bunu mütevatir kabul ederler.
•
Câh’ıs-sadefî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Benden sonra halifeler bulunacaktır. Halifelikten sonra emirler, emirlerden sonra krallar, krallardan sonra da zâlim idareciler olacaktır.
Daha sonra ehl-i beyt’imden bir adam çıkacak, yeryüzü zulümle dolduğu gibi onu adaletle dolduracaktır.” (Câmiu’s-sağîr: 4768)
•
Hadis-i şerif’lerde ifade edildiğine göre İsa Aleyhisselâm ile Mehdi Aleyhisselâm aynı zamanda çıkacak ve İsa Aleyhisselâm, Hazret-i Mehdi’ye yardımcı olacak, birlikte Deccal’i öldüreceklerdir. Hatta Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın Mehdi’nin arkasında namaz kılacaktır. Ebu Ümâme el-Bâhilî -radiyallahu anh-den şöyle rivayet edilmiştir:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bize hitap etti. Deccal’i anarak şöyle buyurdu:
“Sonra Medine şehri, sakinleriyle beraber üç defa sallanacak. Bunun üzerine Medine’de bulunan münafık erkek ve kadınlardan hiç kimse kalmayıp hepsi de Deccal’in yanına gidecekler. Böylece demirci körüğünün demirin kirini pasını giderip attığı gibi Medine de içindeki pisliği dışına atacak ve o güne kurtuluş günü denilecektir.”
Ümmü Şüreyk bint-i Ebi’l-Aker -radiyallahu anhâ-:
“Yâ Resulellah! Peki o gün Araplar nerede olacak?” diye sordu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Araplar o gün az olurlar ve büyük çoğunluğu Beyt’ül-Makdis (Kudüs)te bulunacaklardır. İmamları da sâlih bir insan (Mehdi) olacaktır. Sonra imamları öne geçip kendilerine sabah namazını kıldıracağı sırada Meryem oğlu İsa Aleyhisselâm sabah vaktinde inecektir. Bunun üzerine İsa Aleyhisselâm’ın öne geçip cemaate namaz kıldırması için imam (Mehdi) arka arka yürümeye başlayacak. Fakat İsa Aleyhisselâm elini onun omuzlarına koyacak ve ona:
‘Geç öne namazı kıldır! Zira kamet senin için getirildi.’ diyecektir.
Bunun üzerine imamları (Mehdi) onlara namazı kıldıracaktır.” (İbn-i Mâce: 4077)
•
Dini dünyaya âlet eden sapıtıcı imamlar, dini kendilerine uydurmaya çalışırlar. Madde ve menfaat, mevki ve şöhret uğruna dinden çıktıkları gibi, başkalarını da çıkarmaya çalışırlar.
Bununla da kalmayacak, mehdiyim, hatta peygamberim diyen sahtekârlar, soytarılar türeyecektir.
Peygamber Efendimiz’in haber verdiği işte bu yalancılar bu zamanda mevcuttur. Onların her şeyi yalan ve dolandır.
•
Ey müslümanlar!
Şeytanın istilâ ettiği bu sahteler şeytan taraftarıdırlar. Onlara tâbi olan da onlarla beraberdir ve şeytan fırkasındandır. Bu yalancılara kanmayın. Onları iyi tanıyın.
Şimdilerde türeyen sahte mehdi de şarabı helâl saymakta, başı açık gezilmesine, kadınların çıplak dolaşmasına izin vermekte, namazı hafife almaktadır.
Hülasâ-i kelâm; İsa Aleyhisselâm ile Mehdi Aleyhisselâm beraberce İslâm dininin muzafferiyeti için çalışacaklar, kendilerine verilen vazifeyi bihakkın yapacaklardır.
Sahtelere ise bu vazifeyi kim veriyor? Şeytan veriyor.
•
Üsâme -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Kıyamet günü bir kişi getirilip cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarı fırlar ve o haliyle değirmen döndüren merkep gibi döner. Cehennem halkı onun yanına toplanır da: ‘Ey filân! Bu ne hal? Sen bize iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaya çalışmaz mıydın?’ derler. O da: ‘İyiliği emrederdim de kendim yapmazdım, kötülükten vazgeçirmeye çalışırdım da onu kendim yapardım.’ cevabını verir.” (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 1351)
İşte bunların cehennemdeki hâli budur. Çünkü bunlar küfre imrendiler, küfrü imana tercih ettiler. Âkıbetleri de budur!
Refet Kayserilioğlu isminde birisi “Sevgi Birliği Derneği” adı altında faaliyet göstermekte; gündüzleri İsa, geceleri insan olduğunu söylemektedir. Bu adamın yalanlarını, sahteliğini Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle çürüttük.
Allah-u Teâlâ’nın semâya çektiği, Deccal’in fitnesi ile müslümanların iyice bunaldığı bir sırada yeryüzüne göndereceği bir peygamber olan Hazret-i İsa Aleyhisselâm hakkında, Kur’an-ı kerim’de, Hadis-i şerif’lerde pek çok beyan vardır.
Gerçek gelecek olan Hazret-i İsa Aleyhisselâm, kıyametin en büyük ve en bariz alâmetlerinden birisidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz ki o, kıyametin kopacağını gösteren bir bilgidir.” (Zuhruf: 61)
Onun yeryüzüne inişi ile kıyametin kopmasının yakın olduğu bilinir.
