Hakikat Yayıncılık - Muhterem Ömer Öngüt’ün Eserleri | Hakikat Dergisi | Hakikat Medya | Hakikat Kırtasiye
Arama Yap
KISAS-I ENBİYA Aleyhimüsselâm - Hazret-i Zülkarneyn Aleyhisselâm (1) - Ömer Öngüt
Hazret-i Zülkarneyn Aleyhisselâm (1)
KISAS-I ENBİYA Aleyhimüsselâm
Dizi Yazı - Kısas-ı Enbiya
1 Nisan 2002

 

KISAS-I ENBİYA Aleyhimüsselâm

Hazret-i Zülkarneyn Aleyhisselâm (1)

 

Vahiy Kaynaklı Bilgiler:

Hangi asırda ve hangi kavme gönderildiğine dair kesin malumat bulunmayan Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın harikulâde kıssası Kuran-ı kerim’de haber verilmektedir:

“Resul’üm! Sana Zülkarneyn’den soruyorlar.

De ki: Size ondan bir hatıra anlatacağım.” (Kehf: 83)

Allah-u Teâlâ kendisine ilim ve hikmet, heybet ve satvet vermiş, yeryüzünde köklü bir hakimiyet kurmasını sağlamıştı.

Âyet-i kerime’sinde:

“Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve kudret sahibi kıldık.” buyuruyor. (Kehf: 84)

O aynı zamanda bir hükümdardı. Maddi ve mânevî kuvvete ve kudrete sahipti. Yeryüzünün doğusuna batısına, orta mıntıkalarına ordusu ile birlikte seyahatlar yapmıştı. Ulaştığı yerlerde halka Allah-u Teâlâ’nın dinini tebliğ etmiş, insanları Hakk’a kul olmaya ve ibadete çağırmış, ayak bastığı her yere hakim olmuştu. Kendisine itaat edenlere adaletle ve müsamaha ile davranıyor, şirklerinde devam etmek isteyenlerin burunlarını sürtüyordu. Kim karşı koyarsa mağlup oluyor, hükümdarlar önünde diz çöküyordu.

Bütün hükümdarların sahip olduğu temkin, ordu ve harp âletleri... gibi şeylerin hepsi de en mükemmel bir şekilde onda toplanmıştı.

Arzusuna nail olmak, hedeflediği gayesine ulaşmak için her türlü sebebi ve imkanı Allah-u Teâlâ ona bahşediyordu. Sebepsiz düzensiz hareket etmemekle beraber istediği her şeye bir sebep lütfediliyor, neye tutunsa oradan maksadına yol buluyor, muvaffak oluyordu.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Ve her şeyden ona bir sebep verdik, ona her şeyin yolunu öğrettik.” (Kehf: 84)

Hiç bir kimse onun görüşünde yanıldığını, fikrinde isabet etmediğini söyleyemedi.

Kiminle savaşırsa, o kavmin diliyle konuşur ve anlaşırdı.

Ordusunun öncü kuvvetinde Hızır Aleyhisselâm’ın müsteşar mevkiinde bulunduğu mervidir.

Allah-u Teâlâ ışığı ve karanlığı ona musahhar kılmıştı. Yürüdüğü zaman karanlık arkasını örter, ışık ise önünü aydınlatırdı.

Ona verilen bu ruhsatın alışılmışın dışında bir iktidar ruhsatı olduğu şüphesizdir.

Hazret-i Ali -radiyallahu anh-a Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın yeryüzünün doğularına ve batılarına varıncaya kadar ulaşmaya nasıl güç yetirebildiği sorulmuştu.

Buyurdu ki:

“Sübhanellah!.. Bulutlar ona yol aldırır, yollar ona düzeltilir, nurlar ona döşenip yayılır, kendisine gece ve gündüz bir olurdu.”

Zülkarneyn Aleyhisselâm güneşin doğuş ve batış noktalarına ulaştığı için bu isimle lâkaplanmıştır.

 

Batı Seferi:

Allah-u Teâlâ’nın her türlü fütühatı ve hakimiyeti müyesser kıldığı Zülkarneyn Aleyhisselâm, böyle ilâhi nimetlere ve mânevi desteğe nâil olunca bir sebeple batıya doğru yürüdü.

Âyet-i kerime’de:

“O da bir yol tutup gitti.” buyuruluyor. (Kehf: 85)

Dünyanın batı cephesinde gidilebilecek en son noktaya kadar vardı. Karanın bitip Atlas Okyanusunun başladığı yere ulaştı. Orada güneşin deniz ufkunda batışını seyretti. Allah-u Teâlâ’nın bu büyük lütfu karşısında, Atlas okyanusu olanca ihtişamına rağmen kendisine bir su gözesi kadar küçük geldi. Güneş, sislerle kaplı deniz ufkunda, sanki çamurla karışık bir su gözesine gömülü gibi görünmüştü.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca, onu kara balçıklı bir gözeye batar (görünümünde) buldu.” (Kehf: 86)

Ufuk çizgisi her yere göre değişir. Bu şekilde suyun üzerinden battığı gibi, kum denizlerinden ve dağların arkasından da batar.

