Türkiye’de “Batı”; üzerine birçok anlamlar yüklenen bir kavram haline gelmiştir, getirilmiştir. Bu kavramın ihtiva ettiği ideolojik boyut bütün diğer anlamlarını bastırmakta, dolayısı ile başta AB maceramız olmak üzere Batı ülkeleri ile olan ilişkilerimiz sağlıklı bir zeminde tartışılamamaktadır.
Bu sebeple “Batı” ile olan ilişkilerimizin “ideolojik” boyutunu tartışmak ve bunu doğru bir zemine oturtmak gerekmektedir.
Türkiye’de “Batı” öyle bir kavram haline getirilmiştir ki, zenginlik, adalet, insan hakları, medeniyet ve din gibi çok geniş sahaları kapsayan kavramları kucaklayan bir “üst kavram” olarak lanse edilmiş ve yıllar yılı dış destekli basın tarafından toplumun beynine bu şekilde enjekte edilmiştir. Böylece bu millet batı ülkelerinin sömürgeci, yayılmacı, faşist ve gizli yüzünü; bu ülkeleri bir atlama taşı olarak kullanan küresel gizli güçlerin gerçek niyetlerini göremez hâle getirilmiştir.
Avrupa Birliği’ni tartışmak dahi büyük zorluklara, siyasette ve toplumda büyük travmalara sebep olan bir olay haline gelmektedir. Zira bu tartışmalara niyet etmek dahi belleklere kazınmış bu gizli “din”e ihanettir.
“Batı” tanzimatçı zihniyet taraftarları eliyle ve Batı ülkeleri ile elbirliği içinde bu milletin “gizli din”i haline getirilmiştir. Bu sebeple bazı kalemler “Tanzimatçı” sıfatı ile “ihanet” sıfatını eş anlamlı olarak kullanmaktadırlar. Türkiye, Kurtuluş Savaşı yıllarında bu zihniyet ile de mücadele etmek zorunda kalmıştır. Ancak önüne hedef olarak “Batı Uygarlığını Geçmek”i koyduğu için tanzimatçı zihniyetin ipleri eline almasının önüne geçilememiştir. Zira hedefiniz “geçmek” olarak dile getirilse bile bu zımnen “Batı Medeniyeti”nin üstünlüğünü kabul etmek demektir. 20. yüzyılın başında bu hataya düşen Türkiye, yeni bir Kurtuluş Savaşı’nın yaşandığı 21. yüzyılın başında aynı hatayı tekrarlamamalıdır. Aynı hata tekrar edilirse öyle ya da böyle tanzimatçı zihniyet -en çok bir nesil sonra- iktidarda kalmaya devam edecek ve bu ülke en iyi ihtimalle “Yarı sömürge”-“Yarı Bağımsız” sıradan bir devlet olmaya devam edecektir.
“Batı”ya dinsel bir bağlılıkla sarılmış olmamıza rağmen AB’ye üye olmamız mümkün değildir. AB’nin bizi almamak için ekonomik, siyasi birçok nedeni olduğu gibi bizi üye yapmaya niyetleri olmadığını söylemek de kolayca mümkündür. Bu durumun ispatı için dört noktadan hareketle gerçekleri yansıtmaya çalışalım: Ekonomi, siyaset, nüfus ve din.
Ekonomik yetersizliklerimiz gün gibi ortada iken tartışmaların siyasi tavizler noktasında yürütülmesi maksatlı bir yaklaşımdır. Zira “Maastricht kriterleri” denen bir şey var. Buna göre AB’ye girebilmek için; Kamu borçlarının, GSMH'ye oranı AB üyelik koşulunda yüzde 60. 2001 itibariyle Türkiye'de bu oran yüzde 110. AB'ye üye olmak için enflasyon oranının, yıllık yüzde 1-1.5'i geçmemesi gerekir. Türkiye'de ise yüzde 90. Yine AB'ye üye olabilmek için kamu açıklarının GSMH'ye oranı yüzde 3'ü geçemez. Son dört yılda bu rakam, Türkiye'de yüzde 25 ve üzerine sıçradı. AB üyeliği için uzun vadeli faiz oranları en iyi üç AB üyesi ülkenin uyguladığı faizlerden en çok iki puan fazla olmalıdır. Türkiye ise bugün için dünyada en yüksek reel faizi uyguluyor. Ayrıca, üyelik için en az iki yıl devalüasyon yapmamış olmak aranır. Son iki yıldır sabit kur-dalgalı kur çelişkileri, büyük devalüasyonlar ve istikrarsızlık tablosu bu kriteri tutturmamızı da imkânsız kılmaktadır.
