İslâm nâmına ortaya çıkıp, dinimizin aslına uymayan şeyleri söyleyenler geçmişte olduğu gibi, günümüzde de mevcuttur.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü?”(Casiye: 23)
Bir kimse, hükmü Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif ile sabit olan bir hususta kendi arzusuna göre ayrı bir hüküm ortaya koyarsa nefsini ilâh edinmiş olur. Artık o, din-i İslâm’dan sıyrılmış, kendi dinini kurmuş, kalbi mühürlenmiş, dalâlet batağına saplanmış, şeytana arkadaş olmuştur.
Bir diğer Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
İlâhı nefsi olanın, Allah ve Resulü ile ne ilgisi kalır? Artık onun için helâl-haram mefhumu ortadan kalkar. Din-i İslâm’ı aslından çıkarmak, hurafelerle doldurmak, kendi arzu ve çıkarlarına bakmak ister. Nefsini ilâh edindiği için Allah-u Teâlâ’nın hükümleri yerine kendi arzularını hükm-ü ilâhi yerine koymaya çalışır. Artık o bir din kurucu, bir deccal, bir ateşe çağıran imam olmuştur. Ona tâbi olanlar da Allah ve Resul’ünün hükmünü bırakıp, onun nefsinin hükmünü kabul ettiğinden dolayı onu ilâh kabul etmiş olur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Biz onları ateşe çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü asla yardım görmezler.” (Kasas: 41)
Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:
“Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım.” (Müslim)
“Ümmetimden yalancılar, deccaller vücuda gelir.” buyuruyorlar. (Münâvî)
Bunlardan bir tanesi memleketimizin dâr-ül harp olduğunu ve fâizin helâl olduğunu söylemiş, kendi dinini ilân etmiş, ona tâbi olanları küfre kaydırmıştır.
Onlar kirli gaye ve amaçlarına ulaşmak için her şeyi mübah görmüşler, Dâr-ül harp maskesinin altında fâizin helâl olduğunu söylemişler, fâiz kapılarını açmışlar, imanı zayıf olanların hepsini o kapıdan dışarı çıkarmışlardır.
Dâr-ül harp diyerek bütün millete küfür damgası vurmuşlar, bir taraftan memleketimizin İslâm olmadığını savunarak haram olan fâizi helâl kabul etmişler, bir taraftan dükkân dükkân, ev ev gezerek halka, mahsulünün öşürünü vermelerinin gerektiğini telkin etmişler, fakirin hakkı olan zekâtı gasbetmişler, bu milleti ahmak yerine koymuşlardır. Çünkü zekât da, öşür de müslümanlardan alınır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez.”(Yunus: 36)
Öncelikle dâr-ül İslâm nedir, dâr-ül harp nedir, bunun ayırımını yapmak lâzımdır.
Dâr-ül İslâm, müslümanların eli altında, hakimiyetleri dâiresinde bulunan, emniyet içinde yaşayarak dini vazifelerini korkusuzca yapmaya muktedir oldukları yerlerdir.
Dâr-ül Harp ise müslümanlar ile aralarında barış ve antlaşma bulunmayan gayr-i müslimlerin hakimiyetleri altında bulunan yerlerdir.
İmâm-ı Âzam (r. aleyh) Hazretleri’ne göre bir dâr-ül İslâm’ın dâr-ül harbe dönüşmesi için üç şartın tahakkuk etmesi gerekmektedir:
1- Dâr-ül harbe bitişik olmalıdır.
2- İçerisinde şirk hükümleri uygulanmalıdır.
3- İçinde evvelki eman ile emin bir müslüman veya zimmî kalmamış olmalıdır. (Evvelki emandan maksat, müslüman için İslâmiyet’i yaşama emniyeti, zimmî için de can ve mal emniyet ve selâmetidir.)
Yani ülkede bir müslüman veya zimmînin bulunması, küfrün tam hakimiyet kurmadığına delildir.
İmâm-ı Âzam (r.aleyh) Hazretleri’nin prensibi şudur:
“Asl’ın eserlerinden bir şey bâki kaldıkça hüküm ona aittir, ârız olana (sonradan meydana gelene) değil.”
Dolayısıyla, ülke temelde dâr-ül İslâm iken, orada bir müslüman veya zimmî kalınca, aslın eserlerinden birisi mevcut demektir, dolayısıyla da bu ilk hüküm devam eder, yani İslâm eserlerinden bir eser kaldıkça bu yer dâr-ül İslâm kalır. Bir kişi için eman ve ismet (can ve mal dokunulmazlığı) dâr-ül İslâm ile sabit olduğuna ve bu eser mevcut bulunduğuna göre, delillerin çatışması durumunda, “İslâmiyet daima âli ve gâliptir, mağlup olmaz.” (Buhârî) Hadis-i şerif’i gereğince o yer dâr-ül İslâm olarak kalmaya devam eder. Orada can emniyetine sahip bir müslüman veya zimmînin bulunması, daha önce olduğu üzere, o yerde dâr-ül İslâm’dan bir hükmün mevcut olduğunu gösterir. Bu da oranın dâr-ül harp hükmüne geçmesine mânidir. (Radiyuddin es-Serahsi, el-Mebsût - Cessâs, el-Fetâvâ’l-Velvâliciyye)
Örneğin Almanya, hükümet erkânının ve milletin ekserisinin gayr-i müslim olması ve de asıl olarak küfür üzere gelen bir toplum olması hasebiyle küfür diyarıdır. Bugün içerisinde binlerce müslüman Türk işçisinin çalışmasına rağmen orası İslâm diyarı değildir.
