Bir zamanlar bir ülke varmış. Bu ülkenin halkı Allah-u Teâlâ’nın kendilerine verdiği nimetlerle çok rahat bir hayat yaşarlarmış. Ancak bu nimetlerin şükrünü yerine getirmek şöyle dursun, O’na isyanlarını artırarak sürdürürlermiş. İçlerinde şükredenler de varmış elbette, ancak deryada damla misali.
Bu ülkede, başa geçirilecek sultanı tesbit etmek için bütün halk toplanır, bir kuş salınır, kuş kimin başına konarsa onu başkanları yaparlarmış.
Bir zaman gelmiş, yeniden sultan seçmek ihtiyacı doğmuş. Bütün halk toplanmış, kuş salınmış, ancak kuş kimsenin başına konmamış. Acaba herkes gelmedi mi? diye sorarlarken, bir de bakmışlar ki bir değirmenci ile bir demirci eksik. Derhal ikisine haber salınmış gelmeleri için.
Halkın toplandığı yere giderlerken demirci, yakın dostu olan değirmenciye sormuş:
“Kuş senin başına konarsa ne yaparsın?”
“Elimden geldiğince halkıma iyi muamele etmeye çalışırım.” demiş değirmenci ve aynı soruyu bu kez kendisi sormuş: “Peki senin başına konsa sen ne yaparsın?”
“Ben” demiş demirci, “Ölüleri kapıdan değil bacadan çıkarırım.”
Bunu duyan değirmenci şaşırmış ve üzülmüş, ama arkadaşına bir şey sezdirmemiş.
Derken kalabalığın yanına ulaşmışlar, kuş salınmış, uzun uzun süzüldükten sonra demircinin başına konmuş.
‘Şuursuz şakşakçılar’ın bağırışmaları arasında demirci, tahtının bulunduğu yere kadar omuzlarda taşınmış. Ve burada hemen ilk emrini açıklamış:
“İlk olarak yakın dostum değirmenciyi kendime vezir adıyorum.” demiş ve hemen arkasından eklemiş:
“Bundan böyle ölülerinizi kapıdan değil, bacadan çıkaracaksınız.”
Deminki çoşkun kalabalığın sevinci, bağırışmaları bıçak gibi kesilmiş. Şaşkın şaşkın birbirlerine biz ne yaptık der gibi bakışmışlar. Ancak emirlere uymamanın neticesinde kellelerini kaybetmenin korkusuyla hiçbir şey ellerinden gelmemiş.
Aradan belli bir müddet geçince halkta huzursuzluk başgöstermeye başlamış. Mevtâ’nın kafası bacaya sığmıyor, kendisini nasıl çıkaracaklar! Bu sıkıntılarını vezire arzetmişler. ‘Ne olur, sultanımıza söyle, bu emrinden vazgeçsin, perişan olduk’ demişler. Vezir, sultana gelerek halkın sıkıntısını arzetmiş. Bunun üzerine sultan, sarayının arka tarafında bulunan dağı yok etmeleri kaydıyla bu emri yürürlükten kaldıracağını söylemiş.
Bütün millet ellerinde kazma kürek, başlamışlar dağı kazmaya. Fakat koskoca dağ, kayaları parçalamak mümkün değil, değil dağı yok etmek! İşin üstesinden gelemeyeceklerini anlayınca her biri duâ edip ağlamaya başlamış. ‘Allah’ım, bizi affet, başımızdan bu belâyı kaldır, halimizi düzelt’. Ertesi gün uyandıkları vakit bir de ne görsünler, koskoca dağ yok olmuş.
Manzarayı sarayın balkonundan izleyen sultan, vezirine dönerek, ‘Hatırlıyor musun, sen halkıma iyi muamele ederim demiştin, ben ise ölüleri bacadan çıkarırım demiştim. Bu halk buna müstehak idi. Ne zaman ki samimiyetle Rabb’lerine yöneldiler, o zaman Allah-u Teâlâ onları affetti. Bundan sonra ben de onlara iyi muamele edeceğim.’ demiş.
Rabb’imiz Hadis-i Kudsî’sinde:
“...Yok eğer kullar bana isyan ederlerse, ben de onları onlara belâ ederim. Kalplerini kin ve gazapla onlara çeviririm. En kötü azap ile azap ederler.
Binaenaleyh sizi idare edenlere karşı sövmekle, beddua etmekle meşgul olmayınız. Fakat nefislerinizi beni zikretmekle, bana dua ve tazarru ile meşgul ediniz. Böylece ben de onların hakkından gelirim, sizi onların şerrinden korurum.” buyurmaktadır. (Mişkât-ül Mesabih: 3721)
İdârî bozukluktan şikâyet edenlere tek çıkış yolunu Allah-u Teâlâ bu Hadis-i kudsî ile göstermektedir.
“Hakk ne zaman gelecek?” sorusuna muhterem Ömer Öngüt Efendi şu cevabı veriyorlar:
“Doğrusu biz bu azgınlığımızdan çok korkuyoruz, belâ ne zaman gelecek diye bakıyoruz. Çünkü hududu çok aştık, çok taştık. Bu isyandan cidden korkulur. En çok şundan korkuyoruz: Hazret-i Allah sûre-i Hud’da geçmiş ümmetlerin helâkiyet durumlarını Cenâb-ı Fahr-i Kâinat (s.a.v) Efendimiz’e haber verirken, Lût Aleyhisselâm’ın kavmi hakkında şöyle buyuruyor:
“Vaktaki azap emrimiz gelince, o memleketin altını üstüne getirdik ve tepelerine Rabb’inin katında damgalanmış ve pişirilmiş balçıktan taşları arka arkaya yağdırdık.” (Hud: 82-83)
“Bu felâket taşları zâlimlerden uzak değildir.” buyuruluyor.
Habib-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz Cebrâil Aleyhisselâm’a “Zâlimlerden murad kimdir?” diye sorduğu zaman “Senin ümmetinin zâlimleri de dahildir.” buyurdu. İşte mühim olan nokta burası. Allah’ımız âkıbetimizi hayır etsin. Cenâb-ı Hakk’a çok sığınıp çok yalvarmamız lâzım. Diyeceksiniz ki “Ben yalvarıyorum.” Hayır, hayır öyle değil... Bu âfâtı bizden uzak et demekle olmaz. Herkes uyurken uyanarak, herkes gülerken biz ağlayarak, secdede göz yaşları ile niyaz edeceğiz, yalvaracağız. Merhameti sonsuzdur, ola ki rahmetiyle tecelli eder de bizi bağışlar. Gelecek azâbı yok eder veya tehir eder. Yoksa hakikaten çok şeylere müstehak olduk. Ele alınacak tarafımız kalmadı.” (Ömer Öngüt, Sözler ve Notlar 2, sh: 298)