Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
MAKALE - Küfürden İmana Kaçış - Ömer Öngüt
Küfürden İmana Kaçış
MAKALE
Misafir Yazar
1 Ağustos 2002

 

Küfürden İmana Kaçış

 

Halil İbrahim Emre


(Geçen sayının devamı):

Lut kavmide Allah-u Teâlâ’nın erkekler için yarattığı kadınlarla birleşmek yerine, erkeklere meylediyorlardı. Bu çirkin livâta olayı ile şöhret yapmışlar ve bu onların simgesi olmuştu. Böylece küfre düşen azgın kavmi ıslaha yanaşmayınca Lût Aleyhisselâm küfrü terk edip imana kaçtı. Elçi melekler Lût Aleyhisselâm’ın âilesini ve inananları alarak derhal şehri terketmesinin gerektiğini söylediler. Allah-u Teâlâ onlara önce korkunç bir ses duyurmuş sonra memleketlerinin üstünü altına getirmiş daha sonra üzerlerine taşlar yağdırmıştır. Koca bir şehir dağıyla taşıyla, canlısıyla cansızıyla ve haneleriyle gökyüzüne kaldırmış sonra ters çevirerek üstünü altına getirmiş, üzerilerine sert taşlar yağdırmıştır.

Lût Aleyhisselâm’ın karısı da iman etmediği için o da imansızlarla helâk olmuştur.

Âyet-i kerime’de:

“Tanyeri ağarırken o korkunç çığlık onları yakalayıverdi.

Şehirlerinin üstünü altına getirdik. Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık.” buyuruluyor. (Hicr: 73-74)

Yusuf Aleyhisselâm, Züleyhanın isteklerine karşı gelmiş, Allah-u Teâlâ’nın haram kıldığı, nefsin temayül gösterdiği bir suç ve günahı işlemektense günahsız olarak zindanda kalmayı tercih etmiş, Allah-u Teâlâ’ya sığınarak yardımını dilemiştir:

Âyet-i kerime’de:

“Ey Rabb’im! Zindan benim için, bunların isteklerini yapmaktan daha sevimlidir. Eğer tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan, onlara meyleder ve cahillerden olurum.” (Yusuf: 33)

Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm mağaraya sığınmış, imtihan ve iptilâsını ora da tamamlamış.

Şuayb Aleyhisselâm’ın Medyen kavmi de ölçü ve tartıda hile, kendi yonttukları kaya ve taşlara tapmaları sonucu onlarada azap, korkunç bir ses ve yer sarsıntısı şeklinde geldi ve Medyenlileri yerle bir etti. Allah-u Teâlâ Şuayb Aleyhisselâm ve müminleri nezdinden bir rahmetle kurtardı. Çünkü onlar imanı tercih etmişlerdi.

Âyet-i kerime’de:

“Zulmedenleri o korkunç ses yakaladı.” (Hûd: 94)

Musa Aleyhisselâm’da Firavun’u ve kavmini imana çok dâvet etti fakat iman etmediler. Azap emri gelince Allah-u Teâlâ Firavun’un elinden inananları alıp göç etmesini ve son derece tedbirli olmasını emretti.

“Kullarımı geceleyin götür, çünkü takip edileceksiniz.” (Duhân: 23)

Bu ilâhi emir üzerine gizli gizli hazırlıklara başladılar. Bir gece ay ışığında yola çıktılar. Sabah olduğunda onlardan Mısır’da hiç kimse kalmamıştı. Durumu öğrenen Firavun muhteşem bir ordu ile peşlerine düştü ve Mısır’dan çıktılar bu onların son çıkışları oldu. Karşılaştıklarında İsrailoğullarının arkasında Firavun ve ordusu, önlerinde aşılmaz bir deniz vardı.

Cenâb-ı Hakk Musa Aleyhisselâm’a vahyetti:

“Âsânı denize vur!...” (Şuarâ: 63)

O da âsâsını denize vurdu.