İsa Aleyhisselâm ölmemiş, semâya çekilmiştir. Cesedi ile birlikte semâda yaşamaktadır. Deccal’in fitnesi ile müslümanların iyice bunaldığı bir sırada yeryüzüne inecektir ve icraatlarını gerçekleştirecektir. Bu husus tevâtür derecesine ulaşmış; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabit olmuştur.
•
İsa Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir zamanda ineceğine dâir Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; çok sürmez Meryem oğlu İsa âdil bir hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye vergisini kaldıracak ve mal o kadar çoğalacak ki, onu kabul eden kimse bulunmayacaktır.” (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 1018)
Ümmet-i Muhammed’in her asırdaki âlimlerinin ileri gelenleri, İsa Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir zamanda ineceği hakkında icmâ etmişler, muhalefette bulunmamışlardır. Ancak bir takım filozoflar inkâra kalkışmışlardır.
İsa Aleyhisselâm’ı çok sevmeli ve gelmesini de beklemeliyiz, ancak henüz daha gelmiş değil. Bu yüzden bu çıkanların hepsi sahtedir, yalancıdır, soytarıdır.
Sahtelere ise bu vazifeyi kim veriyor? Şeytan veriyor.
•
Şeytanın gönderdiği yalancı isa’ların çıkacağını haber veren Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“Hepsi de Allah’ın peygamberi olduğunu iddiâ eden otuza yakın yalancı deccaller türemedikçe kıyamet kopmaz.” (Tirmizî: 2219)
Şimdi deccaliyet devrinin içindeyiz, en son deccale gelinceye kadar devam edecek.
“Şüphesiz ki kıyametin önünde yalancılar zuhur edecektir.” (Müslim)
İşte bu yalancılar bu zamanda mevcuttur. Onların her şeyi yalan ve dolandır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde onları bize şöyle tanıtıyor:
“Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” (Kasas: 41)
Allah-u Teâlâ’nın, meleklerin ve müminlerin lâneti üzerlerine olacak, rahmet-i ilâhî’den tardedileceklerdir.
•
Üsâme -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Kıyamet günü bir kişi getirilip cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarı fırlar ve o haliyle değirmen döndüren merkep gibi döner. Cehennem halkı onun yanına toplanır da: ‘Ey filân! Bu ne hal? Sen bize iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaya çalışmaz mıydın?’ derler. O da: ‘İyiliği emrederdim de kendim yapmazdım, kötülükten vazgeçirmeye çalışırdım da onu kendim yapardım.’ cevabını verir.” (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 1351)
İşte bunların cehennemdeki hâli budur. Çünkü bunlar küfre imrendiler, küfrü imana tercih ettiler. Âkıbetleri de budur!
Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslümanlara en fazla fenalığı dokunanlar ve kendilerine karşı en fazla tetikte durulması gerekenler münâfıklardır. Müşrikten de kâfirden de tehlikelidirler. Çünkü gerçek yüzlerini göstermezler. Etraflarını kendilerine inandırarak uyuttuktan sonra zehirlerini akıtırlar.
Bir Âyet-i kerime’de onlar hakkında şöyle buyurulmaktadır:
“Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz.” (Tevbe: 66)
Asr-ı saâdet’ten sonra İslâm âlemine en büyük kötülüğü yapan kişiler münafıklardır. Gerçek yüzlerini gizledikleri için onlardan sakınmak zordur.
Hüküm Allah-u Teâlâ’nındır, O hükmünü peygamber’ine bildirir, peygamber şeriatını yürütür. Nefsini ilâh edinmiş, hem allahlık dâvâsı güdüyor, hem de peygamberlik dâvâsı güdüyor, halkın bundan haberi yok. İslâm’la ilgisi yok, İslâm’ın hükümlerinden bahsediyor. Namaz kılmaz, niyaz yapmaz, İslâm’ın hükümlerini tayin etmeye çalışıyor. Bu gibi insanlara yol vermemek lâzım.
Bu dini böylece ifsat ettiler, halkı kararsız hale getirdiler. Halk nereye gideceğini, ne yapacağını göremez hale geldi.
Zaten bunu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz bin dört yüz sene evvel haber vermişti.
İfsatçılar allahlık dâvâsı güdüyorlar. Nefsini ilâh ediniyor, ilâhî hükmü değiştiriyor. Farzı muhal diyor ki; “abdestsiz namaz kılınır, çıplak kılınır, üç rekât kılınır...” Hem eğlence haline getiriyor, hem de ilâhî hükmü hükümsüz hale getiriyor. Allah-u Teâlâ’nın hükmü budur, bunlar Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini hem hükümsüz hale getiriyor, aynı zamanda Allah-u Teâlâ’nın tebliğ ettiği emirleri kendileri tebliğ ediyor. Bu da allahlık dâvâsını apaşikâr gütmek mânâsıdır. Bunlar hâşâ biz allahız demiyorlar, biz firavunuz demiyorlar, firavunun yaptığını yapıyorlar.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde her fırsatta münafıkları lânetlemiş ve onların durumlarından müminleri haberdar etmiştir. Yüzden fazla Âyet-i kerime’de münafıkların şerlerinden ve alâmetlerinden bahsedilmiştir. Bunlarla cihad etmek hususunda Resulullah Aleyhisselâm’a dahi emir buyurmuş, hususiyetle Münafikûn sûre-i şerif’ini indirerek münafıkların sahtekârlıklarını ortaya sermiştir.