Aynı şekilde Osmanlı Devleti gibi asırlarca İslâm’ın müdafiliğini yapmış bir asıldan gelen, nüfusunun yüzde doksandokuzu müslüman olan memleketimize “dâr-ül harp” demek ise büyük bir sapmışlıktır. Bunu söyleyenler, kendi kurdukları bâtıl dinlerine göre hüküm vermişlerdir.
“Sual: O halde memleketimiz dâr-ül İslâm mıdır?
Cevap: Dâr-ül İslâm denilebilmesi için, ilâhi hükümlerle hükmetmek şarttır. Bir hükümet erkanı bu hükümleri değiştirmeye ve azınlıkta olan küfürü savunanları kaldırmaya gücü yetmezse dâr-ül İslâm’dır denilemez. O halde nedir? Dâr-ül harptir denilemediği gibi dâr-ül İslâm’dır da denilemez.
Ohalde ne yapmamız lâzım? Bunu bizzat Allah ve Resul’ünden öğrenelim.
Bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyuruluyor:
“Ben Allah’ım! Benden başka ilâh yoktur. Sizi idare edenlerin sahibi ve Meliklerin melikiyim. Onların kalpleri benim kudret elimdedir.
Eğer kullar bana itaat ederlerse, ben de onları onlara rahmet kılarım, merhamet ve şefkatle muamele ederler. Yok eğer kullar bana isyan ederlerse; ben de onları onlara belâ ederim. Kalplerini kin ve gazapla onlara çeviririm. En kötü azap ile azap ederler.
Binaenaleyh sizi idare edenlere karşı sövmekle bedduâ etmekle meşgul olmayınız. Fakat nefislerinizi beni zikretmekle, bana duâ ve tazarru ile meşgul ediniz. Böylece ben de onların hakkından gelirim, sizi onların şerrinden korurum.”(Mişkât’ül-Mesabih: 3721)” (Ömer ÖNGÜT, İslâm İlmihali sh: 404-405)
Fâizin haram oluşu hem Âyet-i kerime, hem Hadis-i şerif ile sabittir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“Fâizi yemeyiniz!” (Âl-i imran: 130)
“Allah alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır.”(Bakara: 275)
“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu bilin.” buyuruyor. (Bakara: 279)
Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Allah fâiz yiyeni, yedireni, şahitlerini ve kâtibini lânetlemiştir.” (Tirmizi)
“Fâiz yiyenlerle zekât vermeyenleri cehennem ateşi ile müjdele.”(Münâvî)
“Ebu Hüreyre (r.anh)’den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Fâiz yetmiş çeşit günaha sebeptir. Bunların en hafifi, kişinin anası ile zinâ etmesi gibidir.” (İbn-i Mâce: 2274)
Size bir temsil arzedelim:
Bir baba oğlu ile Hacc’a giderken bir handa kalıyorlar. O gece baba vefat ediyor. Oğlu bir bakıyor ki ceset hınzır sûretine dönüşmüş, o kadar müteessir oluyor ki, o üzüntü ile kendinden geçtiği bir anda kapının açıldığını, içeriye nûranî bir zâtın girdiğini görüyor.
Gelen o zât, babasının örtüsünü açıyor ve eliyle meshediyor. Elinin meshettiği yerler hem nur oluyor, hem de sıfatı değişiyor. Genç hayretle “Siz kimsiniz ki, beni bu kadar sıkıntılı bir anda kurtardınız?” diye sorduğunda “Ben âhir zaman peygamberiyim. Babanın bu hâle düştüğünü melekler bana haber verdi. Ben de Allah-u Teâlâ’dan ona şefaat etmem için izin istedim, bana o izni verdi. Çünkü baban her gece yüz salâvât-ı şerife getirmeden yatağına girmezdi. Bu hâle dönüşü de fâiz yüzündendi.”
Fâiz deyince bir şey daha ilâve edeceğim. Bir gün Manisa’dayım. Bir zât bir şeyler söylemek istiyor, fakat çekiniyor. Bunu anlar gibi oldum. “Buyurun” dedim. “Ben” dedi. “Mühim rüyâ gördüm, annemle zinâ halinde imişim.” “Fâizle iş yapıyor musunuz?” dedik. “Tüccarım” dedi. Bu budur.
Bir noktayı daha ilâve edeyim. Bir gün Giresun’dan bir zât geldi. “Ben o bölgenin tüccarıyım, yirmiiki-yirmiüç milyarla iş yapıyorum, buna rağmen sıkıntıdayım. Duydum, bunun hikmetini sormak için geldim.”dedi. “Fâizle iş yapıyor musunuz?” “Yapıyorum” dedi. Manisa’daki durumu ona arzettik, “Aynı rüyayı ben de gördüm.” dedi.
İşte efendiler fâiz budur. İstediğiniz kadar alın.
İşte kardeşler, Hazret-i Allah’a dönmemiz için bu son bir fırsattır.
Hiçbir fâizcinin bu domuz şekline dönmeyeceği hayalinize bile gelmesin!
Âhirete de bu şekilde intikal edecek. İşte fâizcilerin âkıbeti budur.” (Ömer ÖNGÜT, Süleymancıların İçyüzü, sh: 301-302)