“Deniz hemen yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibi oldu.” (Şuarâ: 63)

İsrailoğulları ve Musa Aleyhisselâm hiç endişeye kapılmadan denizin ortasında yoldan yürüyüp gittiler.

Firavun ve ordusuda arkalarından hemen takip ettiler. Ortaya geldiklerinde Kızıldeniz yavaş yavaş ikiye katlanarak korkunç bir şekilde birbirine kavuştu. İsrailoğulları’nın gözleri önünde hepsi denizde boğuldular.

Firavun boğulacağını anlayınca:

“İsrailoğulları’nın inandığı Allah’dan başka ilâh olmadığına inandım. Artık ben de Müslümanlardanım.” dedi. (Yunus: 90)

Ona:

“Şimdi mi inandın? Oysa daha önce başkaldırmış, bozgunculuk etmiştin.” denildi. (Yunus: 91)

Allah-u Teâlâ bu ölüm anındaki imanını kabul etmedi, böylece küfürden imana kaçan Musa Aleyhisselâm ve İsrailoğulları dünya saâdetine, ahiret selâmetine kavuşmuş oldular.

Yunus Aleyhisselâm’ın kavmi de sapıklık içnide idiler. Azap emri gelmesine rağmen sapıklıktan vazgeçmeleri ve iman etmeleri sebebiyle azap emrini kaldırmış, onlar da helâktan dönen kavim olarak Kur’an-ı kerim’de zikredilmişlerdi.

Yunus Aleyhisselâm’ın kendilerini şiddetli bir azapla tehdit edip ortadan kaybolması, Ninova halkını büyük bir korku ve telâşa düşürmüştü. Peygamberlerinin kesinlikle yalan söylemediğini bildikleri için aralarından aniden ayrılınca azabın geleceğini kesinlikle anladılar. Hele kendilerine tanınan müddet yaklaştıkça büsbütün huzursuz oldular. İman etmek için Yunus Aleyhisselâm’ı ne kadar aradılarsa da bulamadılar.

Verilen haberin gerçekleşmesinin yakın olduğunu sezen büyük bir azapla karşılaşacaklarını anlayan halk gafletten uyandı. Yaptıklarına bin pişman oldular. Putlarını terk etmekle işe başladılar. Aralarındaki her türlü haksızlığa son verdiler, birbirleri ile helalleştiler. Kadın erkek, genç ihtiyar herkes aç ve susuz olarak, üstlerinde eski elbiselerle derhal şehrin dışına çıktılar. Geniş ve yüksekçe bir yerde toplanarak gönülden Allah-u Teâlâ’ya yöneldiler. Niyetlerini düzelttiler. İmansızlıklarından, yaptıkları isyan ve tuğyandan dolayı âlemlerin Rabb’inin huzurunda alçaldılar. Hazin hazin ağlaşmaya, başlarına toz toprak saçmaya, seslerini yükselterek yalvarmaya, duâ ve niyazda bulunmaya, tevbe etmeye başladılar. “Yunus’un getirdiklerine iman ettik.” dediler. İnsanların ve hayvanların iniltileri birbirine karışıyor, feryat ve figânları arşa yükseliyordu.

Onların bu tevbeleri ihlâs ve samimiyet üzere olduğu için, merhamet-i ilâhîyi celbe vesile oldu, rahmeti ile tecellî etti, Allah-u Teâlâ duâlarını ve tevbelerini kabul buyurdu. Başlarının üzerine gece karanlığı gibi çöken hor ve hakir azabı üzerlerinden kaldırdı.

Yunus Aleyhisselâm’ın kavmi dışında; inkâr ettikleri yoldan çıktıkları halde, başlarına gelecek azabın belirtilerini görünce tevbe etmiş ve affedilmiş, azaptan kıl payı kurtulmuş bir kavim yoktur.

Nitekim Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:

“(Azap geleceği vakitte) iman edip de imanı kendisine fayda sağlayan bir memleket halkı varsa, şüphesiz ki Yunus’un kavmidir.