Bakara sûre-i şerif’inin hemen başında müminler hakkında iki Âyet-i kerime, kâfirler hakkında üç Âyet-i kerime, münafıklar hakkında ise onüç Âyet-i kerime ile bilgi verilmesi, bu hususun ne kadar mühim olduğunu göstermektedir.
“İnsanların birtakımları vardır ki, inanmadıkları hâlde: “Allah’a ve ahiret gününe inandık.” derler.
Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değillerdir.
Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle onlara elem verici bir azap vardır.
Kendilerine: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın!” denildiği zaman, “Biz ancak ıslah edicileriz.” derler.
İyi bilin ki asıl ortalığı ifsat edenler kendileridir. Lâkin anlamazlar.
Onlara: “(Mümin) insanların inandığı gibi siz de inanın!” denilince de, “Beyinsizlerin inandığı gibi mi inanalım?” derler. İyi bilin ki asıl beyinsizler kendileridir, fakat bunu bilmezler.
Müminlerle karşılaştıkları zaman “Biz de inandık” derler. Şeytanları (elebaşları) ile baş başa kaldıklarında ise: “Biz şüphesiz sizinleyiz, onlarla sadece alay etmekteyiz!” derler.
Allah da kendileriyle alay eder, azgınlıklarında onlara mühlet verir, bu yüzden onlar bir müddet başı-boş dolaşırlar.
İşte onlar hidayet karşılığında sapıklığı satın almışlardır. Bu alış-verişleri kendilerine kâr sağlamamıştır, doğru yolu da bulamamışlardır.
Onların (münafıkların) hâli, karanlık bir gecede ateş yakan kimsenin durumuna benzer. Ki, ateş tam onların çevresini aydınlatmışken, Allah onların nurlarını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır. Onlar artık hiçbir şeyi göremez olurlar.
Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Onlar artık dönmezler.
Yahut onların hâli, gökten sağanak hâlinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir. Yıldırımdan ölme korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Hâlbuki Allah o kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.
O esnada şimşek sanki gözlerini çıkaracakmış gibi çakar. Etraflarını aydınlatınca birkaç adım yürürler. Fakat üzerlerine karanlık çökünce oldukları yerde kalırlar. Allah dileseydi elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Şüphesiz ki Allah her şeye kâdirdir.” (Bakara: 8-20)
•
Allah-u Teâlâ çeşitli Âyet-i kerime’lerinde münafıkların özelliklerini beyan buyurmaktadır:
• İman ile küfür arasında bocalarlar.
“Ne onlarla olurlar, ne bunlarla olurlar. İkisinin arasında bocalayıp dururlar.” (Nisâ: 143)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onların dinleri hususunda şaşkın olduklarını, şeytanın onları tereddüte düşürdüğünü beyan buyurmaktadır.
Ne müminlere uyarak tam mümin olurlar, ne de kâfirlere uyarak müşrik olurlar. Ne müminlere katılırlar, ne de kâfirlere.
• Müslüman olduklarını iddiâ ettikleri halde, Hazret-i Kur’an’ın bir kısmını kabul bir kısmını inkâr ederler.
“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezâsı dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise en şiddetli azaba çarptırılacaklardır. Allah yaptıklarınızdan aslâ gafil değildir.” (Bakara: 85)
Kur’an-ı kerim’in bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak küfürdür.
• İmandan çekinirler.
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve Peygamber’e gelin!’ denildiği zaman, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.” (Nisâ: 61)
Onlar Allah-u Teâlâ’nın ulvî hükümlerine uymak istemezler.
“Onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet geldiği zaman mutlaka ondan yüz çevirirler.” (Yâsin: 46)
Onlar kelâmullah olan Kur’an-ı hakîm’in ulvî beyanlarını olduğu gibi kabul edip de İslâm’la müşerref, imanla münevver olmak istemezler.
“Onlardan yüz çevir. (Dâvetine uymamalarından dolayı) sen kınanacak değilsin.” (Zâriyat: 54)
• Müslümanları kâfir yapmaya çalışırlar.
“Onlar kendileri inkâr ettikleri gibi, sizin de inkâr edip sapmanızı isterler ki, onlarla bir olasınız.” (Nisâ: 89)
Herkes aslını icrâ etmek istiyor. Kimisi hayırda, kimisi şerde. İyinin gayesi iyiliğe çekmek olduğu gibi, kötünün gayesi de kötülüğe çekmektir. Hayırda çalışan hayrını artırır, sermayesini çoğaltır. Şerde çalışan kötülüğünü artırır, âkıbetini hazırlar.
• Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin hükmüne râzı olmazlar:
“Hayır, öyle değil!.. Rabbin hakkı için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yüreklerinde hiçbir sıkıntı, bir burukluk duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisâ: 65)
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’ın emrine başvurmayı müminlere farz kıldığı gibi, onun verdiği hükümlerden dolayı müminlerin içlerinde herhangi bir sıkıntının yer etmesini de haram kılmıştır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Aralarında hüküm verilmek üzere Allah’a ve Peygamber’ine çağırıldıkları zaman, müminlerin sözü sadece ‘İşittik, itaat ettik!’ demekten ibarettir. İşte saâdete erenler onlardır.” (Nûr: 51)
O itaatkâr müminler dünya saâdetine ahiret selâmetine ererler, umduklarına nâil olurlar, korkunç âkıbetlerden emin bulunurlar.
• Kalplerinde hastalık vardır.
“Andolsun ki münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar ve Medine’de yalan haber yayanlar vazgeçmezlerse, seni onlara musallat ederiz. Sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler.
