Medine-i münevvere’de nâzil olan bu mübarek Sûre-i celîle; on dört Âyet-i kerime, iki yüz yirmi bir kelime ve dokuz yüz harften teşekkül etmiştir.
Dördüncü Âyet-i kerime’de Allah yolunda birbirine kurşunla kenetlenmiş bir duvar (Bünyan-ı mersûs) gibi düşman karşısında saf bağlayarak çarpışan mücahidlerden söz edildiği için, Âyet-i kerime’de geçen ve bu mânâya gelen “Sâff” kelimesi bu Sûre-i şerif’e isim olmuştur. Bu sûre-i şerif’e ayrıca “İsa Aleyhisselâm sûresi” ve “Havariyyûn sûresi” isimleri de verilmiştir.
Görüleceği üzere Sâff sûre-i şerif’inde bazı fıkhî hükümler mevcuttur.
Bu mübârek Sûre-i celîle, göklerde ve yerdekilerin hepsinin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiğine dair beyan ile başlamaktadır.
Daha sonra müminlerin İslâm’a ihlâsla bağlanmaları teşvik edilmekte, İslâm dinini yüceltmek ve kuvvetlendirmek için Allah yolunda canlarını fedâ etmelerinin lüzumu belirtilmektedir.
Ayrıca bu mübarek Sûre-i celîle’de gönüllerine iman yerleşmemiş müslümanlara, inanmadıkları halde inandıklarını iddiâ eden münâfıklara ve imanlarında samimi olan gerçek müminlere hitap edilmektedir.
Hâtem-i enbiyâ olan Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğinin İsa Aleyhisselâm tarafından müjdelendiği açıklanmaktadır.
İslâm’a dâvet edildiği halde Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kimsenin olamayacağı, Allah’ın bu gibi kimseleri hidayete erdirmeyeceği beyan edilmektedir.
Yahudilerin, hıristiyanların ve onların işbirlikçileri olan münâfıkların, Allah-u Teâlâ’nın nurunu söndürmek için ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar yine de bu ilâhî nurun yayılmaya devam edeceğini; müşrikler istemese bile din-i İslâm’ın diğer dinlere galip geleceğini müjdelemektedir.
Yine Sâff Sûre-i şerif’inde müminleri can yakıcı azaptan kurtaracak olan en mühim amelin, Allah katında en kârlı ticaretin imanda sebat ve Allah yolunda can ve mal ile cihad etmek olduğu gösterilmektedir. Bunun ahiretteki mükâfâtının azaptan kurtuluş, günahların bağışlanması ve cennetin ebedî nimetlerine kavuşmak olduğu gibi; dünyadaki mükâfâtının ise Allah’tan bir yardım ve yakın bir fetih olduğu haber verilmektedir.
Sûre-i şerif’in sonunda ise; müminlere Allah’ın yardımcıları olmaları emredilmekte, Havariler’in kâfirlere karşı peygamberlerine yardım ederek nasıl “Ensârullah” oldukları misal olarak beşeriyete sunulmaktadır.
Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerde olduğu gibi, Hadîd, Haşr ve Sâff sûre-i şerif’inin ilk Âyet-i kerime’lerinde de; yerdeki ve gökteki, canlı ve cansız her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiği haber verilmektedir:
“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tesbih etmektedir.” (Sâff: 1)
Varlıklar yokluktan varlık âlemine çıktıklarından beri bütün vakitlerinde Allah-u Teâlâ’yı tesbih etmektedirler. Tesbihleri belirli bir vakte has olmamış, geçmişte daima tesbih etmişler, gelecekte de devamlı tesbih edeceklerdir. Bu tesbih yaratılışta mevcuttur. Bütün mahlûkat Allah-u Teâlâ’nın varlığına ve birliğine, kudret ve azametine, şeref ve izzetine işaret ve şehâdette bulunur dururlar. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.
Niçin tesbih ederler? Kürsü’de Allah-u Teâlâ olduğu için! O yaratıyor, her yaratılan O’nunla kâimdir, Kürsü’de O var. Onlar kürsüdekini görüyor, biliyor, tesbih ediyorlar.
“O Azîz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Sâff: 1)
Dilediğine izzet verir, dilediğini zelil eder. Hakk’tan yana olanları zafere eriştirir. Mülkünde güçlüdür, O’na karşı gelmek isteyenler sonunda mağlup ve perişan olurlar.
Bununla beraber O Hakîm’dir, tedbir ve takdirinde nice hikmetler vardır, yaptığını hikmetle yapar. Her şeyde O’nun hikmet ve izzeti tecellî eder durur.
Kişiler ilk önce kendilerini düzeltmeli, iyiliği emir ve kötülükten men etmeye önce kendi nefislerinden başlamalılar. En faziletli cihad işte budur.
Kişi kendisinin Allah yolunda mücadele ettiğini zanneder, beşeriyeti irşada kalkar ve fakat kendi nefsi onu işgal etmiştir de bilmez.
