Geçtiğimiz ay siyasette yaşanan çalkantılarla paralel olarak hükümetin sonunun yaklaşması ve erken seçim sathına girilmesi “siyaset”i Türkiye’nin tek gündem maddesi haline getirdi.
Siyaset ise Türkiye’de particiliğe indirgenmiş bulunuyor. Padişahlık devirlerinde yaşanmayan iktidar kavgaları, menfaat yapılanmaları “Siyaset” ismi altında günümüzde yaşanıyor. Üstelik parti ideolojilerinin din, parti liderlerinin ilâh, politikanın çamur atma yarışı haline getirilmesi sebebiyle, politikayla uğraşmak veya politik taraftarlık müslümanın müslüman olarak, insanın insan olarak kıymetini azaltıyor. Kıymetsiz insanlar güruhunun iktidar kavgası memleketimizde onulmaz yaralar açıyor.
Dünyevî arzulara karşı zaafı had safhaya ulaşmış kıymetsiz insanlar, bu zaafları sebebiyle daha kolay tesir altında kalıyor, rahatça güdüm altına girebiliyorlar. Unutulmamalıdır ki şahsi ikballerini ve menfaatlerini herşeyden önde tutan bir insan bu uğurda şerefini, namusunu, dinini, vatanını, milletini arkaya atmaktan çekinmeyecektir. Nitekim çekinmiyor da...
Sonuç olarak gerek topraklarımızda, gerek çevremizde menfaati ve planı bulunan dış güçler yönetim mekanizmalarına daha kolay müdahale edebiliyor, organize planlar icra etme cesaretini kendilerinde bulabiliyorlar.
Dikkat edilirse son gelişmeler üzerine Türk siyasetine etki etmeye çalışan iç ve dış odakların marifetleri birer birer ortaya döküldü. Şimdiye kadar hiç olmadığı kadar, komplolardan, oyunlardan, dış güçlerin müdahalesinden bahsedilir oldu. Beş yıl önce söylense, yazılsa, söyleyenini yazanını basit düşünceli bir komplocu olarak damgalatacak fikirler bugün hemen herkes tarafından dile getirilir oldu.
Tabii ki durduk yerde bu duruma gelinmedi. Yıllardır saman altından, iz bırakmadan icraatlarını yürütenler hiçbir zaman ve hiçbir yerde olmadığı kadar deşifre oldular. Önde gelen büyük basının bunların tekelinde olması bile deşifre olmalarını engelleyemedi.
Bu derece deşifre olmalarının önemli bir sebebi ise dinsel ve ideolojik kaynaklıdır. Şöyle ki, 2000 yılı ile başlayan yakın bir süreç içerisinde dünya hakimiyetini ele geçireceğini, mesihlerinin kendilerine önderlik edeceğini zanneden yahudiler, ellerindeki gücün verdiği pervasızlıkla artık eskisi kadar gizlenme ihtiyacı duymuyorlar. Bu uğurda ABD’yi bile paçavra kullanır gibi kullanıyorlar. Tesirleri altındaki sapkın hıristiyan tarikatlar ve masonik teşkilatlar vasıtasıyla bütün dünyada iş ve icraatlarını yürütmeye çalışıyorlar.
Gerek dünyada gerekse ülkemizde yapılmak istenen şeyleri doğru teşhis edebilmek için öncelikle bu sapkın itikat temelinde düşünmek ve hadiseleri Ortadoğu-İsrail merkezli yorumlamak bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
Nitekim 11 Eylül’den sonra yaşanan küresel hengamenin sorumlusu ABD; ABD politikalarının sorumlusu ise yahudilerin küresel hakimiyeti için çalışan gizli “Merkez”dir. Bu “Merkez”deki yahudiler gözlerini karartmış, bütün dünyayı kasıp kavuracak savaşlar ve kıyımlar pahasına planını icraya başlamıştır. İlk hedef Ortadoğu’dur, devamında İslâm dünyası’dır.
Bilindiği gibi Soğuk Savaş arkasından geliştirilen ABD merkezli konsepte göre düşman İslâm Dini ve İslâm Dünyası’dır. Küresel düşünüldüğünde bu konseptin “Düşmanlık” derecesinde şekillendirilmesi, buna bağlı olarak askeri ve ekonomik gücün bu zayıf düşmanın yok edilmesi gayesi ile tüketilmesinin Çin gibi potansiyel güçlerin önünü açacağı görülecektir.