Hepsi de lânetlenmiş olarak, nerede ele geçirilirlerse yakalanırlar ve öldürülürler.
Allah’ın daha önce geçmiş olanlara uyguladığı sünneti (âdeti) budur. Sen Allah’ın sünnetinde aslâ bir değişiklik bulamazsın.” (Ahzâb: 60-62)
Onlar hakkındaki ilâhî hüküm tecelli eder ve sonunda da ebedî cezalarına kavuşurlar.
“Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını arttırmıştır. Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle onlara elem verici azap vardır.” (Bakara: 10)
Onlar Kitabullah’a itibar etmeyince, Allah-u Teâlâ da bu hastalığı taşıyanların hastalığını daha da artırmıştır. Bu yüzdendir ki Allah-u Teâlâ’nın kahrına müstehak olmuşlardır.
Kendilerinin nasıl bir cehalet ve dalâlet çukuruna düşmüş olduklarının hiç farkında değildirler.
• Kötü propaganda yaparlar.
“Onlara güven ve korkuya dâir bir haber gelse, hemen onu yayarlar. Halbuki onu Peygamber’e veya kendilerinden olan emir sahiplerine arzetselerdi, onlardan hüküm çıkarmaya gücü yetenler elbette onu bilirlerdi. Allah’ın üzerinizdeki lütfû ve nimeti olmasaydı, pek azınız hariç, şeytana uyar giderdiniz.” (Nisâ: 83)
Bugün bütün insanların yanılmaları; ehline müracaat etmemeleri yüzündendir, buna lüzum görüp tenezzül etmeyişindendir, kendi zannını ve fikrini beğenmesinden ötürüdür. Bütün yanılmalar bundan doğmuş, bunun için sapmışlardır.
Eğer bunu ehline sorsaydı, ehli ona yol gösterecekti ve hakikatı öğrenecekti.
Hakikat az da olsa, kıyamete kadar mevcuttur. Sen de o azı bul da tanış. İmansız imamlarla tanışacağına, hakikat ehli ile tanış.
İşte bu Allah-u Teâlâ’nın lütfu da, lütfa mazhar olanlara müracaatla ve yaklaşmakla mümkündür. Onlara müracaat edip yaklaşmadıkça zaten şeytana çoktan uymuş olur.
• İş başına gelseler anarşi çıkarırlar.
“Demek ki sizler iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde fesat çıkaracak ve akrabalık bağlarını keseceksiniz öyle mi?” (Muhammed: 22)
Münafıkların en belirgin özelliklerinden birisi de, bir mevkiye geçtikleri zaman yeryüzünde bozgunculuk çıkarıp ortalığı karıştırmaktır.
• Allah’ın lânetlediği kimselerdir.
“İşte bunlar, Allah’ın kendilerini lânetlediği, sağır yaptığı ve gözlerini kör ettiği kimselerdir.” (Muhammed: 23)
Onların kulaklarını sağır ettiği için ilâhi sözü duyup anlamazlar, gözlerini kör ettiği için gerçekleri göremezler. Onlar böyle aklı kıt kimselerdir.
• “Allah’tan kork!” denilince tersini yaparlar.
“Böylesine ‘Allah’tan kork!’ denilince, benlik ve gururu kendisini günaha sürükler.
Ona cehennem yeter. O ne kötü yataktır!” (Bakara: 206)
Ceza olarak, öfkesinden kükreyen cehennem onun için kâfidir.
Söz ve icraatlarıyla isyankâr olan bu kişilere “Allah’tan kork! Bozgunculuktan vazgeç, Hakk’a dön!” diye öğüt verilecek olursa hiç kulak asmaz. Onun bu gibi sözlere hiç tahammülü olmaz. Büsbütün inatlaşır, küfründe ısrar eder ve büyük günahlara kapı açmakta tereddüt göstermez. İsyan ve günahlar onu çepeçevre kuşatır.
• Kur’an-ı kerim’i yanlış tefsir ederler.
“Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve kendilerine göre yorumlamak için onun benzer âyetlerinin üzerine düşerler.” (Âl-i imran: 7)
Akıllarına câzip gelen tevillerle Âyet-i kerime’lere mânâ verirler. Böylece Kur’an-ı kerim’i tahrip ve tahrif etmeye kalkışırlar.
• Dış görünüşleri aldatıcıdır.
“Sen o münafıkları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider.” (Münâfikun: 4)
Dıştan bakınca imreneceğin tutar.
“Söylerlerse dediklerine kulak verirsin.” (Münâfikun: 4)
Sözlerinin akıcılığı ve edebî konuşmalarından dolayı güzel lâflar ederler. Konuşmaya başladıkları zaman orada bulunanların dinleyesi gelir.
“Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler.” (Münâfikun: 4)
“Haşebe” kalın kereste demektir. İmandan ve iz’andan, ilim ve irfandan mahrum oldukları için duvara dayandırılmış kütüklere benzetilmişlerdir.
Öyle ruhsuzdurlar ki, istifade edilmesi gereken sözler kulaklarına girmez.
Öyle cansız ve yüreksizdirler ki;
“Her gürültüyü, korkularından kendi aleyhlerine sanırlar.” (Münâfikun: 4)
Lehlerinde söyleneni bile aleyhlerinde zannederek ürkerler. Sertçe bir öksürükten şüphelenirler. Çünkü içleri kurtlu haindirler. Hainler ise içyüzleri açığa çıkar endişesiyle korku ve kuşku içindedirler. Yalan söylemeye de alışkın oldukları için, lehlerinde söyleneni de yalan kabul ederek hep aleyhlerine mânâ çıkarırlar.
