İsa Aleyhisselâm, Allah-u Teâlâ’nın İsrâiloğulları’na gönderdiği ve mucizevî bir şekilde doğmuş bir peygamberidir. Kudsî ruhla desteklenmiştir ve Allah-u Teâlâ’nın bir kelimesidir. Kendisinden önce Musa Aleyhisselâm’a verilen Tevrat’ı tasdik etmekle birlikte, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmek üzere gelmiş, muhataplarını Allah-u Teâlâ’nın kulluğuna yönelmeye teşvik etmiştir. Allah-u Teâlâ’nın mütevazi ve seçkin kullarından birisi ve peygamberidir.
Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’ın gerçek kişiliğini Âyet-i kerime’sinde şöyle beyan buyurmaktadır:
“Meryemoğlu İsa’ya açık mucizeler verdik.” (Bakara: 87 ve 253)
Allah-u Teâlâ onun mucizelerini, onun üstünlüğünün ve derecelerinin farklılığına sebep göstermiştir.
“Ve onu kudsî ruh ile destekledik.” (Bakara: 87 ve 253)
•
Gerek Âyet-i kerime’lerde, gerekse Hadis-i şerif’lerde; hayat menkıbesi anlatılan ulül-azm peygamberlerden birisi de İsa Aleyhisselâm’dır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“İnsanlar arasında Meryem oğlu İsa’ya dünyada ve ahirette en yakın olan benim. Bütün peygamberler kardeştir, bir babanın ayrı kadınlardan doğmuş evlâtları gibidir. Dinleri birdir.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1403)
Allah-u Teâlâ tâ Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren gelip geçen muhtelif nesiller arasında, risalet ve nübüvvetle vazifelendireceği kullarını seçmiş, lütfettiği fazilet ve meziyetlerle derecelerini yüceltmiştir.
Geçmiş ümmetler içinde gerçekten Allah-u Teâlâ’yı seven, Allah-u Teâlâ’nın da kendilerini sevdiği ve içlerinden peygamberler, sıddıklar, sâlihler çıkardığı kimseler bulunduğuna dair Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Allah Âdem’i, Nuh’u, İbrahim âilesini ve İmran âilesini, birbirinden gelen bir zürriyet olarak âlemlere tercih etmiş, üstün kılmıştır. Allah işiten ve bilendir.” (Âl-i imrân: 33-34)
Âdem Aleyhisselâm ile Nuh Aleyhisselâm Âyet-i kerime’de birer fert olarak geçmekle beraber; Hazret-i İbrahim ve İmran âilesi ise birer âile olarak geçmektedir.
Âyet-i kerime’de ayrıca peygamberlerin birbirinin zürriyetinden oldukları beyan ediliyor. Her ne kadar bütün insanlar nesep itibarı ile Âdem Aleyhisselâm’a ve Nuh Aleyhisselâm’a dayanıyorsa da, Allah-u Teâlâ’nın seçtiği ve sevdiği kimseler aynı zürriyette birleşmektedirler.
Tufandan sonra Nuh Aleyhisselâm’ın zürriyetinden birçok peygamberler gönderilmiş olmasına rağmen, zamanla çeşitli yerlere dağılan nesiller arasında putperestlik gelişip yayılmıştı. Allah-u Teâlâ kendisine dost edindiği seçkin kullarından olan İbrahim Aleyhisselâm’ı göndermiş ve onu yine peygamber olarak; oğulları İsmail Aleyhisselâm, İshak Aleyhisselâm, torunu Yakup Aleyhisselâm ve diğer torunlar takip etmiştir.
İmran âilesi; İbrahim Aleyhisselâm’ın oğlu İshak Aleyhisselâm, onun da oğlu Yakup Aleyhisselâm’ın neslinden gelmektedir. Yakup Aleyhisselâm’ın lâkâbı İsrâil olup, İsa Aleyhisselâm İsrâiloğulları peygamberlerinin sonuncusudur. Peygamberlik ise İbrahim Aleyhisselâm’ın diğer oğlu İsmail Aleyhisselâm’ın neslinden gelen Muhammed Aleyhisselâm’la sona ermiştir.
Gerek İbrahim âilesi gerekse İmran âilesi, her ikisi de birbirinden gelen tek bir zürriyettir.
•
Hazret-i Meryem’in babası İmran, İsrâiloğulları’nın ileri gelenlerinden ve âlimlerinden bir kimse idi. Zekeriya peygamberle İmran, iki kız kardeşle evli idiler. Karısı Hanne yaşlanmaya başlamış, fakat Zekeriya Aleyhisselâm’ın hanımı olan kız kardeşi gibi bir çocuk sahibi olamamıştı. Allah-u Teâlâ’ya sığınarak kendisine bir çocuk bağışlaması için hulûs-u niyetle, huşû içinde niyazda bulundu. Allah-u Teâlâ duâsını kabul etti. Hanne hamile kaldığını hissedince çok sevindi. Bu büyük lütuf karşısında bir şükran ifadesi olarak, doğacak olan çocuğu Beyt-i Makdis’in hizmetine adadı.
Ve şöyle duâ etti:
“Ey Rabb’im! Karnımda olanı azatlı bir kul olarak sırf sana (hizmet etmek üzere) adadım, bunu benden kabul buyur. Şüphesiz ki işiten ve bilen ancak sensin.” (Âl-i imrân: 35)
O devirde adanarak bağışlanan bir çocuk mescidin hizmetlerini görür, erginlik çağına kadar ara vermeden bu hizmetine devam ederdi. Büluğa erdikten sonra serbest bırakılır; isterse ölünceye kadar orada kalır, dilerse çekip giderdi. Kız çocuğunu adama âdeti hiç yoktu.