Bu basit mantığa göre ABD’yi düşünen Amerikalıların böyle yanlış bir konsept peşinde üstelik büyük savaşları göze alarak hareket etmemesi beklenmelidir. Ne yazık ki ABD, ABD’lilerin elinde değildir ve bu ülkeyi elinde tutan “Merkez” ABD’yi bir araç olarak kullanmaktadır. Kulelerin yıkılması, birtakım büyük şirketlerin birer birer iflas etmesi, ekonominin zayıflaması umurlarında bile değildir. (Hatta bütün bu hadiselerde bunların parmağı olduğuna dair kuvvetli iddialar vardır.) Onlar için önemli olan İsrail’in Ortadoğu toprakları üzerindeki emellerinin önündeki temel engelin -İslâm ülkelerinin- yok edilmesi veya askerî ve ekonomik güçlerinin budanmasıdır.
İslâm dünyası gibi İslâm dini de hedeftedir. Çünkü yahudi temelli küresel hakimiyet ideolojilerinin önündeki en büyük engel İslâm dini’dir.
ABD’nin bu ölçüsüz, sınır tanımaz, akılsız siyaseti karşısında haliyle Avrupa ve diğer küresel güçler olumsuz tavırlar sergilemektedir. Ancak özellikle hıristiyan Avrupa’dan yakın vadede ABD’ye karşı bir direniş beklemek zordur. Zira halihazırda Avrupa ülkelerinin çoğu masonik örgütlerin tasallutundadır. Ayrıca Hıristiyanlıktan kaynaklanan önyargıları doğru safta yer almalarının önündeki en büyük engeldir.
İslâm dünyasını ve İslâm dini’ni hedef alan bir konseptin icrasında dikkate alınacak en önemli ülke pek tabiidir ki Türkiye’dir.
Küresel güçlerin hemen bütün dikkatinin üzerinde yoğunlaştığı bir ülkede ve bu ülkenin (Türkiye’nin) safının netleşeceği bir zaman diliminde yaşıyoruz.
İşte bu sebeplerle Türkiye hem içerden hem de dışardan büyük bir baskı altındadır. Türkiye üzerinde birçok emel vardır ve bu emellere ulaşmak isteyenlerce sayısız plan icra edilmektedir.
İçimizde, dışımızda, doğumuzda, batımızda, güneyimizde ekonomik, siyasî, askeri büyük tehlikelerle karşı karşıya olduğumuz halde bütün mesleği dezenformasyon (kasıtlı yanlış bilgilendirme) olan basın, halkı uyutmaya ve dış güçlerin dizayn faaliyetlerine taşeronluk yapmaya devam ediyor.
Ekonomi duvara toslamak üzeredir. İlk altı ayda sadece maaş ve faiz ödemesine kaynak aktarılmasına rağmen 18 katrilyon lira açık verilmiştir. IMF ise “Program başarılı” açıklamalarına devam etmektedir. Programın devam etmesi IMF için başarıdır. Ama Türkiye için yıkımdır. Zira reel (enflasyondan arındırılmış) faiz %30’dan aşağı değildir. IMF’in 2003 öngörülerinde dahi reel faiz %30’dur. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey yok. Doları olan getiriyor. Hiçbir iş yapmadan devlete borç verse sene sonunda %30 faizini alıp gidiyor. Borsa oyunlarında, döviz dalgalanmalarında al gülüm ver gülümle bu meblağ %70’e çok rahat çıkabiliyor.
Bu ortamda sermayenin üretime yönelmesi mümkün değildir. IMF’nin böyle bir derdi de zaten yoktur.
IMF’nin borç vermesi vermemesinden daha tehlikeli hale gelmiştir. Çünkü eninde sonunda bayrağı çekip borçlarımızı yeniden yapılandırma yoluna gitmek zorunda kalacağız. Bu tarihi geciktiren her borç gerilimi ve dolayısı ile ekonomik depremin şiddetini artıracaktır.
Zaten ortalıkta Derviş’in önünü açmak için Eylül ayı ile beraber bir ekonomik krizin çıkarılacağı söylentileri dolanmaktadır. Mesela Haber Türk sitesinde yazan Güler Kömürcü ismini vermediği, bir düşünce kuruluşunun yönetiminde bulunan ve Türkiye’ye yakın diye tanıttığı bir ABD’linin “Özellikle bir ekonomik harp ki bu durum pek uzak gözükmüyor, Derviş için zemin hazırlar… Eylül’e kadar bu süreç tırmanacak." dediğini naklediyor.