“Onlar düşmandırlar.” (Münâfikun: 4)
Onlar her ne kadar müslüman görünseler de, hem İslâm’a hem de müminlere düşmandırlar. O bakımdan düşmanların en tehlikelisidirler.
“Onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın!” (Münâfikun: 4)
Sizi aldatabilme ya da size zarar verebilme ihtimaline binaen her an dikkatli olun.
“Allah kahretsin onları!” (Münâfikun: 4)
Onlar böyle bir bedduâya müstehaktırlar. Onlar cezalandırılmaktan aslâ kurtulmayacaklardır.
Sen onları dost edinirsen, sen de bu kahra uğrarsın.
“Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?” (Münâfikun: 4)
Delillerin açıklığına rağmen akılları nasıl sapıyor? Nurdan karanlığa nasıl da döndürülüyorlar?
Artık o kalplere ne hidayet ulaşır, ne de nur. Dolayısıyla ne yaptıklarını, kimin peşinde gittiklerini inceden inceye bilecek anlayış kabiliyetleri kalmamıştır.
• Kötülüğü emredip, iyilikten men ederler.
“Münafık olan erkeklerle, münafık olan kadınlar birbirlerine benzerler. Kötülüğü emreder ve iyilikten sakındırırlar ve Allah yolunda harcamaktan ellerini sıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu.
Münafıklar fâsıkların tâ kendileridir.” (Tevbe: 67)
Münafık erkekler ve münafık kadınlar bir tek sınıftır. Onlar bir şeyin parçalarının birbirine benzediği gibi nifakta ve imandan uzak olmada birbirinin benzeridirler. Gayeleri kötülüğü yaymak, iyilikten vazgeçirmektir.
• Tanınmaktan şiddetle korkarlar:
“Münafıklar kalplerinde bulunanı onlara haber verecek bir sûrenin üzerlerine indirilmesinden çekinirler. Resulüm! De ki:Siz alay edip durun. Şüphesiz ki Allah o çekinip durduğunuz şeyi açığa çıkaracaktır.” (Tevbe: 64)
Allah-u Teâlâ münafıkları “Bu alçaklığa devam ediniz, yakında göreceksiniz.” beyân-ı ilâhisi ile açık bir şekilde tehdit etmektedir.
• Korkaktırlar.
“Onlar korkak bir topluluktur.” (Tevbe: 56)
Bunun içindir ki, iki yüzlü davranmak suretiyle, müslüman olmadıkları halde müslüman olarak görünmektedirler.
• Müminlerin iyiliğe uğramalarına üzülürler, başlarına bir belâ geldiğine sevinirler.
“Size bir iyilik dokunursa bu onları üzer. Başınıza bir musibet gelse buna da sevinirler.” (Âl-i imran: 120)
Müslümanlar Allah-u Teâlâ’nın yardımıyla güçlenirler, zaferler kazanırlarsa onlar bundan hoşlanmazlar. Bir bozgun ile karşılaşırlarsa, bundan dolayı da son derece sevinç duyarlar. Bu ise düşmanlığın en ileri derecesidir.
“Eğer sabreder Allah’tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zaman zarar veremez. Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i imran: 120)
Bütün bunlara karşı müslümanların vazifesi sabır ve takvâdır.
• Müminlere en ileri seviyede kin beslerler.
“Onlar sizinle karşılaştıkları zaman: ‘İnandık!’ derler. Kendi başlarına kaldıkları zaman da, size olan kinlerinden ötürü parmaklarının uçlarını ısırırlar.
De ki: ‘Kininizle geberin!’ Allah kalplerde olanı bilir.” (Âl-i imran: 119)
Eğer müslümanlar Allah-u Teâlâ’ya itaat etmede sabreder ve yasaklarından kaçınmakla iyice korunurlarsa, onların hile ve entrikalarının hiçbir zararını görmezler.
• Yalan yere yemin ederler.
“Bilerek yalan yere yemin ediyorlar.” (Mücadele: 14)
Burada bile bile yalan yere yemin ettikleri şey, müslüman oldukları iddiâsıdır.
“Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür!” (Mücadele: 15)
Son derece şiddetli ve elem verici azap, cehennemin en alt tabakasıdır.
Yaptıkları bu kötü şey; kâfirleri dost edinmeleri, buna karşılık müminleri aldatmaları, onları Allah yolundan çevirmeleridir.
İşte bundan dolayı Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Onlar yeminlerini kalkan edinip Allah’ın yolundan alıkoydular.” (Mücadele: 16)
“Biz de müslümanız!” diyerek bir taraftan kendilerini müslüman gibi göstermeye, diğer taraftan da çıkardıkları fitne ve nifak ile başkalarının İslâm’ı seçmesine engel olmaya çalışırlar. Onların gerçek yüzlerini bilmeyen pek çok kimse yaptıklarının ve söylediklerinin doğru olduğunu zanneder, onlara aldanır, böylelikle Allah yolundan alıkonmuş olurlar.
“Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Mücadele: 16)
Allah’ın adını ve dinini küçük düşürmeleri karşılığında onlara böyle küçültücü bir azap verilecektir.
• Dinin yalnız bir tarafından tutarlar.