Fakir der ki:
“Ey zâhid!... Fethetmek için seni kuşanmış görüyorum. Fakat sen fethedildiğini bilmiyorsun. Evvelâ kendi içine dön. İçindeki düşmanını öğren. Evini ve odalarını işgaliyetten kurtar.”
Hakiki imana sahip olabilmek için nefisle mücadele etmek gerekir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde:
“İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?” buyuruyor. (Bakara: 44)
Öğüt verme durumunda olan bir kimsenin, söylediklerinden önce kendisi tarafından yaşamasının sözden daha çok tesirli olduğu bir gerçektir.
Bildiğiyle amel etmeyen, sözleriyle icraatları birbirini tutmayan bu gibi kimseler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? “ (Sâff: 2)
Yapmayacağınız bir iyiliği niçin “Yaparız!” diyorsunuz?
“Yapmadığınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir gazaba sebep olur.” (Sâff: 3)
Bu gibi kimseler bilmediği halde bilmiş gibi görünmenin, Allah katında büyük günah olduğunu da bilmezler.
Allah katında en makbul ilim, amel edilen ilimdir. Amelsiz ilim vebalden ibarettir. Yalnız öğrenmekle iktifa edenler âlim değil, ilmin kabıdır.
Üsâme -radiyallahu anh-den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde ise Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Kıyamet günü bir kişi getirilip cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarı fırlar ve o haliyle değirmen döndüren merkep gibi döner. Cehennem halkı onun yanına toplanır da: ‘Ey filân! Bu ne hâl? Sen bize iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaya çalışmaz mıydın?’ derler. O da: ‘İyiliği emrederdim de kendim yapmazdım, kötülükten vazgeçirmeye çalışırdım da onu kendim yapardım.’ cevabını verir.” (Buhârî, Tecrîd-i sarîh: 1351)
Onun bu durumu, etrafına ışık verip kendisini yakan muma benzer. İslâm’ı hayatında yaşamıyor, başkasına yaşamasını söylüyor. Onun içindir ki sözleri hiç tesir etmiyor. Kendisi yaşamış olsa, söz bile söylemeden, onun hâli numune olur. İnsanlar onun hâlinden istifade ederler, yollarını doğrulturlar.
Yaşamayıp sadece konuştuğu zaman birisi onun durumuna bakar, “Bunun hareketleri zaten eğri, sözünden ne hayır gelir?” der, yol arayan insanı dahi yoldan çıkarmış olur.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde insanların kendilerini temize çıkarmalarını yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
“Kendinizi beğenip temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir.” (Necm: 32)
İyiler de kötüler de gün gelecek Hakk’ın huzurunda seçileceklerdir.
Henüz âkıbetini görmeyen ve kaderin sırrını bilmeyen insan için, böyle bir iddiâ ile böbürlenmesi çok tehlikeli bir sonuçtur, cehalet ile düşüştür.
Cihaddan maksat, hak din olan İslâm’ın yüceltilmesi, cihanın her köşesine yayılmasıdır. Bu gaye için bütün müslümanların bütün güçleri ile, canla başla, malla, kalemle çalışmaları, bütün imkânlarını seferber etmeleri farzdır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde müminleri cihada teşvik ederek şöyle buyuruyor:
“Allah kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever.” (Sâff: 4)
Dininin yüceltilmesi için Allah-u Teâlâ’nın düşmanları ile savaşanlardan râzı olur ve onları över.
Allah yolunda elbirlik olarak savaşan müslümanların durumu; en küçük bir gedik ve açık bulunmayan, parçaları birbirine kenetlenmiş yekpâre duvarın durumuna benzer.
Böyle bir kuvvete asırlar boyunca en büyük kuvvetler bile karşı koyamamış, İslâm’ın yayılışına engel olamamışlardır.
•
Daha sonra gelen Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm’ın kavminden bir kısmının isyan ederek onunla beraber cihada atılmaktan kaçındıklarını ve peygamberlerine birçok gönül endişesi yaptıklarını beyan buyurmaktadır:
“Bir zamanlar Musa kavmine: ‘Ey kavmim! Beni niçin incitiyorsunuz? Halbuki benim, Allah’ın size gönderdiği bir peygamber olduğumu biliyorsunuz!’ demişti.” (Sâff: 5)
Risaletimde doğru söylediğimi bildiğiniz hâlde nasıl olur da emirlerime muhalefet edersiniz?
“Onlar yoldan sapınca, Allah da onların kalplerini saptırmıştı.” (Sâff: 5)
Allah-u Teâlâ onlara bu dünya hayatında geçimlik vermişti. Bu bolluk ve nimet içinde yaşadılar. Buna aldanarak bu durumun devam edeceğini sandılar. Kalpleri katılaştı, yükleri ağırlaştı, hesapları zorlaştı. İradelerini azgınlık ve sapıklığa sarfettikleri için de cezâları cehennem oldu.
Bu Âyet-i kerime’de yahudilerin peygamberlere isyan ederek karşı koymalarının öteden beri sürüp gelen âdetleri olduğuna işaret edilmektedir.
