Ekonomik kriz, hükümet krizi, seçim, IMF, ABD, Irak, Kıbrıs, AB üyeliği... diye uzayan bir problemler silsilesi ülkemizi sarsıyor, insanımızı eziyor, varlığımızı tehdit ediyor. Bu problemler ekonomik, askerî, siyasî sahalarda olduğu gibi psikolojik ve ideolojik sahalarda da bizi savuruyor.
Türkiye; “Taşeron olsam mı olmasam mı, AB’ye girsem mi girmesem mi, özüme dönsem mi dönmesem mi?” ikilemi içerisinde kıvranırken, AB; “Alsam mı almasam mı, -almasam daha iyi ama- küstürsem mi küstürmesem mi?” diye kıvranıyor, ABD ise “Taşeronluğa devam eder mi etmez mi, başıbozuk hareket eder mi etmez mi, ezsem mi ezmesem mi, vursam mı vurmasam mı?” diye kıvranıyor. Türkiye’nin dönüşümü (ya da dönüşememesi) sadece kendisini değil, neredeyse bütün dünyayı etkiliyor. Hesaplar kitaplar yeniden yapılıyor, çizgiler tekrar tekrar yazılıp çiziliyor.
Bu hengâmede gemi dümeninde ehil olmayan insanların bulunması, kaptan köşkündeki koordinenin eksik ve yetersiz olması tehlikeli sularda yüzen bir geminin selameti açısından büyük tehlike arzediyor. Mürettebat içerisinde büyük bir özveriyle çalışanlar, her şeye rağmen eksikleri tamamlamak için koşturanlar da bulunuyor. Ancak mürettebatın da kafası karışık olduğu için en tepeden en alta kaptan köşkündeki kafa karışıklığının izdüşümleri çeşitli şekillerde yansıdığı ve hatta mürettebat arasına gemiyi batırmak isteyen hainler sızdığı için ortak ve doğru bir karar verilmesi güçleşiyor.
Bu kafa karışıklığı her alanda olduğu gibi dış cephede de işimizi zorlaştırıyor. Muhataplarımızın gerçek niyetini teşhis etmekte zorlanıyoruz, hatta gerçekte kimle muhatap olduğumuzu bilmiyoruz, bu sebeple gerekli tedbirleri almakta geç kalıyoruz.
Daha evvel defalarca izah ettiğimiz bir hakikati bu sefer kestirmeden söyleyelim. Bizim gerçek muhatabımız İsrail’e, ABD’ye, ulusal tekellere hükmeden bir avuç günümüzün “Karun”larıdır. Kur’an-ı kerim’de “Biz ona anahtarlarını güçlü bir topluluğun zor taşıdığı hazineler vermiştik.” beyan-ı ilâhî’si ile zenginlik derecesi anlatılan Karun, eski devirlerde yaşamış İsrailoğulları kavminden bir adamdı. Günümüzde Karun’dan daha zengin “Karunlar” var. Rockefeller ve Rothschild hanedanları kamuoyuna ismi malolmuş olanları. Uluslararası tekeller bu gibilerin elinde. Dünyayı kasıp-kavuran finans, silah, ilaç, enerji-maden, tarım, medya, uyuşturucu tekelleri...
Finans tekeli faizle besleniyor ve ülkelerin milyar dolar, milyar dolar kanını emiyorlar. Türkiye gibi ülkeler bilinçli bir şekilde faiz batağına çekiliyor.
Enerji-maden (özellikle petrol ve gaz) sektöründeki tekelleşme ve petrol uğruna akan ve akmaya devam eden kanlar herkesin malumu.
İlaç ve sağlık sektöründe dönenler en az medya gündemine yansıyanları. Kimyasal fabrika diye füze gönderilen ilaç fabrikaları yanlışlıkla vurulmadı. (Organ nakli için yapılan canlı insan ticaretinin boyutu henüz tam anlamıyla bilinmiyor.)
Tarım sektörü ayrı bir facia. Ülkeleri; işlerine geldiği şekilde ekip biçebilecekleri tarım arazileri, insanlarını tarım köleleri gibi görüyorlar. Satın aldıkları toprakların bir kısmı boş beklerken eski sahipleri açlıktan kıvranıyor, bazı yerlerde sadece tek ürün yetiştiriliyor. Ürünlerinin pazarlanmasına engel olan devletler değişik şekillerde yola getiriliyor. Bunları insanların aç kalmasını ve sefalete sürüklenmesini umursuyor sananlar aklını başına devşirsin ve ülkemizde yapılanlara bir göz atsın.