Aslına bakılırsa Türkiye’de ekonomik bir harp çıkartmak için öyle fazla zahmete girmelerine gerek yoktur. Şöyle ki:
Kasım 2000 yılında iki ABD’li fonun 2 milyar dolar çekmesi ile faizler birden fırlamış, böylece Türkiye ilk krizini yaşamıştı. Şimdi çok daha kötü bir durumdayız ve çok daha büyük borçlarımız var. Dış finans kuruluşlarının bankalar aracılığı ile verdiği borçların vadesi gelmeden her an geri istenebileceğini, bankaların dış borçlarına hazine garantisi verilmesini bir IMF şartı olarak kabul ettiğimiz düşünüldüğünde görülecektir ki Türk ekonomisinin (ekonominin esamesi kalmadı, faiz döndürme sistemi denilebilir) ipi dışarıdadır. Bir iki banka vadesi gelmeden birkaç milyar dolarını geri istediği an tepetaklak oluveririz.
Türkiye’nin dertleri sadece ekonomik krizle bitmiyor. Irak’ta bir savaşın çıkması an meselesi. Yunanistan ve Kıbrıs Rumları büyük bir hızla silahlanıyor. Kıbrıs’ta AB askerini karşımızda bulmamız dahi ihtimallerden birisi. “Kıbrıs’ı verelim kurtulalımcılar” bilmelidir ki, Kıbrıs’ın arkasından istekler devam edecektir. Vatikan benzeri bir patrikhane devleti, pontus, ermeni talepleri, Ayasofya’nın kiliseye çevrilmesi... Kaç kişi İstanbul’daki Bizans Tahtı’nın yasal varisi olduğunu iddia eden ve bu iddiasını İtalya’da, Fransa’da, İngiltere’de, Amerika’da ve Rusya’da mahkeme kararlarıyla kabul ettirebilmiş birisinin (yani “Bizans İmparatoru”nun) varlığından haberdar? (Bkz. Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri, Aytunç Altındal)
Irak meselesine biraz daha ayrıntılı değinmemiz gerekiyor. Zira burnumuzun dibinde belki bizim de içine sürüklenebileceğimiz bir savaş başlamak üzere, ancak güdümlü basın “Kaç paraya ABD’ye taşeronluk yapalım?” havasında. Tekstil kotasını dahi gevşetmeyen, ISAF pazarlığında vadettiği parayı hâlâ vermeyen ABD’nin Türkiye’ye milyarlarca dolar para vereceğini düşünenler bu düşüncelerinde safiyane bir niyete sahipseler kendilerine “Aptal” denilebilir. Bunlar daha evvelki yazılarımızda naklettiğimiz 1956 tarihli Nelson A. Rockefeller’in ABD başkanına yazdığı mektubu okumalıdır. (Bkz. Mart 2002, sh: 43) Mektubun bir kısmı şöyle: “...genişletilmiş iktisadi yardım, örneğin Türkiye’ye, bazı hallerde düşünülenin tersi sonuçlar verebilir. Yani bağımsızlık eğilimini arttırıp, mevcut askeri paktları zayıflatabilir. Bu tip ülkelere -Türkiye gibi- doğrudan doğruya iktisadi yardım da yapılabilir, ama bu ancak bize uygun ve bağlı hükümetleri iktidarda tutacak ve bize düşman muhalifleri zararsız bırakacak biçim ve miktarda olmalıdır.”
