Muhterem okuyucu!
Gönüller sultanı Muhammed Es’ad Erbilî -kuddise sırruh-Efendi Hazretlerimiz’in elli iki sayıdır devam eden yazı dizisi bu sayımızda son bulmaktadır. Onu yazıya almak, kaleme dökmek ne mümkün! O ki Allah-u Teâlâ’nın müstesnâ sevgililerindendir. O ki yeryüzüne nâdiren gelenlerdendir. O ki Hâtem-i veli’yi haber vermiş, vefâtından yaklaşık yirmi sene sonra mânevî terbiyesine alıp, bizzat ilgileneceği Zât’ı vâsıta edinerek, Allah-u Teâlâ’ya sığınmış ve şöyle bir temennide bulunmuştu:
“İhtimal ki kusurlarımı eslâfımdan (geçmiş büyüklerimden) veyahut ahlâfımdan (gelecek neslimizden) bir Zât-i kirâm’a bağışlar.” (Mektûbat, 73. Mektup)
Bu yazı dizisinin bu kadar uzun sürmesine, onlara karşı duyduğum derin muhabbetim vesile oldu. Bir türlü sonuca bağlayamadım. Yine onların himmeti olacak ki, durup dururken mevzular ortaya çıktı. Bu durumdan dostlarım da memnun oluyorlar, kesilmesini istemiyorlardı.
Onlarla ilgili birkaç rüyâ meyanında 70’li yıllarda hiç unutamadığım bir rüyâmı nakletmeden geçemeyeceğim. Bir baktım ki on metre kadar ileride Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh-Hazretleri bulunuyor. Heyecanla: “Aa... Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh-Hazretleri!” dedim. O anda gözümün önünde nur gibi parlayan bir el belirdi. Belirmesiyle birlikte göğsümün içine girmesi ve kalbimi avucuna alarak hafifçe sıkması bir oldu. O anda rüyâdan uyanmış oluyorum, fakat rüyâ devam ediyor. Mürşid-i Pâk-i Nihâd’ımı gördüm ve rüyâmı anlattım. “İşinizi üzerlerine almışlar.” buyurdu, uyandım. Gerçekten de o günlerde bazı sıkıntılarım vardı, öyle bir yoluna girdi ki, unutmak mümkün değil!
Yine o yıllarda eserlerini temin etmeyi çok arzu ediyordum, fakat bu mümkün olmadı. Bir İstanbul ziyaretimde Sahaflar çarşısına gittim, bütün kitapçılara sormama rağmen bulamadım. En son girdiğim dükkanda bir genç vardı, yaşlıca bir kimse de köşede namaz kılıyordu. Oraya da sordum. Genç: “Babam namazını kılsın ona soralım.” dedi. Adam selâm verdi, eliyle beklememi işaret etti. Namazını tamamladıktan sonra: “Geçenlerde dükkânda düzenleme yaparken kitapların arasında bu Osmanlıca Kenzü’l-İrfân çıktı.” dedi ve kitabı takdim etti. “Bu onların himmeti.” dedim, öyle sevindim ki! O zamanlar Düzce İstanbul on lira idi, o benden sekiz lira aldı, seve seve verdim.
İkinci bir mutluluğum da şöyle oldu. Yine o yıllarda bir yaz günü köydeki evimizdeydim. Halam gelmiş, bahçeye geçmiş, bana sesleniyordu. Bahçeye çıktım, halamın elini öptüm. Yerdeki bir bohçayı göstererek: “İçinde eski kitaplar var, işine yararsa al.” dedi. Otların içindeki bohçayı açtım, bir de ne göreyim? Osmanlıca “Mektûbat” değil mi?Kaptığım gibi öptüm, kokladım ve halama sarıldım. “Allah râzı olsun hala!” dedim. Hayatımda unutamadığım bir sahne. Kitabı bağrıma basarak, koşarcasına tekrar eve çıktım. Halam arkamdan: “Diğerlerine de bak, daha var!” diyordu, onu hiç duymuyordum bile. Sayfalarını karıştırdım. Heyecanım geçince halamın yine sesi kulağıma geldi. “Bunlara da bak!” diyordu. Tekrar bahçeye çıktım. Bir de ne göreyim? “Risale-i Es’adiyye”, onun altında “Kenzü’l-İrfân”, onun altında “Divan-ı Es’ad” ve “Tevhid Risâlesi”... Başka Osmanlıca kitaplar da vardı, onlara hiç bakmadım zaten. Halama tekrar sarıldım. Bu da ayrı bir mutluluk oldu.
Kocası emekli olunca halamlar Bolu’da büyük cami civarında ahşap bir ev kiraladılar. Temizlik yaparken bu kitaplar tahta dolabın üst bölümlerinden çıkmış, o da bize getirmiş. Ev sahibinin deyişine göre yıllar önce bu evde yaşlı bir karı-koca kalmışlar. Adam sofi imiş, beş vakit namazını camide kılarmış, tesbih hiç elinden düşmezmiş. Ondan kaldığını tahmin ediyorlar.
