Allah-u Teâlâ Zülkarneyn kulundan haber vermeye devam ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Sonra yine bir yol tutup gitti.” (Kehf: 92)
Bu, batı ile doğu arasındaki üçüncü seferi idi. Daha önceki iki seferinde sebeplere tevessül ettiği gibi, bu üçüncü seferinde de tevessül etmişti.
Şimdi de kuzeye doğru yürüyordu. Yol boyunca çeşitli kavimlerle temas kurdu, birçok hükümdarlara boyun eğdirdi. İlâhi işaret istikametinde seyr-ü seferine devam etti, nihayet çok ibtidâî ve âciz bir kavimle karşılaştı.
Bu hususta Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“En sonunda iki dağın arasına ulaştığında, onların önünde öyle bir kavme rastladı ki, hemen hemen hiç bir sözü anlamıyorlardı.” (Kehf: 93)
İnsanlardan uzak ve ibtidâi bir kavim oldukları için, zihinleri basit anlayışları kıt idi. Onlarla anlaşabilmek çok zordu, ifadeleri de yetersizdi.
Zülkarneyn Aleyhisselâm’a her şeyden bir sebep verilmemiş olsaydı; onlara söz anlatamayacak, onlar da dertlerini ve meramlarını dile getiremeyeceklerdi.
Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın güçlü bir hükümdar, yardımsever ve iyiliksever bir insan olduğunu, maiyetinde bulunanların da onun gibi olduklarını görünce, kendileri için bu iki dağın arasına bir sed yapıvermesini istediler.
Çünkü o havalide Ye’cüc ve Me’cüc adında iki barbar kabile vardı. İki dağ arasındaki bu geçitten geçerek, yakınlarda bulunan komşu memleketlere saldırırlardı. Güçleri yettiği memleketleri tahrip ederler, halkına eziyet yaparlar, karşı çıkanları öldürürlerdi. Yeşillik adına hiçbir şey bırakmaz, hayvanlarına yedirirler; halkın hasılatını ve mallarını çalıp çırparak memleketlerine çekip giderlerdi. Öldürdükleri insanların etlerini yiyecek kadar vahşi ve barbar idiler.
Buraların halkının onlara karşı koyup engel olabilecek güçleri yoktu. Böyle olmakla beraber kendilerine destek olununca bir şeyler yapabilecek durumda idiler.
Ye’cüc ve Me’cüc tâifesinin tecavüzlerinden korunmak için Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın güç ve kuvvetinden istifade etmek istediler.
Bu hususta Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Dediler ki:
‘Ey Zülkarneyn! Doğrusu Ye’cüc ve Me’cüc bu memlekette bozgunculuk yapıp duruyorlar. Bizimle onların arasında bir sed yapman için sana biz bir vergi verelim mi?” (Kehf: 94)
Vergi, büyük ücret demektir. Bu belâdan kurtulmak için her türlü masrafı göze almışlardı. Aralarında mal toplayıp Zülkarneyn Aleyhisselâm’a vermek ve böylece kendileriyle o iki kavmin arasına bir sed çekmesini sağlamak istemişlerdi. Bunun için istirhamda bulundular.
Zülkarneyn Aleyhisselâm yeryüzünde bozgunculuğu yok etmek için sed yapmaya râzı oldu. Kendisine verecekleri malı ise reddetti.
Buyurdu ki:
“Rabb’imin beni içinde bulundurduğu kuvvet ve makam (sizin vereceğinizden) daha hayırlıdır.” (Kehf: 95)
Allah-u Teâlâ’nın kendisine sağladığı imkânlara, lütuf hazinesinden bahşettiği mülk ve iktidara bir şükür nişanesi olarak, onların vereceği mala ve ücrete tenezzül etmedi.
Onların bu sed hakkındaki isteklerini ziyadesiyle kabul eden Zülkarneyn Aleyhisselâm, onlar için sedden daha büyük ve muhkem bir duvar yapmaya karar verdi.
Bunun üzerine onlardan da imkânları ölçüsünde kendisine fiilen yardımcı olmalarını; sanat erbabı, insan gücü, inşaat âletleri gibi şeyleri sağlamalarını istedi:
“Siz bana kuvvetle yardım edin de sizinle onlar arasına aşılmaz sağlam bir sed yapayım.” dedi. (Kehf: 95)
Halk bu işe çok sevindi. Bu samimi beyanını çoşku ile karşıladılar. Ne isterlerse yapacaklarını, ne derse yerine getireceklerini söylediler.
Zülkarneyn Aleyhisselâm hemen harekete geçti. Yapılacak seddin edevâtını hazırlamalarını emretti:
“Bana demir kütleleri getirin!” buyurdu. (Kehf: 96)
Böylece inşaata başlanmış oldu. Önce temel kazıldı. Âlet-edevat getirildi. Tedarik edilen demir kütleleri ile genişliğine ve yüksekliğine iki dağın arası dolduruldu. Yığılan maddeler aşağı yukarı iki dağın hizasına gelmişti. Zülkarneyn Aleyhisselâm yığının tutuşturulması ve etrafa kurulmuş olan körüklerle her taraftan üfürülmesi için emir verdi.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Nihayet bunlar iki dağın arasını doldurup aynı seviyeye gelince ‘körükleyin!’ dedi.” (Kehf: 96)
Yığın tutuşturuldu. Aralara konan odunların yanması ve körüklenmesi ile o demir yığınları kızararak kor haline geldi.
Daha sonra seddin sağlamlaşması için üzerine erimiş bakır döktürerek tek parça haline getirdi.
Bu hususta Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Sonunda o demirleri kor haline getirdiğinde ‘Getirin şimdi bana, üzerine erimiş bakır dökeyim!’ dedi.” (Kehf: 96)
Onu da yaptılar. Böylece demirle bakırın birbirine karışması ile pek büyük ve sağlam bir kale duvarı vücuda gelmiş oldu.
Demir kütlelerinden bir dağ ördürüp de, tutuşturup körükleyerek hepsini bir ateş haline getirdikten sonra üzerine erimiş bakır dökmek, şüphesiz ki müthiş bir iştir. Yirminci yüzyılda çok ilerlemiş olan bilim ve teknik imkânlarıyla bile yapılmasını tasarlamak zordur.
Bu seddi Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın bir mucizesi olarak değerlendirmekle birlikte, sanatın gelecekteki yükselme imkânına bir işaret olarak görmek de mümkündür.
İki dağ arasında inşâ edilen bu sağlam duvar sâyesinde Ye’cüc ve Me’cüc’ün saldırı noktası kapanmış oldu. Bir daha komşuları olan memleketlere gidip de ezâ ve cefâ yapamaz oldular. Böylece o ibtidâî kavim rahat bir nefes aldılar.
Ye’cüc ve Me’cüc ne onun üstüne çıkmaya ne de delmeye kadir olamadılar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Artık onu ne aşabildiler, ne de delip geçebildiler.” (Kehf: 97)
Halbuki ne yüksek dağlar aşılmış, ne güçlü istihkâmlar delinmişti. Bu ise sıradan bir sed değil, Zülkarneyn Aleyhisselâm gibi bir zâtın inşâsına muvaffak olduğu muazzam bir harika idi.