“İnsanlardan kimi de, Allah’a bir yar kenarındaymış gibi kulluk eder.” (Hacc: 11)
Dini samimiyetle kabul etmiş değildir. Dinin bizzat içinde yer almaz. İçten gelerek değil de, belli bir maksat için dindarlık eder. Bir tepenin bir kenarı üzerinde, düşmek tehlikesi ile karşı karşıya kalmış bir vaziyette bulunuyormuş gibi bir halde, şüphe ve kararsızlık içinde ibadette bulunur.
“Eğer kendisine bir hayır dokunursa buna pek memnun olur.” (Hacc: 11)
Kendisine isabet eden bu iyilikler ile tatmin olur, dini üzerinde sebat eder.
“Başına bir belâ gelirse yüz üstü döner. “ (Hacc: 11)
İrtidat edip dinden çıkar ve eski kâfirlik haline döner. Çünkü onun dini ulvi bir maksada müstenid değildir. Maddi menfaatler uğrunda her türlü mukaddesatı feda edecek bir tıynettedir.
Müslümanlar arasında müslüman görünseler de, kendi emsalleri ve yandaşları yanında imandan eser görülmez.
Artık bu gibi kimseler, hiç şüphe yok ki:
“Dünyayı da ahireti de kaybeder.” (Hacc: 11)
Dünyadaki kaybı inananların kendisine düşmanlık etmeleri, kâfirlerin ona güvenmemeleri; ahiretteki kaybı ise ebedi olarak cehennemde kalması ile ortaya çıkacaktır. Onun için hiçbir sevap yoktur.
“İşte apaçık kayıp budur.” (Hacc: 11)
Bir benzeri daha bulunmayan apaçık bir ziyandır, tam bir sapıklık, çok büyük bir hüsrandır, zarar eden bir ticarettir.
“O, Allah’ı bırakıp da kendisine fayda ve zarar vermeyecek şeylere tapar.” (Hacc: 12)
Yani dininde karar etmeyen kimse bir takım taştan ve ağaçtan yapılmış putlara tapınır ki, tapınan kimseye o put bir fayda veremediği gibi, tapınmayı terk etse bile herhangi bir zarar vermeye gücü yoktur.
Bunun da tek sebebi; istikametten ayrılmak, dalâlete yönelmektir.
“İşte en uzak sapıklık budur.” (Hacc: 12)
Sapıklık içinde sapıklık, zulmet üstüne zulmettir. Artık ondan öteye bir iflas yoktur.
• Kâfirleri dost edinirler.
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 139)
Allah-u Teâlâ’nın şeref vermediği kimseler hiçbir şekilde şeref sahibi olamazlar. Şu halde kâfirlerden ve kâfirlerin dostluğundan şeref beklemek ne büyük bir sapmışlıktır.
Allah-u Teâlâ müminlere kâfirleri dost edinmemelerini muhakkak emretmekte, bu emr-i şerif’e uymayanların ise Allah’ın dostluğunu kaybetmekle cezalandırılacağını bildirmektedir:
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Müminler müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile bir dostluğu kalmaz.” (Âl-i imran: 28)
Allah-u Teâlâ ile hiçbir ilgileri kalmadığı gibi, Allah-u Teâlâ’nın dininde onların hiçbir yeri yoktur. Aradaki bütün bağlar tamamen kesilmiştir.
Gerçekten de onlar kâfirlerle birliktedirler. Hem onları severler, hem de sevgilerini gizlerler.
• Müslümanları aldatmaya çalışırlar.
“İnsanların bir takımları vardır ki, inanmadıkları halde ‘Allah’a ve âhiret gününe inandık.’ derler. Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değillerdir.” (Bakara: 8-9)
Allah-u Teâlâ onların iddiâlarını reddetmektedir. Her ne kadar müslümanları aldatmaya çalışıyorlarsa da, aslında aldanan bizzat kendileridir, en büyük zararı yine kendileri görürler, yaptıklarının vebali kendilerine döner.
Allah-u Teâlâ’nın en çok buğzettiği kimseler bunlardır. Onun içindir ki sapıklık ve kötülüklerini açıklamakta, cahilliklerini tescil etmektedir.
Onların kalpleri nifak ve şüphe ile doludur.
• Fesatçı ifsatçıdırlar.
“Kendilerine: ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın!’ denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler.” (Bakara: 11)
Allah-u Teâlâ onların bu cevaplarını şiddetli bir şekilde reddederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“İyi bilin ki asıl ortalığı ifsat edenler kendileridir. Lâkin anlamazlar.” (Bakara: 12)
Kalplerinden iman nuru silindiği için bunun böyle olduğunu hissedip anlamazlar.
• Müslümanları küçümserler.
“Onlara: ‘Müslümanların inandığı gibi siz de inanın!’ denilince de: ‘Beyinsizlerin inandığı gibi mi inanalım?’ derler. İyi bilin ki asıl beyinsizler kendileridir, fakat bunu bilmezler.” (Bakara: 13)
Bunlar kendilerini malumatlı, bilgili zannederler. Nasıl bir cehâlet ve gaflet çukuruna düştüklerinin farkında değildirler.
• Müslümanları alaya alırlar.
“Mü’minlerle karşılaştıkları zaman: ‘İnandık’ derler, elebaşları ile başbaşa kaldıklarında ise: ‘Biz şüphesiz sizinleyiz, onlarla sadece alay etmekteyiz!’ derler. Allah da kendileriyle alay eder, azgınlıklarında onlara mühlet verir, bu yüzden onlar bir müddet başı-boş dolaşırlar.” (Bakara: 14-15)
Bu, onların yaptıklarına karşı, Allah-u Teâlâ’nın verdiği hükümdür.