Biz yıllar yılı ondan hep onu duyduk ve onun muhabbetiyle büyüdük. Yüksek tahsil esnasında dört yıl boyunca hemen hemen her hafta oradaydık. Sohbetlerimizi onun muhabbeti ile süsledik, çocuklarımıza onun ismini koyduk.
Geçtiğimiz yıllarda Kozyatağı’nda restore edilen köşkünün önünden geçerken duyduğum heyecan kaleme gelmez!
Gönül sultanımızın muhabbetiyle bizi ihyâ eden Rabb’imize sonsuz şükranlarımızı arzederiz.
Hazret, Kelâmî Dergâh’ındaki görevinin yanı sıra zaman zaman Selimiye Dergâhı’na da giderek irşad faaliyetlerini tekkelerin kapatıldığı 1925 yılına kadar sürdürdü. Tekkeler kapatıldıktan sonra inzivâya çekildiği Erenköy’deki evinde sürekli polis nezâreti altında tutuldu, hiçbir zaman kanunlara karşı aykırı bir hâli görülmedi.
O günlerde oğlu bir gün kendisine şöyle söyledi:
“Babacığım! Ben havayı beğenmiyorum! Etrafımızda uğursuz gölgeler dolaşıyor! Evimiz ve sokağımız devamlı tarassut altında... Bir tedbir alalım!... Meselâ, köşkteki kalabalığı dağıtalım, onları memleketlerine gönderelim! Biz de göz önünden silinelim!”
Şeyh Es'ad Efendi, mahzun bir tebessümle diyor ki:
“Allah'ın takdiri neyse o olacaktır! Bana öyle geliyor ki, ok yaydan çıkmış ve hakkımızda karar alınmıştır. Yani tedbir zamanı geçmiştir!”
Misafirlerden bir kısmını geldikleri yerlere gönderip tevekkülle bekliyorlar...
Menemen hadisesi ile ilgili olduğu iddiâ edilerek oğlu Mehmet Ali efendi ile birlikte Menemen’e götürülüp idam talebiyle yargılandı. Hakkında verilen idam cezası yaşlılık sebebiyle müebbet hapse çevrildi.
Menemen hadisesi ile ilgili olarak tevkif edilip bir yıl hapis cezasıyla kurtulan, o zaman elli yaşlarında bulunan esnaftan bir şahıs Necip Fazıl Kısakürek’e kelimesi kelimesine aynen şunları anlatmıştır:
"– Ben o zaman kurabiye yapar ve satardım. Geçimim bu yüzdendi. Geceleri dışarı çıkmak âdetim değildi. Zaten çıkacak vakit bulamazdım. Gece yoğurduğum hamuru sabaha karşı kurabiye yapar ve sonra fırına götürerek pişirirdim. Menemen olayının ertesi günü, yani 24 Aralık sabahı yine fırına gitmiştim. O sırada mahalle berberi yanıma geldi ve bana, bizim mahalle divanelerinin, Menemen'de büyük bir hadise çıkardığını, bir zabit kestiğini ve askerle çatıştığını söyledi. Ben şaşırdım. O gün akşama doğru mahallenin bellibaşlı adamlarının, muhtarından ayakkabıcısına kadar hepsini polislerin götürdüğünü duyduk. Herkes telâş ve her an (beni de alıp götürürler) korkusu içinde... Daha bazılarını götürdüler, 25 Aralık günü sabahleyin evimin kapısı çalındı, iki polis beni alarak Malta karakolu’na götürdüler. Burada kısa bir sorgudan sonra evimi aramaları için geri döndük. Yanımdaki polisin ismi... Tamam, hatırladım (Ahmed Nuri)... Evi aradılar, taradılar, bir şey bulamadılar. Yalnız Ahmed Nuri, sanki bir cinayet belgesi bulmuş gibi, her müslümanın evinde var olması gereken 'Envâr-ül Âşıkin' adlı kitabı buldu ve "Bu yeter, bu insana her şeyi yaptırır!" dedi. Beni oradan alıp Balık Pazarı karakolu’na götürdüler, orada hapsettiler. Ertesi gün diğer arkadaşlarla beraber Divan-ı Harb’in huzuruna çıktık. Reis Mustafa Muğlalı bana diğer zanlıları göstererek, "Bunları tanıyor musun?" dedi. "Aynı mahallede oturuyoruz, bazılarını şahsen tanırım, bazılarını da karşıdan görmüşlüğüm vardır. Zaten çoğu akranım değildir." dedim. Reis, birden mevzuu değiştirerek bana şu suali sordu: "Sakalı ne zaman ve neden bıraktın?"... "Ben 50'yi aşkın bir insanım, sakal Hazret-i Peygamber’in sünnet-i seniyesidir. Hükümet zaten sakalı yasak etmemiştir." cevabını verdim. Ve bana şu anda hatırlayamadığım birçok sual daha sordu. O gün Paşaköylü İsmail ile beraber bizi üç dört defa mahkeme huzuruna çıkardılar. Bir gün hapishanede ikindi namazını kılmış, toplu hâlde oturuyorduk. Bir ara gardiyan geldi: Tok bir sesle "Hiç kıpırdamayın, sadece ismini okuyacaklarım eşyası ile beraber dışarı çıksın! Sakın pencereden dışarı bakmayın, yoksa ateş edilir!" dedi. Bunun akabinde elindeki bir kâğıdı okumaya başladı. O gün iki üç posta halinde tam 33 kişiyi götürdüler. Ben askerlikte jandarmaydım, bu numaraları bilirdim, pencereden bakayım dedim. Hiç unutmam, Hacı Hilmi Efendi "Sakın ha!" dedi; "Ateş ederler, bakma!" Buna rağmen başımı pencereye doğru uzattım ve dışarısını gözlemeye başladım. Aşağıdaki manzara şöyle idi: Koğuşun önü birçok arabayla dolu... Her çıkanın neyi varsa hepsini aldılar, ellerini arkadan bağlayarak arabalara bindirdiler ve götürdüler. Ben, gidenlerin yüzde yüz öldürüleceğini anlamış, mahzun düşünürken, koğuşun kapısı açıldı, içeri giren gardiyan "Arkadaşlarınız başka hapishaneye nakledildi, rahat durun!" dedi."