Yardım meselesi böyle olduğu gibi ABD Irak topraklarında kalıcı olabilir. Çünkü hedefte İran, Suriye, hatta Arabistan ve Mısır da vardır. İran’a yapılacak bir harekât için ABD halkını alıştırma faaliyetleri çoktan başlatılmıştır. Çünkü İsrail böyle istemektedir. Ağustos 2001 tarihli sayımızda yaptığımız aşağıdaki alıntının 11 Eylül hadisesinden önce kaleme alındığını dikkate alarak okuyunuz:
“İsrail Hava Kuvvetleri İran ve Irak gibi komşu olmayan ülkelerde büyüyen egzistansiyel tehdidi gözledikçe, kolunu uzatmayı baş önceliklerinden biri yaptı. İsrail’de çok kişi sürekli kan dökülmesi ve hemen her gün İsraillilerin hayatını kaybetmesi nedeniyle gözle görülür Filistin ihtilâfını, ülkenin temel güvenlik sorunu olarak görürken, askeri yapı kararlı biçimde daha geniş resme bakıyor... İsrail Silahlı Kuvvetleri, sürekli olarak, çatışmanın sadece Suriye’yi değil Irak’ı da içine çekecek bir bölgesel savaşa doğru kötüleşebileceği uyarısında bulundu. Irak kitle imha silahlarını geliştiriyor ve İran uzun menzilli yerden atılan füze ve nükleer silah programında ilerliyor.
Mevcut durum görülmemiş ölçüde patlayıcı halde. En kötümser senaryolar, ABD ve İngiltere’nin Irak’a karşı harekâtının topyekün bir Orta Doğu savaşına çığ gibi büyüyebilecek ve İsrail’in tüm sınırlarını kapsayacak bir bölgesel yangını öngörüyor...” (Jeruselam Post, Arieh O’Sullivan, Bkz. Ağustos 2001, sh: 40)
İsrail’in askeri tarihçilerinden Martin van Creveld Nisan ayında bir İngiliz gazetesinde ‘Şaron’un planı Filistinlileri Ürdün’e sürmek’ başlığı ile yayınlanan makalesinde Amerika’nın Irak’a müdahalesi gibi fırsatların ortaya çıkması halinde Şaron’un bu fırsatlardan faydanalanarak İsrail ordusunu harekete geçirebileceğini söylüyor ve bir savaş senaryosu çiziyor:
“…Filistinlilerin kovulması sadece birkaç tugayı gerektirir. İsrail ordusu Filistin halkını evlerine girerek evlerinden çıkarmakla uğraşmaz; bunu yapmaz; ancak ağır topçu ateşi kullanarak halkı evlerini terk etmeye zorlar. Bu durumda Cenin’de meydana gelen zarar bu operasyonun yanında topluiğne başı kadar kalır.
Dıştan yapılacak herhangi bir müdahale İsrail hava kuvvetleri tarafından önlenir. …1982’de İsrail hava kuvvetleri 19 Suriye uçaksavar bataryasını imha etmiş, uğradığı tek uçak kaybına karşılık 100 Suriye uçağını da düşürmüştü. İsrail hava kuvvetlerinin şimdiki üstünlüğü o zamankinden çok daha fazla … Mısırlılara gelince; onlarla İsrail arasında 160–170 kilometrelik açık bir çöl bulunur. …bu çölü geçmeye kalkıştıklarında imha edileceklerini söyleyebiliriz. Ürdün, Lübnan silahlı kuvvetleri hesaba alınmayacak kadar küçüktürler. Irak ise 1991 öncesi gücünü kazanamadığı ve Amerika tarafından baskı altında tutulduğu için müdahale edecek durumda değildir. … Saddam kitle imha silahlarına başvuracak kadar delirdiği takdirde İsrail’in buna cevabı eski Başbakan İzak Şamir’in bir zamanlar dediği gibi hayal gücünü zorlayacak kadar ‘muazzam ve korkunç’ olacaktır.
...Şayet Şaron harekete geçmeye karar verirse onu durdurabilecek tek ülke Amerika’dır. Ancak, …Amerika’nın …karşı çıkacağı da söylenemez; özellikle …çok seri ve sert olduğu ve petrol akışını çok fazla engellemediği takdirde...
İsrailli askerî uzmanlar böyle bir savaşın sadece 8 gün sürebileceğini tahmin ediyorlar. Arap devletleri müdahale etmediği takdirde bu savaş Filistinlilerin kovulması ve Ürdün’ün mahvolması ile sonuçlanacaktır. Müdahale ettikleri takdirde ise Arap ordularının büyük kısmının imhasıyla birlikte sonuç yine aynı olacaktır."
Bu yorumları tasdikleyen bir gelişme 24 Temmuz gününde yaşandı. Filistinli örgütler tek taraflı ateşkes ilan etmeye karar verdikten birkaç saat sonra (ateşkes ilan edemeden) Şaron 9’u çocuk 15 kişinin ölümüyle sonuçlanan bombasını Gazze’de patlattı.