“Allah fâsıklar gürûhunu doğru yola iletip hidayete erdirmez.” (Sâff: 5)
Görülüyor ki başta peygamberler olmak üzere hidayet dâvetçilerine yapılan eziyet kişiyi küfre götürmekte, kalplerin hidayetten kaymasına sebep olmaktadır. Peygamber vârislerine yapılan eziyet de peygamberlere yapılan eziyet hükmündedir.
Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere Ulül-azm bir peygamber olan Hazret-i İsa Aleyhisselâm, göğe yükselmeden önce bütün insanlara en büyük müjdeyi vererek şöyle söylemişti:
“Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş Tevrat’ı tasdik edip doğrulayan, benden sonra gelecek ve ismi Ahmed olacak bir Peygamber’i müjdeleyen Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim.” (Sâff: 6)
Görülüyor ki Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin geleceğini bütün peygamberlerine ismiyle ve cismiyle tanıtmış ve bildirmiştir.
İsrailoğulları peygamberlerinin sonuncusu olan İsa Aleyhisselâm; kendi zamanına kadar gelen dini hayatı tazelemiş, kendisinden sonra gelecek olan Ahmed-i Muhtar’ı açıkça ismiyle duyurmuş, fikir ve kanaatleri son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’a meylettirmiştir.
İsa Aleyhisselâm’ın Tevrat’ı tasdik etmesi, haber verme itibariyledir. Zira Tevrat’ta hem İsa Aleyhisselâm’a hem de son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’a dair haberler vardı. Bu sebepledir ki İsa Aleyhisselâm, Ahmed Aleyhisselâm’ın gelmesinin yakın olduğunu müjdelemek suretiyle bu husustaki haberlerin doğru olduğunu ispatlamıştır.
Ahmed; Allah-u Teâlâ’nın en çok methini yapan kişi mânâsına geldiği gibi, en çok methedilen veya kullar arasından en çok övülen kişi mânâsına da gelir.
Tevrat’ta İsa Aleyhisselâm’ın gönderilmesine dair verilen müjde, onun gelişiyle gerçekleşmiş oldu. Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğine dair Tevrat’ın verdiği müjdeyi İsa Aleyhisselâm tasdik ederek onun geleceğini müjdelemiş ve onun öncüsü olduğunu belirtmişti. Bu, İsa Aleyhisselâm’ın peygamberlik vazifelerinden birisi idi.
Ne gariptir ki; böyle söylediği halde, İsrâiloğulları’nın çoğu onu dinlemediği gibi, hıristiyanlardan birçoğu da bu hakikati gizlediler, tevil ve tahrif ettiler.
Yahudiler bir peygamberin geleceğini beklemekteydiler. Bu peygamberin kendilerinden olmasını istiyorlardı. Hıristiyan rahiplerinin birçoğu da yeni gelecek peygamberi beklemekteydiler.
Kendi kitaplarında müjdelenen peygamber, İsmail Aleyhisselâm’ın soyundan geliverince; çeşitli hilelerle, ithamlarla, düşmanlıklarla muhalefet ettiler.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Müjdelenen peygamber onlara delillerle mucizelerle gelince: ‘Bu apaçık bir sihirdir.’ dediler.” (Sâff: 6)
Gerek yahudiler gerek hıristiyanlar Hazret-i Allah’a iman ederek değil de kendi arzularına uyarak bu peygamberin kendi nesillerinden gönderilmesini bekliyorlardı.
Vaktaki İsmail Aleyhisselâm’ın neslinden gönderildi. Onun apaçık bir peygamber olduğunu hakkıyla bildikleri halde yüz çevirdiler ve inkâra kalktılar.
İşte ırkçılığın insanlara bu kadar zararı ve tahribatı oluyor, ebedî azaba maruz bırakıyor. Bu inkâr ırkçılıklarından ötürüdür. Gerek yahudi gerekse hıristiyanlardan ancak iman edenler kurtulmuştur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Muhammed’in nefsi yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer bu ümmetten bir yahudi veya hıristiyan beni işitir de sonra benimle gönderilene iman etmeden ölürse, mutlaka cehennemlik olur.” (Müslim: 153)
Bu Hadis-i şerif, Resulullah Aleyhisselâm’ın gönderilmesiyle bütün dinlerin neshedildiğine delildir. Hadis-i şerif’in hükmü yalnız Resulullah Aleyhisselâm’ın zamanında yaşayanlar için geçerli olmayıp, kıyamete kadar her devir insanlarına şâmildir. Çünkü ikinci bir peygamber gelmeyecek, başka bir kitap inmeyecek.
İsa Aleyhisselâm Resulullah Aleyhisselâm’ın geleceğini haber verdiği gibi, Resulullah Aleyhisselâm da İsa Aleyhisselâm’ın tekrar gökten inip geleceğini ne gibi işler yapacağını da bir bir müjdelemiş, ümmetine ona uymasını emretmiştir.