Allah-u Teâlâ çeşitli Âyet-i kerime’lerinde münafıkların özelliklerini beyan buyurmaktadır:
“Onlar ne sizdendir, ne de onlardan.” (Mücadele: 14)
“Ne onlarla olurlar, ne bunlarla olurlar. İkisinin arasında bocalayıp dururlar.” (Nisâ: 143)
“Sizden olmadıkları halde sizinle beraber olduklarına yemin ederler.” (Tevbe: 56)
“Onların kalplerinde sizin korkunuz Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” (Haşr: 13)
“Sen onları derli-toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır.” (Haşr: 14)
“Onlara: ‘Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!’ denildiği zaman, başlarını çevirirler ve sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.” (Münâfikun: 5)
“Onlar ‘Allah’ın Peygamber’inin yanında bulunanlara hiçbir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler!’ diyenlerdir.
Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır. Fakat münafıklar bu gerçeği anlamazlar.” (Münâfikun: 7)
“Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir.” (Tevbe: 127)
“İnsanlardan öyleleri de vardır ki dünya hayatı hakkında söyledikleri söz senin hoşuna gider. Hatta böyleleri, söylediklerinin kalpten geldiğine (samimi olduğuna) Allah’ı şahit tutarlar. Halbuki o hasımların en yamanıdır.” (Bakara: 204)
“Doğrusu münafıklar Allah’ı aldatmaya kalkışıyorlar. Oysa Allah onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir.” (Nisâ: 142)
“Onlar namaza kalktıkları zaman üşene üşene kalkarlar.” (Nisâ: 142)
“İnsanlara gösteriş yaparlar.” (Nisâ: 142)
“Allah’ı pek az zikrederler.” (Nisâ: 142)
“Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar.” (Bakara: 9)
“Onların kalplerinde hastalık vardır.” (Bakara: 10)
“Onlar korkak bir topluluktur.” (Tevbe: 56)
“Sen onları sözlerinin üslûbundan tanırsın.” (Muhammed: 30)
“Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele!” (Nisâ: 138)
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde bu iki yüzlü münafıklar hakkında bir çok beyanlarda bulunmuş, müminlere onlardan sakınmalarını emir buyurmuş ve onların iç yüzlerini beşeriyete ilân etmiştir:
“Ne onlarla olurlar, ne de bunlarla olurlar. İkisinin arasında bocalayıp dururlar.” (Nisâ: 143)
Münafıklar kâfirlerin en mundarı, en habisi oldukları için ebedî ikâmetgahları da cehennemin en dibidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiç bir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ: 145)
Şüphesiz ki onlar bunu hak etmişlerdir. Çünkü onlar İslâmiyeti karıştırmışlar, ihanet etmişler, nankör olmuşlardır.
Cennet derece derece olduğu gibi cehennem de dereke derekedir. Âyet-i kerime’de geçen “Derk-i esfel” cehennem derekelerinin en derininde bulunan en alt tabakadır. Onların azabı kâfirlerin azaplarından daha şiddetlidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Veyl, cehennemde bir vâdidir. Kâfir orada kırk yıl batar da dibine ulaşamaz.” (Tirmizi: 3164)
Allah-u Teâlâ imansızların akibetini haber verirken münafıkları kâfirlerden önce anmış, âkıbetlerini haber vermiştir:
“Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kâfirlere içinde ebedi kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır.
Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azab vardır.” (Tevbe: 68)
Cehennemde her çeşit azap mevcut olduğu gibi, orada ebedi kalmaktan daha kötü bir azap tasavvur edilemez.
“Onlar hidayeti verip sapıklığı, mağfireti bırakıp azabı satın almış kimselerdir. Ateşe ne kadar da dayanıklıdırlar!” (Bakara: 175)
Ateşe hiç kimsenin dayanması mümkün olmadığı halde, Allah-u Teâlâ’nın onlara dayanıklılık isnad etmesi, onlarla alay etmek, rezil etmek içindir. Ateşe götürecek günahlar yapmakta ne kadar sabırlılık gösteriyorlardı, ebedî olarak ateşte yanmak için neler neler yapıyorlardı.
Kendilerine şöyle denilecektir:
“Girin oraya! İster dayanın ister dayanmayın, sizin için birdir.” (Tur: 16)
Dayansalar da dayanmasalar da netice değişmeyecektir. Bu acılar çekilecek, bu işkencelere katlanılacak, bu mutlaka böyle olacaktır.
Bu gibi kimseler bütün zâlimlerden daha zâlimdirler.
“Cehennemde kâfirlere barınacak yer mi yok?” (Ankebût: 68)
Onlar hakkı reddettikleri halde cehennemde barınmayacaklar mıdır?
•
“Kaynar su” mânâsına gelen “Hamîm” kelimesi Kur’an-ı kerim’de on iki Âyet-i kerime’de geçmekte olup, cehennemdeki azap çeşitlerinden birisidir. Cehennemdekilere içirileceği ve başlarından aşağı döküleceği belirtilmektedir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Amma yalancı sapıklardan ise; işte ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır. Kesin gerçek budur işte!” (Vâkıa: 92-93-94-95)
Ve bunun inkârı mümkün değildir, bu bir doğru haberdir.
