Görenler ve yaşayanlar anlatıyor:
Onun hâl ve ahvâlinin tarifi mümkün değildir.
Farz-ı muhal ki Ramazan bayram-ı şerif’i gelecek. Mübarek simâları birdenbire kızarır, kül gibi olurdu, sanki yüzünü çok şiddetli bir yangın kaplardı. Yani daha doğrusu o ince deri pul pul yanardı. Bu durumunu görürdüm ve seyrederdim. Görenler de bunu rahat seyredebilirlerdi. Ne ile meşgul olduğunu bir Allah bilir.
O hâl, o münâcat bittiği zaman, yavaş yavaş geçerdi ve normal hâline gelirdi. Yani Allah-u Teâlâ’ya çok büyük niyazı vardı, gayb âlemiyle çok ilgisi vardı. Bunları halk bilmezdi, Hakk ile kendi arasındaki gizli bir işti.
Çünkü zamanın kutbu olduğu için, zamanın yükü üzerindeydi.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korkup endişeye düştüler. Onu insan yüklendi.” (Ahzâb: 72)
İşte o yük onun sırtındaydı. Çünkü büyük sıkıntıdaydı. Tasarrufları büyüktü, vazifeleri ağırdı, yükü çok büyüktü.
Ayak uzatmak nedir bilmemişler, ömrü hayatımda bir defa ayaklarını uzattığını görmedim, otururken ayaklarını hep çekerdi, toparlardı ve yatakta ayaklarını uzattığı vâki değildi. Onun hâli bambaşka idi, bambaşka bir hâl ve ahvâl içinde idi.
Birşey daha nazar-ı dikkatimizi celbederdi ki, o çok daha başka idi. Mübarek başlarını yastığın üzerine indirmezlerdi. Sanki yastıkta uyurmuş gibi görünürlerdi, fakat bir bıçak gezdirseniz alttaki boşluğu hissederdiniz. Bu ise çok zor ve çok büyük bir iştir. Biz o şekilde beş dakika bile duramayız.
Onlar dünyâya niçin geldiklerini çok iyi bilmişler ve dünyayı bir geçit olarak kabul etmişlerdir.
Dünyânın gerçekten rahat ve istirahat yeri olmadığını, bununla beraber yalnız ibadet ve Hazret-i Allah’ın lütuf rızâsını kazanmak için gelindiğini çok iyi bildiklerinden, daima huzurda bulunurlar. Dolayısı ile de edep hâli husule gelir.
Böylece âhirete intikal ettiler ve böylece kabre kondular. Ki hayat boyunca Huzur-u saâdette idiler, kabre dahi o halle intikâl ettiler.
Buna çok pişman oldum. Halbuki Efendi Hazretleri kabirde olsun ayaklarını uzatsaydı, buna birşey denmezdi. Hiç olmazsa kabirde rahat ettirecektik. İlgisizlikten onu da yapamadık.
Onun için Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz: “Ölüm ne rahattır ne rahattır. Hiç olmazsa insan ayaklarını uzatır da yatar.” buyurmuşlar.
Bugünkü düşüncemiz olsaydı, ne yapıp yapıp, zorla da olsa ayaklarını uzatır ve o şekilde yatırmaya gayret ederdik.
Dünyada değil, kabirde bile o durumdalar.
Allah’ımız onların yüzü suyu hürmetine bizi af ve mağfiret etsin!
Görenler ve yaşayanlar anlatıyor:
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretleri rüyâyı sorar, katiyyen tabir buyurmazlardı. Hayatımızda bir rüyâyı iki defa sorduklarını, fakat tabir etmediklerini biliyoruz. Mahşerdeki defter verilme durumu ile ilgili rüyâ idi. “Oğlum bir daha anlat!” buyurdular, başka bir şey ilave etmediler.
Gerek terbiyeyi, gerek rüyâ tabirini hep hâl ile yaparlardı. Hazret-i Allah onlara hâl tasarrufu vermişti, bütün tasarruflarını hâl içinde kullanırlardı. Baktığımız zaman bütün hatalarımızı yüzlerinde görürdük ve kendimizi oradan ayarlardık. Dört kelime arka arkaya duymamışızdır. Meselâ: “Şurdan şuraya git... Şunu yap!..” buyurmazlardı. Bir defa hatırlıyoruz: “Onları at, onları at... Bize gelen bize yeter!” buyurdular. Bize hep rumuz kullanırlardı. Üç mevzuyu değil de dört kelimeyi ard arda sıralamazlardı.
Tasarrufu çok yüksekti, çok büyük tasarrufu vardı. Allah-u Teâlâ dilini almış tasarruf vermiş. Öyle murad etmiş Mevlâ.
Dört kelime arka arkaya işittiğimiz hiç vaki olmamıştır. Hep hâl ile, rumuz almışızdır. Zaten hiç konuşmazdı. Biz ona baktığımız zaman inanın bütün noksanlıklarımızı boşluklarımızı aynada görür gibi bir bir görürdük, kendimize ona göre çeki düzen verirdik.
Hayatta hiçbir zaman keramet görmek hayalimden bile geçmemişti, amma her hareketi kerametti. Hiçbir şey gizlemezdi. Çok büyük bir tasarrufa sahipti. Allah-u Teâlâ onun kelâmını almış tasarruf lutfetmiş.
İrşad makamında bulundukları yıllarda İstanbul’dan iki kişi gelmiş ve “Sohbetinde bulunalım, kâmil bir mürşid ise intisap edelim.” diye düşünmüşler.
Huzur-u saâdetlerinde uzun müddet oturmuşlar, bakmışlar ki ne sohbet var, ne bir şey var.
İçlerinden birisi dayanamamış:
“Efendim biz İstanbul’dan tâ buraya zât-ı âlinizden istifade etmeye geldik.” demiş.
Büyüklüğünü, ancak o büyüklüğü ona veren Allah’ımızın bildiği mübarek Sultan şöyle mukabelede bulunmuşlar:
“Bizim sükutumuzdan istifade edemeyen, sohbetimizden hiç istifade edemez.”
Görenler ve yaşayanlar anlatıyor:
Mânevî sehâveti o derece idi ki, her gördüğüne “Beraber... Beraber!..” buyururlardı.
Onlara; kemâliyeti nisbetinde sahâvet verilir.
Ne büyük bir lütuf!..
Onlarla beraber olmak bir ihsan-ı ilâhiyedir. Onlar bu kelimeyi herkes için kullanırdı. Fakat onların kullandığı bu ifade boş değildir. “Beraberiz!” dediği kimse ile beraberdir onlar.
Çünkü kal ile beraber, hâl ile beraber, hâl ile ve fiil ile de tasarruf altına alırlar. Bu derece sehâvetleri vardı.
Gönül ister ki onu bir defacık görseydiniz!
Huzur-u saâdetlerinde bir ihvanı tarafından bir ilâhî okunmuş:
“Şeyhimiz asma küpü,
Müridleri filizi.
Yarın mahşer yerinde,
Cem edersin sen bizi.”
Mısraları okunduğunda ağlamışlar, hem de çok ağlamışlar. Bu ilâhiyi okuyan yaşlı ihvan, bu hadiseyi bir arkadaşıma nakletmiş, o da bize nakletti.