İman ettiklerinde kendilerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırdık ve onları bir süre daha bu dünyada faydalandırdık.” (Yunus: 98)

İsa Aleyhisselâm imanla Romalılar’ın esareti altında zillet içinde yaşayan İsrailoğulları’nı da Hakk’a dâvet etmesine rağmen, dâvete icabet etmediler. İsa Aleyhisselâm elinden o kadar parlak mucizeler görmelerine rağmen küfür ve isyanlarında inat ettiler. Yahya Aleyhisselâm gibi İsa Aleyhisselâm’ı da öldürmeye karar verdiler. İçlerinden birini inanmış gibi göstererek havarîlerin arasına soktular. Toplandıkları yeri ve zamanı öğrenip baskın yapacaklardı. Hazret-i Allah küfürden imana kaçanları ayrı ayrı lütuflarla çeşitli şekillerde korumuş ve kurtarmıştır.

Allah-u Teâlâ kulu ve Resul’ü İsa Aleyhisselâm’a vahiyle durumu haber verdi:

“O vakit Allah şöyle buyurdu: Ey İsa! Ben seni eceline yetireceğim ve seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden tertemiz ayıracağım, sana tâbi olanları kıyamet gününe kadar inkâr edenlerin üstünde tutacağım. Sonra da dönüşünüz bana olacak.

İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.

İnkâr edip kâfir olanları, dünyada da ahirette de şiddetli bir azaba çarptıracağım. Onların hiç yardımcıları da olmayacak.” (Âl-i imrân: 55-56)

Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’ı İdris Aleyhisselâm gibi göğe kaldırdı, onlara ruhsat vermedi. Casus olarak gönderdikleri münâfığı İsâ Aleyhisselâm zannederek yakaladılar ve astılar.

Âyet-i kerime’de:

“Bir de inkâr etmelerinden, Meryem’in üzerine büyük bir iftira atmalarından ve ‘Allah’ın Resul’ü Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük!’ demelerinden ötürü...

Halbuki onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat onlara, benzer gösterildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler. Bu hususta bir bilgileri yoktur, sadece zanna uyuyorlar. Kesin olarak onu öldürmediler.

Bilâkis, Allah onu kendi katına yükseltti. Allah güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” buyuruluyor. (Nisâ: 156-157-158)

Seyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdât Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm İslâm’a dâvetiyle başlayan müşriklerin düşmanlığı İslâm’ın yayılması ve müslümanların sayılarının artmasıyla daha da çoğaldı. Bunun üzerine de Allah-u Teâlâ güven içinde nerede kulluk yapılabilecekse müslümanların oraya göç etmelerini teşvik etmiştir.

Âyet-i kerime’de şöye buyuruluyor:

“Ey iman eden kullarım! Benim arzım geniştir. O halde (nerede güven içinde olacaksanız oraya gidip) yalnız bana kulluk edin.” (Ankebût: 56)

Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm, müslümanları topladı ve Habeşistan’a birinci hicret olan miladi 615 yılında:

“Elinizden gelirse Habeşistan’a hicret ediniz! Oranın bir kralı vardır, himayesinde kimseye zulmetmez, orası doğru ve emin bir yerdir. Allah, içinde bulunduğunuz sıkıntılardan bir çıkış yolu açıncaya kadar orada kalın.” buyurdu.

Nübüvvetin 5. yılında Recep ayında; on biri erkek dördü kadın olmak üzere onbeş müslüman gizlice Mekke’den ayrılarak Kızıldeniz kıyısında bir gemi ile Habeşistan’a hicret ettiler.

İkinci Habeşistan’a hicret ise miladi 616 yılında olmuştur.

Müslümanlara yapılan işkence ve zulümler gittikçe daha da artıyordu. Resulullah Aleyhisselâm mazlum müslümanların tekrar Habeşistan’a gitmelerinin uygun olacağını tavsiye etti. İkinci hicrette ise Habeşistan’a onu kadın, doksan iki müslüman fırsat buldukça zaman zaman hicret ederek dinlerini ve hayatlarını emniyet altına aldılar.