Bütün Ortadoğu’yu kaplayabilecek ve hemen bütün dünyanın lânetlediği bir savaş sözkonusu iken “Kendimizi kaça satalım” türlü yorumlarla nüfuz casuslarını aratmayacak derecede ABD’ye ve İsrail’e hizmet eden bir medyamız var.
Kuzey Irak meselesi de aldatılmaya çalışıldığımız başka bir konudur. Burada ABD himayesinde bir devlet kurulmuştur. Türkiye’nin büyük baskısı sebebiyle ilan edilmesi ertelenmektedir. “Karanlıklar Prensi” lakaplı Perle bir konuşmasında “Kürdistan Dışişleri Bakanı” demiştir. Savunma Bakanı Rumsfeld de “Norveç, Danimarka, Hollanda ISAF kuvvetlerine yardım için Kürdistan’a F16 yerleştirecekler.” dedi. Bu Amerikalıların ikisi birden Ecevit’in hastalığına mı yakalandı dersiniz!...
Görüldüğü gibi ABD’nin öncelikli meseleleri bizim de -menfi yönde- meselemiz olduğu için çok kritik günler yaşamaktayız.
Türkiye’nin ABD planlarına ayak diremesi bu ülkedeki “Merkez”i zor durumda bırakmaktadır ve hatta kızdırmaktadır.
Yukarıda genişçe izah edilen planların ve daha nicelerinin tatbik edilebilmesi için Türkiye teslim alınmalıdır.
Türkiye’yi teslim alma faaliyetleri şimdilik içeriden yürütülmektedir, AB ve IMF marifetiyle yürütülmektedir. Maksatlarına ulaşabilmek için Türkiye’de AB’ci, IMF’ci bir hükümet ve ordu dizayn etmeye çalışıyorlar.
Planları başbakanın yerine kendi adamlarını getirmek böylece Irak, Kıbrıs, Ege, Kürt meselesi gibi konularda Türkiye’deki tüm direnişi kırmak ve hatta Ağustos Yüksek Askerî Şura’sında atamalara etki ederek “Türk Ordusu Başörtüsüne Karşı Değil” diyen generallerin önünü kesip mezhepçi ve israfçı insanları öne sürmekti. (Bunlar kendi menfaatleri uğruna Suriye’deki gibi bir azınlık diktatoryası kurulmasını bile destekleyecek kadar gözünü karartmıştır. Türkiye 4-5 yıl evvel böyle bir tehlikenin eşiğinden dönmüştür.)
Bilderbergçilerin DSP’yi ele geçirip Derviş’i öne sürerek yapmak istediklerini Bilderbergçi Ecevit bozdu. (CSIS’in -Merkezi Washington'daki Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi- Türkiye direktörü Bülent Ali Rıza’nın merkezin sitesinde aylar önce yayınlanan "Ecevit Sonrası dönemin ertelenmesi” başlıklı yazısında söylediği gibi DSP içinde Cem-Derviş-Özkan üçlüsü başa geçemediği için Yeni Oluşumcular mecburen ayrı bir parti olarak faaliyete başladı.) Ecevit bunu yaparken ülkenin menfaatlerini düşündüğü için mi hareket etti. Hayır! Bakın Ertuğrul Özkök Ecevit hakkında ne diyor?:
“Üstelik bunun sağlıkla falan ilgisi de yok.
Bütün mesele, kontrol edilemeyen bir ihtirastan ibaret.
Ne yazık ki bazıları da haklı olarak buna ‘‘koltuk sevdası’’ diyor.”
Bu plan tutmayınca (Yeni Türkiye Partisi’nin de bir işe yaramayacağı anlaşılınca) ne yapacaklarını şaşırdılar. ABD’de ortalık karıştı. Derviş yeni talimatlar almak üzere bir haftalığına kapağı ABD’ye attı.
Türk siyaseti üzerinde dönen dolaplar hakkında yaklaşık bir yıl önce şunları söylemişiz:
“Türkiye’de şu aşamada cereyan eden planlar siyasette yeni oluşumların teşvik edilmesi şeklindedir. Zira ABD gibi reel düşünebilen ülkeler posası çıkmış, halk desteğini kaybetmiş siyasetçileri desteklemek gibi bir hata yapmazlar.