Bu müşahedenin en ibret verici tarafı, sonunda bir noktada duracağı muhakkak olan dünyanın fâniliğini anlamaktır.

“Orada bir kavme rastladı.” (Kehf: 86)

Allah-u Teâlâ inkarcı olan bu kavme Zülkarneyn Aleyhisselâm’ı muzaffer kıldı.

Ayrıca:

“Ey Zülkarneyn! Onlara azap da edebilirsin, iyi muamelede de bulunabilirsin!” (Kehf: 86)

Buyurarak kendisini muhayyer bıraktı. İsterse onları esir alıp cezalandırabilirdi veya fidye alıp serbest bırakabilirdi. İdareyi onun eline vermişti.

O ise bu ilâhî emri alınca onlara nasıl muamele edeceğini net bir şekilde açıkladı:

“Her kim ki zulmederse onu cezalandıracağız, sonra o Rabb’ine döndürülür. O da ona görülmedik bir azab ile azab eder.” (Kehf: 87)

“Fakat her kim de iman edip sâlih amellerde bulunursa, ona da mükâfaat olarak en güzel bir karşılık vardır.” (Kehf: 88)

Böylece onlara iki yol göstermiş oluyordu. Cezalandırma veya bağışlama hususunda dilediğini yapmakta serbest bırakıldığı halde, yine de sebepsiz hareket etmedi. Cezayı zulmedenlere, mükâfatı da iman edip sâlih amel işleyenlere verdi. Bu salâhiyeti kötü yönde kullanmaya kalkışmadı, zira kendisinin de sonunda Rabb’ine döndürüleceğini ve huzur-u ilâhiye çıkacağını biliyordu.

Daha sonra onları heveslendirmek ve ısındırmak için şöyle buyurdu:

“Ona emrimizden kolayını da söyleyeceğiz.” (Kehf: 88)

Yani emirlerden kolay olanlarının, yapabilecekleri şeylerin teklif edileceğini, her hususta kolaylık gösterileceğini, gayet müsamahakâr davranılacağını, yapamayacakları zor şeyleri teklif etmeyeceklerini hatırlattı.

 

Doğu Seferi:

Zülkarneyn Aleyhisselâm batıdaki hayırlı icraatlarını yaptıktan sonra bir sebep takip etti. Batıda gurub eden güneşin doğuya dönmesi gibi, kendisine bahşedilen imkânları kullanarak batıdan doğuya giden bir yol peşine düştü:

Âyet-i kerime’de:

“Sonra yine bir yol tutup gitti.” buyuruluyor. (Kehf: 89)

Gide gide medeni hayatın sona erdiği, doğu mıntıkasındaki ufuk noktasının bulunduğu bir memlekete geldi.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca onu öyle bir kavim üzerine doğuyor buldu ki, onlara güneşin önünde bir siper yapmamıştık.” (Kehf: 90)

Burası açık bir arazi idi. Ne yüksek tepeler ne de ağaçlar vardı. Güneş doğduğunda, ziyasını doğrudan doğruya üzerlerine neşrediyordu.

Bu kavmin insanları güneşin ışığına ve ısısına karşı korunmak için elbise yapmasını, çadır kurup barınak inşa etmesini bilmiyorlardı. Hiç bir siper olmadığı için, hayatlarını güneşin kızgın harareti altında idame ettirmek mecburiyetinde idiler.

Hiç medeniyet görmemiş bu insanların bu çıplaklığı karşısında, Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın elinde o kadar çok sebepler ve imkânlar vardı ki, mahiyetini ancak Allah-u Teâlâ biliyordu.

Âyet-i kerime’sinde:

“İşte böylece onunla ilgili baştan başa her şeyden haberdar idik.” buyuruyor. (Kehf: 91)

Ona her şeyden sebep veren Allah-u Teâlâ, diğerlerini güneşin yakıcı ısısı ile karşı karşıya bırakmış, örtünme eşyası bile vermemişti. O dilediğini dilediğine bol bol verir, dilediğini dilediğinden çeker alır, hükmünde hikmet sahibidir.

Onları o şekilde gördüğü zaman Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın neler hissettiğini ve ne gibi icraatlar yaptığını da ancak Allah bilir.

Mağrib halkı gibi maşrık halkını da imana davet ettiği, irşada çalıştığı muhakkaktır.


  Önceki Sonraki