Silah sektörü zaten en büyük facia. Çünkü ne kadar çok kan akarsa o kadar çok para kazanıyorlar.
Uyuşturucu sektörünün nasıl döndüğünü birçok istihbaratçı dahi bilmez. Afganistan’ın vurulmasının sebeplerinden birisi de Taliban’ın afyon üretimini yasaklamasıdır. Bu sene Afganistan’da çok büyük miktarda afyon üretimi yapıldı. Bunun pazarlamasını kim yapacak dersiniz?
Bir çok devletin bütçesi bu Karunlar’ın elindeki paranın yanında gülünç kalır.
Bu Karun’lar kendilerini Tanrı zannediyorlar. Hazret-i Allah’a meydan okuyorlar. Hazret-i Allah bunlara fırsat vermesin. Eğer her istediklerini yapabilmiş olsalardı bütün dünya kan gölüne dönerdi. Her istediklerini hemen yapmakta zorlanıyorlar, ancak Allahu alem dünyayı kana bulamakta muvaffak olacaklar. Zira bütün dünyaya hükmeden Kudüs ve İsrail merkezli bir krallık kurmak için düğmeye bastılar. ABD’nin çılgınca sağa sola saldırmasının sebebi budur.
Dikkat edilmesi gereken bir husus ise şudur: Bunlar son birkaç yüzyıldır hangi devlet güçlü ise onu üs olarak kullanmışlardır. ABD’nin posası çıktığı zaman kendilerine bulacakları yeni partner muhtemelen Çin olacaktır. Çin’den dostluk ümit edenler hesabını buna göre yapmalıdır.
Peki, elinde bu kadar güç bulunan bu tekellerden ve bu tekelleri bir araya getirerek önemli kararlar alabilen “Merkez”den korkalım mı? HAYIR! Bunların durumu Şeytan’ın durumu gibidir. Şeytan’ın inananlar üzerine hiçbir nüfuzu yoktur. Şeytan’ın ruhsatı bir noktaya kadardır, samimiyetle Allah’a yönelen bir kimseye zarar vermesi mümkün değildir.
Bu yalın gerçeği bilelim, sindirelim ve ona göre hareket edelim.
Bunu bilirsek çevremizde yapılmak istenenleri tahmin etmekte zorlanmayız.
Birincisi, İsrail’in ve yahudilerin Türkiye’ye dost olmaları mümkün değildir. Zira onların dini inançları onlara Türk topraklarının bir kısmını ele geçirmeyi emretmektedir.
İkincisi, bu inançları sebebiyle ve Ortadoğu’daki diğer gayelerine ulaşabilmeleri için “Taşeron bir Kürt Devleti”nin kurulması olmazsa olmaz öncelikleridir.
Üçüncüsü -samimiyet derecesi ne olursa olsun- ismi müslüman bir Türkiye’nin güçlü bir ülke olması kesin ve kesin istenmeyen bir durumdur.
Aslında “Taşeron bir Türkiye” veya “Satın alınmış bir Türkiye” onların işini çok kolaylaştıracaktır. Bugünlerin planlarını onlarca yıldır yapan ve ABD’nin devlet politikası haline getirenler Türkiye için de plan yaptılar, Türkiye’ye de bir rol biçtiler. Kimisi “Türkiye ABD’nin isteklerini geri çeviremez” dedi. Soros geldi, “Türkiye’nin en büyük ihraç ürünü ordusudur.” dedi. Bizzat ABD’liler “Türkiye’den başka kimsenin desteğine ihtiyacımız yok.” dediler.