Nihayet gün geldi, Hanne adağının kabulünü Allah-u Teâlâ’dan beklerken, ümidinin aksine bir kız çocuğu dünyaya getirdi.
Bu hususta Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onu doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu bilip dururken: ‘Ey Rabb’im! Ben kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu da soyunu da kovulmuş şeytanın şerrinden sana ısmarlıyorum.’ dedi.” (Âl-i imrân: 36)
Çocuğunu, gaybları bilen Rabb’ine emanet etmesinden maksadı, O’ndan korumasını istemesidir.
Allah-u Teâlâ onun bu duâsını kabul buyurmuş, hem kızını, hem de kızından olan torununu şeytanın şer ve desiselerinden emin kılmıştır.
Zekeriya Aleyhisselâm Hazret-i Meryem’in bakımını üzerine aldı ve zevcesine teslim etti. Kısa bir zaman sonra Hanne vefat etmiş, Hazret-i Meryem teyzesinin kucağında büyümüştür. Kendisini idare edecek bir yaşa gelince Zekeriya Aleyhisselâm Hazret-i Meryem için mescidin içinde onun kalacağı bir oda yaptırdı. Mihrap denilen bu odaya bir merdivenle çıkılıyor, oraya kendisinden başka kimse girmiyordu.
Hazret-i Meryem orada gece gündüz ibadet ediyor, mâbedin hizmetleri ile ilgili üzerine düşeni yapıyordu. Zekeriya Aleyhisselâm’ın gözetimi altında kısa zamanda olgunlaştı, hâl ve takvâda, güzel ahlâkta numune oldu.
Böylece Hanne’nin duâsı hüsn-ü kabul görmüştü:
“Rabb’i ona güzel bir kabul ile karşılık verdi, onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi ve Zekeriya’nın himayesine bıraktı.” (Âl-i imrân: 37)
Hazret-i Meryem işte böyle bir ruhaniyetle doğmuş ve böyle bir mihrapta Allah katından hususi nâiliyet ile yetiştirilmişti. Küçük ve kız olmasına, mescide hizmet edebilme gücü olmamasına rağmen onu kabul etti.
Zekeriya Aleyhisselâm Hazret-i Meryem’in yanına her girişinde kendisinin getirmediği, o bölgede o mevsimde yetişmeyen çeşit çeşit taze meyveler görürdü.
Bu husus Âyet-i kerime’de şöyle beyan ediliyor:
“Zekeriya onun yanına mâbede her girişinde yanında bir rızık bulur ve: ‘Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?’ derdi. O da ‘Allah tarafından!’ derdi. Çünkü Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır.” (Âl-i imrân: 37)
Hazret-i Meryem bütün kötülüklerden müberra idi. Gönlünü o derece Allah-u Teâlâ’ya vermişti ki, melekler kendisine hitap etmeye, müjdeler vermeye başlamıştı:
“Melekler demişti ki;
Ey Meryem! Allah seni seçti, tertemiz kıldı ve seni âlemlerin kadınlarına üstün kıldı.” (Âl-i imrân: 42)
Ki, babasız asil bir çocuğu dünyaya getirme hususunda Allah’ın kudretinin tecelligâhı olasın. Böyle bir şeref âlemlerde hiçbir kadına nasip olmamıştır.
“Ey Meryem! Rabb’ine gönülden boyun eğ, secde et, rüku edenlerle birlikte rüku et.” (Âl-i imrân: 43)
Rabb’i tarafından seçilip yüceltilen bir insanın hiç şüphesiz ki şükran-ı nimette bulunması gerekir. Bu ise O’na karşı kulluğunu yerine getirmesiyle mümkün olur.
“Ey Meryem! Allah seni kendisinden bir kelime ile müjdeliyor.” (Âl-i imrân: 45)
Kâinata bakıldığı zaman, gözden gönüle geçip duygu tesiri altında az-çok bir mânâ telkin eden varlıklar birer kelimedirler. İsa Aleyhisselâm da bunlardan biridir. Yaratılışı bilinen âdetin dışındadır. Ona “Ol!” diyecek, o da hemen oluverecek.
“Adı Meryem oğlu İsa Mesih’dir.” (Âl-i imrân: 45)
Allah-u Teâlâ müjdelediği çocuğun adını belirlemiş ve ona: “İsa Mesih” demiştir. Müminlerin kendisini bilip andıkları ismi budur. Mesih onun lâkabıdır ki, “Mübarek” mânâsına gelir. Mesih de hakikatte bir Kelime’dir, bu tabirin içinde birçok gizlilikler mevcuttur.
“Dünyada da ahirette de itibarlı ve Allah’ın kendisine yakın kıldıklarındandır.” (Âl-i imrân: 45)
Onun dünyadaki yüceliği, peygamberliğinin şerefi ve müminlerin kalplerinde kazanacağı mevki, onlardan göreceği büyük saygıdır. Öyle ki dünyada hiçbir hükümdar onun sahip olduğu bu makamı elde edememiştir. Ahiretteki yüceliği ise mukarreblerden, Allah-u Teâlâ’nın kendisine yakın kıldığı kullarındandır. Onun gibi daha nice mukarreb kullar vardır.
“İnsanlarla beşikte iken de yetişkin iken de konuşacak.” (Âl-i imrân: 46)
Hem çocukken hem de yetişkin haldeyken tıpkı bir peygamber gibi insanlara hitap edecektir. Şüphesiz ki bu da en büyük mucizelerden birisidir. Onu böyle mükemmel bir insan tanımak lâzımdır.
“Ve sâlihlerden olacak.” (Âl-i imrân: 46)