Onlar cehenneme ilk geldiklerinde, kendilerine çekilecek ziyafet, karınları eritecek olan kaynar sudur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Başlarının üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir.” (Hacc: 19-20)
“Onlar kazandıklarından ötürü helâka sürüklenmiş kimselerdir.
Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkarlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (En’âm: 70)
Bunlar Allah’ın kitabı ile alay eden, dinlerini oyun ve eğlenceye alan sapıklardır. Azap boyunduruğu altında tutulmuşlar, hak ettikleri cezâlarına kavuşmuşlardır. Karınlarında gurultu edecek ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar sudan şaraplar, cezâlarının sadece bir bölümüdür.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm’e sürüklenirler, sonra Cahîm’e atılırlar.
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
Allah-u Teâlâ zebânilere emreder:
“Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!” (Duhan: 47-48)
Ve onları tahkir ederek şöyle buyurur:
“Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin.” (Duhan: 49)
“Bu, işte o şüphe edip durduğunuz şeydir.” (Duhan: 50)
Çünkü onlar dünyada iken kendilerinin çok büyük kimseler olduklarını, elde ettikleri mevkiye güvenerek halkın en şereflileri olduklarını zannediyorlardı. O derece refaha boğulmuşlardı ki; âhireti, muhasebeyi, cezayı hiç hesaba katmıyorlardı, kendilerini uyaran, bu günleri ile karşılaşacaklarını haber veren zâtları yalanlamaya ve karşı çıkmaya cüret ediyorlardı.
Şimdi ise o şüphe ettikleri şey gerçek oldu, tekzip ettikleri hakikat ayan-beyan karşılarına çıktı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz zâlimler için öyle bir ateş hazırlamışızdır ki, onun kalın duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.
Susuzluktan yardım istediklerinde, erimiş mâden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardım edilir.
O ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır.” (Kehf: 29)
Allah-u Teâlâ kâfirleri kuşatacak olan ateşi, kişiyi çepeçevre saran kapalı duvarlara benzetmiştir. Böyle bir kimse, kendisini kuşatan ateşten nasıl kurtulabilir?
Ne kadar yardım isterlerse istesinler, kendilerine yardım edilmez. Yardım edilmiş olsa bile, kendilerine öyle bir su verilir ki, içmek isteyip de ağızlarına doğru yaklaştırmış olsalar, hararetinin şiddetinden yüzleri kavrulur, yüzlerinin derileri soyulur.
Onlara ayrıca, tahammül edilmeyecek derecede kaynar ve fokurdayan bir çeşmeden içirilir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kızgın bir kaynaktan içirilirler.” (Ğâşiye: 5)
Bu sular karınlarındaki bağırsakları paramparça eder. Bütün bu cezalara Hakk’tan yüz çevirmeleri ve inkarları sebep olmuştur.
“Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkarlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (Yunus: 4)
Evvelce nâil oldukları nimetleri suistimal edip nankörlük yapmalarının cezasına kavuşmuş oldular.
Onların havaları, vücudun deliklerine işleyen ateşten sıcak bir rüzgar, suları ise çok sıcak kaynar bir sudur.
•
Azabın hararetinden ciğerleri yandıkça; kendilerine kaynar suyun yanında, kan ve irin içirilir. Daha sonra bütün içtiklerini kusarlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Yalnız kaynar su ve irin içerler.” (Nebe: 25)
“Kaynar su” mânâsına gelen “Hamîm” kelimesi, sıcaklığın son noktasına varmış olan sıcak şeydir.
“Ğassak” ise, cehennemliklerin vücutlarından dökülen irinleri, yaralarından akan cerahatları ve terleri demektir. Öyle pis öyle mülevves kokar ki yanına yaklaşılmaz. Onlar bundan başka bir su bularak onunla hararetlerini teskin edemezler.
“İşte kaynar su ve irin! Tatsınlar onu!” (Sâd: 57)
İçecekleri kaynar sudur, yiyecekleri zakkumdur, elbiseleri katrandırdır, boyunlarında yetmiş kat zincir vardır.
İnsana ateşten daha fazla azab verecek olan hayvanlar da vardır. Cehennemliklerin üzerlerine kışkırtılarak salınırlar. Katır büyüklüğündeki yengeçler, deve gibi büyük yılanlar ve akrepler onlara hiç bir zaman rahat vermezler. Göz kapaklarını, dudaklarını, vücutlarının en hassas yerlerini ısırıp kemirerek uğuldaşırlar. Zehirleri çok şiddetli ıstırap verir.
Küfür ve nifak en büyük isyan olduğundan, onun cezası da en büyük azap olan cehennem azabıdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Biz o bülücülere (azap) indirmişizdir. Onlar Kur’an’ı parça parça edenlerdir. Rabb’in hakkı için onlara mutlaka yaptıklarından soracağız.” (Hicr: 90-93)
Eğer bunlarda iman olsaydı, bunu yapmazlardı. İslâm olmadıkları ve İslâm’ı yaşamadıkları halde bunca cehalet ve cesaretin âkıbeti işte budur.
Bunlar kâfirlerden daha aşağıdadırlar. Propagandalarını çok şiddetli yaydıkları için, bunların şiddetli pis kokusundan cehennem ehli rahatsız olacak. Çünkü dünyada pis kokularını her yere yaydılar. Onun için Allah-u Teâlâ da bunlardan intikamını alacak.
Bunlara dünyada dilediği kadar mühlet verir, o müddet zarfında sahnede icraatını yapar, sonra verdiği mühlet bitince onları günahı ile beraber çeker alır.