Derviş’in merkez solda bir parti arayışında olduğu ya da bu şekilde yönlendirildiği konusunda basında birçok yorumlar hevesli şekilde dercedildi. Aynı şekilde TOBB’nin bir parti kurma çalışması yaptığı, liderini sır gibi sakladığı da biliniyor. Ancak ne hikmettir ki bu parti için düşünülen lider şu anda ABD’de kurs görüyormuş!
Merkez sağın ilerideki muhtemel başkanı olarak lanse edilen Tayyip Erdoğan da ABD’ye yakın görünmekten hiç rahatsız değil. Kendisi defalarca ABD’yi ziyaret etti. Ekim 1999’dan bu tarafa yaptığı önemli toplantıları, ABD her nedense bizzat konsolos veya bir başka üst protokol görevlisi nezdinde izliyor, destekliyor. Mesela hukuk danışmanı Münci İnci’nin Çatalca’daki çiftlik evinde Tayyip için verdiği özel davette ABD İstanbul konsolos yardımcısı da vardı. (24 Ekim 1999) Bilindiği gibi Şubat ayında oğlunu evlendirdi Tayyip Erdoğan. Düğünün en önemli simalarından birisi ise ABD’nin İstanbul Başkonsolusu idi.
Çiller de sık sık ABD’ye gidiyor ve “Artık değiştim, yeni şeyler öğrendim.” kabilinden göndermelerle yolunu ABD’den açmaya çalışıyor. Partililerine Bush yönetiminin Tayyib’e pek sıcak bakmadığı müjdesini yetiştiriyor.
Faziletliler ise en büyük desteği Avrupalı dostlarından görüyor.
Adı konulmamış ciddi bir savaş yaşanırken, ortamdan siyasi çıkar sağlamaya çalışanlar hangi niyette olursa olsunlar en hafif tabiri ile gaflet içerisindedirler. Hele bir de bu çıkar beklentisinde olanlar cephenin karşısındaki düşmandan medet umuyor veya düşmanla dost görünmekten memnuniyet duyuyorsa bunların düştükleri durumun ismini artık siz koyun.” (Hakikat Dergisi, Haziran 2001, sh: 39)
Bir yıl içinde neler değişti? AKP’lilerin ABD ziyaretleri daha yoğunlaştı, bazı MHP’liler de ABD kervanına katıldı, M. Ali Bayar ABD’den gelip parti başkanı oldu, Çiller “Irak Savaşında Türkiye’nin başbakanı olmak istiyorum.” dedi, Yeni Türkiye Partisi kuruldu. ANAP lideri daha çok Almanya’ya gidiyor. Son gidişinde yanına Tayyip’i de aldı. Hürriyet AKP’yi desteklemeye başladı.
Dikkat çeken bir husus da şudur ki: Derviş uzantılı planlarda ısrarla sol kelimesinin kullanılmasının yukarıda bahsedilen konseptin bir parçası olduğu görülmektedir. Zira bu konsepte göre İslâm dini de hedefler arasındadır. Buna göre dinden uzaklığı temsil etmesinden başka hiçbir sol icraatı olmayan insanların ısrarla sol kelimesi kullanması ile ekonomik krizi fırsat bilerek, maddi yaklaşımlarla insanlarımızın hıristiyan yapılmaya çalışılmasını aynı planın farklı yansımaları olarak görmek mümkündür. Avrupa’da başarılı olan “3. Yol”cu solcu söylem Türkiye’de de denenmiş ancak fos çıkmıştır.
İsmi, cismi, sıfatı ne olursa olsun AB’ci, IMF’ci bir partinin, yönetimin Türkiye’nin dev problemlerini çözmesi mümkün değildir. Çözmek bir tarafa ülkemizi daha büyük acılara sürüklemeleri kuvvetle muhtemeldir.
Konsolidasyon vb. bir karar alacak hükümetin bugünkü gibi “IMF programını uygulayan”, zayıf, yiyici ve hırsızlara pirim veren bir yapıda olması durumunda büyük bir fırsat büyük bir felâkete dönüşebilir. Büyük kararların alınması gereken noktada; kararlı, etkili, tam yetkili bir idareye sahip olmak gerekiyor.
Siyasi, ekonomik krizlerimizi harekete geçirecekleri zaman geldiğinde, kendi krizlerimizi yönetebilmenin planlamasının yapılması gerekiyor.