“IMF kredileri”, “Sırt sıvazlamalar” hatta “Musul ve Kerkük petrollerinden pay verelim gazları” ile kendi yerlerine Irak’ta savaşacak bir Türkiye ümit ediyorlardı. Ancak çok şükür ümitleri boşa çıktı. Gayelerine ulaşmak için her yolu denediler, Türkiye’de kendilerine yakın bir hükümet tertip etmeye çalıştılar, entrikalar çevirdiler. Kullandıkları İsmail Cem’i işi bitince bir kenarda bırakıverdiler. Bunların genel karakteri budur zaten. Kullanırlar ve işleri bitince bir kenarda bırakıverirler. Yıllar yılı Türkiye’ye verilen sözler işleri bitince hep unutulmuştur. Şimdi de “Ya bizimle birlikte hareket edersin, ya da Irak’ın geleceğinde söz sahibi olamazsın.” benzeri üstü kapalı tehditler savuruyorlar. Kuzey Irak’taki kuklalarını üzerimize salarak bizi savaşa çekmeye çalışıyorlar. İkili oynamak bunların temel karakteridir. Dallas filmi ile Türk toplumuna giren bu soysuz entrikacı karakter bunların genlerinde yazılıdır, tabii halleridir.
Türkiye’yi savaşa çekemedikleri için Irak’ta hızlı hareket edemediler. İş uzadıkça uluslararası tepkilerin dozu da yükseldi. Muhtemelen ABD’deki şahinler ve bunların yularını elinde tutan gizli Merkez gayelerine ulaşamadıkları için kuduruyorlar. Özellikle Türkiye’nin tavrı sebebiyle planlarını ertelemek zorunda kaldıkları tahmin edilebilir.
Türkiye’nin uluslararası meşruiyet araması özellikle Güvenlik Konseyi daimi üyesi diğer büyük devletlerin işine yaradı. Çin Devlet Başkanı ABD’ye gitti. Irak’ı ve zenginliklerini paylaşma pazarlıkları gizlice devam ediyor. Rusya, Fransa ona keza. Sonuçta ortada İslâm dünyasının ve petrollerinin paylaşılması gibi bir realite olduğu için küffarın ilanihaye adaletten dem vuracağını beklemek saflık olur. Birkaç yağlı kemik, biraz petrol ile uluslararası meşruiyet(!) temin edilirse şaşırmamak gerekir. Tabi bütün bu pazarlıklar zaman alacaktır.
Ayrıca Hadis-i şerif hükmünce “Küfür tek millettir.” ve bunların en büyük meselelerinden birisi İslâm’ı ve tabii Türkiye’yi ortadan kaldırmaktır. Ne kadar lâik olursanız olun, isminizden İslâm kelimesini, cisminizden müslüman sıfatını kaldırmadıkça müslüman dünyası denince ilk akla gelecek ülke Türkiye’dir. Mesela Balkanlar’da müslüman olan bir kimseye “Türk oldu.” denilmektedir.
Bunu bilelim ve İslâm’a yapılan saldırıların bize de dokunacağını kabul edelim.
Amerikan Baptist Kilisesi'nin önde gelen din adamı Jerry Fallwell Amerika'nın en çok izlenen ve başkanlardan Hollywood starlarına kadar en ünlü kişileri konuk eden CBS televizyonunun '60 Dakika' programında “Muhammed bir teröristti. Yeterince okudum... Hem Müslüman, hem de Müslüman olmayan kişilerin yazdıklarını. Muhammed'in saldırgan ve savaş yanlısı olduğuna karar verecek kadar yeterince okudum. Bana göre, Hz. İsa ile Hz. Musa, sevgi örnekleri verdiler. Muhammed ise tam tersi bir örnek.” diyerek kin kustu,“Hıristiyan Sağı'nın, İslami düşmanlara karşı daima İsrail devletinin yanında yer alacağını, Amerikan yönetiminin İsrail'in arkasında durması için ellerinden geleni yapmaya hazır olduklarını” söyledi.
Oriana Fallaci isimli İtalyan sapkın yazar ise 11 Eylül’deki saldırı sonrasında kaleme aldığı "La Rabbia e l’Orgoglio" (Öfke ve Gurur) adlı kitabının tanıtımı için "American Enterprise Institute" nezdinde "New Atlantic Initiative" tarafından düzenlenen Washington’daki toplantıda kin kustu. Küfürlerin de eksik olmadığı, savaş çığırtkanlığı yaptığı kitabında Batı ile İslam dünyası arasında yıllardır bir savaşın sürmekte olduğunu ileri süren Fallaci, "Bizler ile onlar arasındaki bu çatışma askeri değil, tam tersine kültürel ve dinsel bir çatışma. Askeri zaferler bu çatışmayı daha da çetin hale getiriyor" dedi. İslam dünyası karşısında "mücadele tutkusu"na sahip çıkılmasını savunan Fallaci’nin, bu konuda Avrupa’yı ise "kalleşlik, tembellik, aptallık"la suçlayarak, "Avrupa’da mücadele tutkusu yok. Tutku olmazsa yenilmeye mahkumuz" şeklinde konuştu ve Amerikalılardan bol bol alkış aldı.