Hazret-i Osman -radiyallahu anh-: “Siz de oralara gelmiş olsanız, Habeşliler’in ehl-i kitap oldukları için dâvetinize hemen icabet ederler, müslüman olmaları umulur ve bize yardım ederler.” dedi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise şu cevabı verdi:

“Ben rahat aramaya vazifeli değilim. Bu hususta da Allah-u Teâlâ’nın emrini beklerim. Ne emrederse ona göre hareket ederim.”

Habeşistan’a ikinci hicret ilk hicretten bir kaç ay sonra olmuştur. Bu ikinci hicretten sonra Mekke âdeta mâteme büründü. Çünkü hemen hemen her evden bir veya bir kaç kişi âilesini terk ederek bir yabancı diyâra sığınmıştı. Bu âilelerin en değerli fertleri dinlerini korumak için câhiliyeden kaçarak inançlarıyla birlikte hicret ediyorlar. Küfürden imana kaçıyorlardı.

Allah-u Teâlâ nihayet Resul-ü Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine İsrâ suresi 80. Âyet-i kerime’si ile hicret emrini verdi ve bu hususta şöyle buyurdu:

“Resul’üm! De ki: Ey Rabb’im! Beni koyacağın yere sıdk ile hoşnutlukla koy, çıkaracağın yerden de sıdk ile hoşnutlukla çıkar.” (İsrâ: 80)

Kuvvet Hakk’tan gelecek ki, o destekle düşmanların kuvvetleri ve heybetleri bertaraf edilsin.

Bu Âyet-i kerime ile Resulullah Aleyhisselâm’ın Mekke’den sıdk-u selâmet ile çıkıp hicret edebileceği gibi, sıdk-u selâmet ile Medine’ye kavuşacağı haber veriliyor.

Resulullah Aleyhisselâm Kuba’dan Medine’ye hareket etmek istediği zaman dedesi Abdülmuttalib’in dayıları olan Neccar oğulları’na haber gönderdi. Onlar da kılıçlarını kuşanarak geldiler. Cuma günü güneş yükselince devesi Kasvâ’ya bindi. Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- arkasında, Neccar oğulları’nın yiğitleri de sağ ve sollarında olduğu halde on dört gün kadar kaldığı Kuba’dan bir Cuma günü Medine’ye doğru hareket etti. Salim bir Avf oğulları mahallesinin bulunduğu Rânuna vâdisine geldiklerinde Cuma namazı vakti girdi. Resulullah Aleyhisselâm orada arka arkaya iki hutbe okuyarak Medine’de ilk Cuma namazını kıldırdı.

İlk hutbede Allah-u Teâlâ’ya lâyık olduğu şekilde hamd ve senâ ettikten sonra yüz kişilik cemaate hitaben şöyle buyurdu:

“Ey insanlar!

Sağlığınızda ahiret için tedarik görünüz. Bilesiniz ki kıyamet gününde herkes sorumludur. Herkes çobansız bıraktığı koyunundan sorumlu tutulacaktır. Sonra Rabb’iniz tercümansız ve vasıtasız olarak bizzat buyuracak ki ‘Sana benim Peygamber’im gelip de emirlerimi bildirmedi mi? Ben sana mal vermiş, ihsanda bulunmuştum, sen kendin için ne getirdin?’ Bu soru ile karşılaşan insan, sağına soluna bakacak, bir şey göremeyecek. Önüne bakacak cehennemi görecek. Öyleyse yarım hurma ile de olsa iyilik yaparak, kendisini ateşten korumaya gücü yeten, bunu yapsın. Onu da bulamazsa, bari güzel sözle kendisini kurtarsın. Zira bir iyiliğe on katından yedi yüz katına kadar sevap verilir.

Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun!”

Resulullah Aleyhisselâm bir süre sonra ikinci hutbeye kalkıp şöyle buyurdular:

“Hamd Allah’a mahsustur, O’na hamdeder, O’ndan yardım dileriz. Nefislerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah’a sığınırız. Allah’ın hidayet ettiğini kimse saptıramaz, O’nun saptırdığına da kimse hidayet edip doğru yola koyamaz.

Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim. O birdir, ortağı ve benzeri yoktur.

Sözlerin en güzeli Allah’ın Kitabı’dır. Allah kimin kalbini Kur’an’la ziynetleştirirse, onu kâfir iken İslâm’a dahil eder. O da Kur’an’ı diğer sözlere tercih etmez, işte o kimse felâh bulur. Doğrusu Allah’ın Kitabı, sözlerin en güzeli ve en beliğidir. Allah’ın sevdiğini seviniz, Allah’ı can ve gönülden seviniz. Allah’ın kelâmından ve zikrinden usanmayınız. Allah’ın kelâmından kalbinize bir katılık gelmesin. Çünkü Allah’ın kelâmı her şeyin en güzelini, en iyisini ayırıp seçer. Amellerin hayırlısını ve kulların güzidesi olan Peygamberleri ve kıssaların iyisini anlatır. Helâl ve haramı beyan eder.

Siz ancak Allah’a ibadet ediniz ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmayınız. O’ndan hakkıyla sakınınız.

Hayırlı işler işleyiniz ve bu iyi işleri diliniz ile doğrulayınız. Aranızda Allah’ın kelâmı ile birbirinizi seviniz. İyi biliniz ki Allah, ahdini bozanlara, sözünde durmayanlara gazab eder.

Allah’ın selâmı üzerinize olsun.”

Resulullah Aleyhisselâm Cuma namazını kıldıktan sonra devesine bindi ve yularını boynuna doladı, Medine’ye teveccüh etti.

Yanında Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- çevresinde Neccar oğulları’nın yiğitleri olduğu halde şehre girdiler.

Allah-u Teâlâ kendine iman eden, küfürden her zaman imana kaçan has kullarını bizzat hıfz-u himayesine almış onları dünya saâdetine, ahiret selâmetine erdirmiştir.

Küfürden imana kaçanlara bir ibret kıssası olarak Kur’an-ı kerim de Ashâb-ı kehf’i göstermiştir.

İsa Aleyhisselâm zamanından sonra Tarsus’ta Dakyanus isminde zâlim bir kral halkı putlara tapmaya zorluyor, inanan kişileri işkencelerle yıldırmaya ve vazgeçirmeye çalışıyordu. Bu durumu gören bir grup şuurlu genç çok üzüldüler. Zâlim krala maddeten karşı koymak imkânları mevcut olmadığından dinlerini ve inançlarını baskıdan kurtarmak ve korumak için, küfürden imana kaçmak için şehri terk ettiler ve bir mağaraya sığındılar. Yangın alevi gibi etrafı sarmış olan küfür fitnesinden kaçıp kurtuldular. Allah-u Teâlâ onlara bir uyku verdi ve üç yüz dokuz sene hiçbir şeyin farkına varmadan uyuyup kaldılar.

Sonra Allah-u Teâlâ onları uyandırdı. Onlar bir gün veya daha az uyuduklarını zannettiler.

Allah-u Teâlâ bu küfürden imana kaçan şuurlu gençlere ne kadar değer vermiş ki Kur’an-ı kerim’de hususiyetle onları zikretmiştir.

Ashâb-ı Kehf yani mağara arkadaşları adı verilen bu iman kahramanı gençlerin hikâyesini beyan ederek beşeriyete duyurmuş ve azamet-i ilâhi karşısında bu hadisenin pek de şaşılacak birşey olmadığını haber vermiştir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurmuştur:

“Resul’üm! Yoksa sen Ashâb-ı Kehf’i ve Rakîm’i, bizim şaşılacak âyet (mucize)lerimizden mi sandın?” (Kehf: 9)

Bu fazilet ve meziyete nâil olmalarının sebebi; iman edip müslüman olmaları, imanlarını korumak için küfürden kaçmaları ve Hazret-i Allah’a sığınmalarıdır.