Şahit 87'lik (8 yıl önce) nuranî ihtiyar devam ediyor ve lâfı, bizim:
- Asılanların nerede ipe çekildiklerini biliyor musunuz?
Sualimize getiriyor:
"– Evet! Menemen istasyonunun yanında, şimdiki Kubilay Okulu’nun yanında, kışlada... Onları Ramazan ayında Kadir gecesine iki gün kala, oruçlu olarak astılar! Biz, âkıbetimiz ne olacak diye düşünürken 33 kişinin idamından bir gün sonra koğuşun tam karşısına 33 ip, 33 sehpa, 33 gömlek!"
– Bu işi takibe memur olanlar arasında hiçbir vicdan ve insaf şahlanması gösteren olmadı mı?
Muhatabımız, gözlerinden inen iki damla yaş, cevap verdi:
"– Nasıl olmaz! Fakat emre karşı gelebilmek ne mümkün!.. Bakın, size korkunç bir misal. Bir duruşma sırasında Menemen Örfi İdare Kumandanı Paşa, şöyle haykırdı: "Bunların hepsi, kömürcü, fırıncı, ayakkabıcı, kahveci çırağı... Bunlar mı inkilâbı yıkacak, devirecek?.."
– Daha başka hatıralarınız?
"– Meselâ: İsmini hatırlayamayacağım bir hocayı, inanmazsınız ta Sarıkamış'tan getirdiler. Bu zât mahkemede şöyle bağırıyordu. "Ben Sarıkamış'lıyım, Menemen'in Türkiye'nin neresinde olduğunu dahi bilmem! Bu halde olayla ne ilgim bulunabilir? Bu hocayı tam 7 seneye mahkûm ettiler!"
– Şeyh Esad Efendi ile hiç konuştuğunuz oldu mu?
"– Hayır! O devamlı hastahanede kaldı ve orada öldü. Yalnız oğluyla aynı koğuştaydık; zaman zaman konuşurduk. Faziletli bir insandı."
– Hüküm giydikten sonra cezanızı Menemen’de mi çektiniz?
"– Hayır! Bizi tam Kadir gecesi, yani 1931 yılının Şubat ayında Ankara'ya gönderdiler, cezamı orada tamamladım."
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh-Hazretlerimiz’e mahkeme sıralarında birisi geliyor. “Efendim müjde, yaşınız sebebiyle sizi asamayacaklar.” diyor.
O zaman buyuruyor ki:
“Allah-u Teâlâ’dan bize mensup olanları bağışlamasını dilemiştim, Allah-u Teâlâ bağışladı, bizim artık işimiz kalmadı gidiyoruz.”
Mevlâ’ya sonsuz şükürler olsun ki onlara bu merhameti ve şefkati bahşetmiş. Onların affını kendi hayatlarına tercih etmişler. Onların toprakları merhametle yoğrulmuş.
Vefatına yakın şunları söylemiştir:
“İntisâbımın ilk yıllarında gönlüme: ‘Yâ Rabb’i! Huzur-u ilâhî’ne çıplak olarak geleyim. Şâyân-ı kabul amelim varsa onları günahkâr kullarına bağışlayayım.’ şeklinde bir duygu gelmişti. Şimdi aynı duygularla doluyum.”
Askeri hastanede üremiden tedavi gördüğü sırada seksen dört yaşında üç Mart’ı dört Mart’a bağlayan gece 1931 yılında vefat etti. Zehirlenerek öldüğü yolunda iddiâlar ortaya atılmıştır.
“Ne mümkün bunca âteşle şehid-i aşkı gasleylemek.” mısrası da kendisinin şehit olacağını sezip önceden haber vermesi şeklinde bir keramet olarak değerlendirilmektedir.
Cenazesi âilesine verilmeyerek resmi makamlar tarafından Menemen’e defnedildi. Mezarının bulunduğu arsa üzerinde 1962-1963 yıllarında bir cami yaptırıldı.