Listeyi uzatmak mümkün. Ancak bu zihniyet birkaç radikal yazar veya papazın zihniyeti değil, hemen hemen bütün Batılıların ortak zihniyetidir. Türkiye hakkındaki fikirleri de aşağı yukarı böyledir.
“Batı’nın Rusya’sından Avrupa’sından her ülkesi, Amerika’sına kadar bütün Batı’nın bir tek derdi var Türkiye ile ilgili. Bunu bileceğiz. Bunu bilmezsek temel varsayımı bilmiyoruz sayılır.....
Hepsinin kafasında şu vardır: Endülüs’ü sildik, buralar hâlâ duruyor. Batı’nın kafasında önce Balkanlar’dan, şimdi de bu kalan kısımdan Türkiye’den, Anadolu’dan, (Anatolya’dan; Roma’nın eski vilayeti olan Anatolya eyaletinden) Türk ve Müslüman mefhumunu silmek Batılının her birinin kafasında temel konudur....
Biz bunları söylerken neye dayanarak söylüyoruz? Her Batılı’nın kafasında bu gayet genel ve şiddetli, kuvvetli bir fikirdir. Bunun arkasında durmak lazım. Çünkü, bütün bu ülkelerde ta Cumhurbaşkanından bazı ülkelerde en üst kademesinden, sokaktaki adamına kadar, işçisine kadar hepsiyle senelerce haşır neşir olduk; onları içinden tanıyorum. Başka türlü düşünen, başka türlü bir tavrı olan, en insancılı, en iyisi, en canciğer arkadaşımı biraz kurcaladığım zaman altından bu fikirler çıkar. Şimdiye kadar çıkmayan bir tane Batılı görmedim. Yoktur.” (Oktay Sinanoğlu, Büyük Uyanış, sh: 52-53-54)
Irak’ta işlerin böyle uzamasına sebep olan Türkiye’deki belirsizliklerdir, hükümet yetersizliklerine rağmen Türk devleti’nin önemli kararları alırken “Devlet karakteri” gösterebilmesidir.
Bahsettiğimiz “Merkez” savaş istiyor, bizden de “İtaat” bekliyor. Halbuki ortada IMF sadakalarına rağmen itaat etmeyen bir Türkiye var.
Bunlar için önemli olan “İtaatkâr bir Türkiye”nin olmasıdır. İktidarda kimin olduğu çok da önemli değildir. Türkiye ise bu boyunduruktan kurtulmak zorundadır. ABD’deki “Karunlar”la iyi geçinmeye çalışan yarım ağız söylemlerle gerçek bir bağımsızlık ve gerçek bir atılım yapılması mümkün değildir.
Dikkat edilirse Türkiye’nin önüne iki tercih konulmakta, başka bir yol yokmuş gibi adeta tehdit edilmektedir:
Ya ABD’yi destekleyeceksin, IMF sana borç vermeye devam edecek. Veyahut ABD’yi desteklemeyeceksin IMF borç vermeyecek, borçlarını döndüremeyeceksin, iflas bayrağını çekeceksin.
Ancak mantıklı düşünülürse ABD’yi desteklemek desteklememek kadar kötü sonuçlar doğuracaktır. Bu entrikacı ve ikiyüzlü devlet bizde bir zayıflık gördüğü an Kuzey Irak’taki kukla devleti, ikinci İsrail’i ilan ettirecektir. Elinden gelirse Kıbrıs’ı bizden koparacaktır. Güçlü bir ekonomiye geçmemiz ve faiz sarmalından kurtulmamız ise pek de umurlarında değildir.
Diğer bir husus Türkiye basit bir Ortadoğu Devleti midir ki, burnunun dibindeki olaylarda söz sahibi olmasın. ABD, bir Fransa’nın, bir İngiltere’nin Afrika’daki eski bir sömürgesinde bile istediğini yapamaz, bu devletlerle anlaşmak zorundadır. Ancak geliyor, burnumuzun dibinde bin yıla yakın etkimiz altında kalmış dörtyüzyıl bilfiil yönettiğimiz topraklarda kafasına göre iş yapmaya kalkıyor. Üstelik ucu bize de dokunuyor, bizi de parçalamaya yönelik planlar yapılıyor.
Türkiye için iyi şeyler düşünülmediğini hala kabul edemeyenler varsa artık gözlerini açmalıdır. Aksi takdirde kendilerinin ya nüfuz casusu veyahut gözü boyanmış bir piyon olduğuna hükmedilecektir.
Yukarıda söylediğimiz gibi ABD için kabul edilemeyecek olan Türkiye; bağımsız, kendi iradesi ile hareket eden bir Türkiye’dir. Bu potansiyel bulunduğu için Türkiye dikkatle izlenmekte, başıbozuk devletler kategorisinde değerlendirilmektedir. Bu durumu kırabilmenin bir yolu olarak; din ile orduyu çatışıyor göstermeye ve hatta çatıştırmaya çalışmaktadırlar.
Uluslararası kamuoyunu yönlendirmek için siparişle hareket eden meşhur yorumcular ve bunların yerli uzantıları işaret dilinden anlayanlar için önemli sinyaller vermektedir.
Taha Akyol “Hitler de böyle geldi” başlıklı yazısında Hitler benzetmelerine cevap vermişti, ancak ne Derviş ne de Özkök bu yazıyı ve gerekçelerini okumamış olsa gerek.
Ertuğrul Özkök, “40 milyon can mı darbe mi?” başlıklı yazısında Derviş’in sözlerine sahip çıkarak şunları yazdı:
“İşte Derviş'in, dünkü bazı köşelerde kurşuna dizilen sözleri:
‘Demokrasi, demokrasi karşıtlarına karşı kendini her zaman korumak durumundadır. Faşizm, komünizm türü olaylara karşı kendini koruyamıyorsa, o ülkede hiçbir özgürlük kalmaz.’...
Sizi bilmem. Ama Derviş'in sözlerinin altına ben de imzamı atarım.....
‘Darbelerin kendisi Anayasa'yı ihlal etmek değil midir zaten?’
İşte Derviş'in çok cesur ama o kadar da gerçekçi cevabı:
‘‘Keşke Alman ordusu 1933'te Hitler başbakan olduğu zaman Hitler'e karşı darbe yapsaydı. O kadar açık söyleyeyim. Belki 40 milyon insan ölmezdi....””
Mim Kemal Öke’nin “Din-Ordu Gerilimi” isimli kitabı zamanlaması ve zorlama yorumları sebebiyle sırıtmakta, işaret dilinden anlayanlar için bazı sinyaller vermektedir.
ABD’deki “Merkez”in yapmak istediklerinin önündeki engellerden birisi de bağımsızlıkçı zihniyettir, bu zihniyete sahip çıkanlardır. (Buna Türk ordusu da dahildir). Nitekim Huntington gibiler bizi düşünüyormuşçasına Türkiye’nin bu bağımsızlıkçı zihniyeti terketmesi gerektiğini tavsiye etmektedirler. Bunların uzantısı kalemlerin farklı düşünmediği yazılarından bellidir, farklı düşünmeleri de zaten mümkün değildir.
Din-ordu gerilimi ordu cephesinden başlatılamazsa diğer cephede görünen, Hizbulvahşette olduğu gibi nereden hangi memleketten yönlendirildiği belli olmayan, yahudilerden yardım almaktan, işbirliği yapmaktan çekinmeyen, Türkiye dar-ül harp’tir diye ilan edip faiz paralarını mideye indirdikten sonra Masonlarla işbirliği yapıp meclise girmeye çalışan din ve vatan bölücüleri eliyle başlatılabilir.
Böyle bir durumda müslüman halk ile, hakiki müslümanlar ile din ve vatan bölücülerinin tefrik edilmesi (ayrılması) büyük önem arzetmektedir. Aksi halde Türkiye büyük sıkıntılar çekebilir.