IMF politikaları (düşük kur, düşük enflasyon, yüksek faiz) sayesinde uluslararası tefeciler Türkiye’de %30 reel faiz kazanmaya devam ederken ve bu gidişin devam etmesi halinde yeni ve daha büyük bir kriz kapıya yanaşırken “İyi yoldasınız” türünden “gazlar” da devam ediyor.
Üstelik bu gerçekler ne AB tarafından ne de Türkiye’deki AB’ciler tarafından dile getirilmiyor. Türkiye’nin problemlerine çözüm getirmesi mümkün olmayan bir hükümete sınırsız destek her şeye rağmen devam ettiriliyor.
Bu böyle olduğu gibi AB Türkiye’nin üyeliği ile elde edebileceği ekonomik menfaatleri Gümrük Birliği anlaşması sayesinde fazlasıyla elde etmiştir. Üstelik tek taraflı olarak. Gümrük Birliği Anlaşmasında kendi aleyhimize birçok hüküm bulunmasına rağmen siyasi tavizler (Kıbrıs Rumları’nın aday olabilmesine izin vermek gibi) dahi verdik. Çok büyük kazık yedik. Bu kazığı yememizde yukarıda izah ettiğimiz “Batı”ya dinsel bir duyguyla bağlılığımızın payını kim inkâr edebilir?
Türkiye’nin en önemli problemi -AB’ye girelim veya girmeyelim- ekonomidir. Türkiye’nin öncelikli hedefi ekonomisini düzeltmek olmalıdır. Ülke çok büyük badireler geçirirken işi gücü bırakıp AB kapılarında yüz sürmemizin mantıklı hiçbir tarafı yoktur. Bu kadar büyük nüfusa sahip bir ülkeyi ekonomik problemlerini halletmeden içlerine almalarını beklemek hayalcilikten başka bir şey değildir.
Türkiye ekonomik, hukuki, idari kriterleri tam anlamıyla karşılamış olsa dahi önünde kabul etmek zorunda olduğu dayatmalar bulunmaktadır. Kıbrıs, Ege, Ermeni Soykırım İddiaları, Kürt Meselesi...
Kıbrıs meselesi çok kritik bir döneme girmiştir. AB dayatmalarını kabul ederek Kıbrıs’tan vazgeçecek olsak, bu sefer önümüze Ermeni Soykırımı dayatması gelecektir. Bildiğimiz gibi bu konuda Avrupa Parlamentosu ezici bir çoğunlukla yeni bir karar aldı. Bazıları Avrupa Parlamentosu’nu, karar verici organ olmadığı ve marjinal grupları barındırdığı gibi gerekçelerle hafife alarak olayın ciddiyetini kapatmaya çalışmaktadır. Ancak hem AB üyesi ulusal parlamentoların hem de Avrupa parlamentosunun aldığı ortak kararların üyelik aşamasında karşımıza çıkmayacağını iddia etmek Türkiye’yle dalga geçmektir. Yunanistan’ın AB’ni -büyük emek ve para sarfedilen- genişleme sürecini veto etmekle tehdit edebildiği düşünüldüğünde bizi ne gibi şeylerin beklediği daha kolay kavranacaktır.
Kürt meselesine gelince: Türkiye maalesef kendi temel unsurlarını dahi memnun edemeyen bir devlet. Ve ortada yedi düvelin para, silah ve vaadlerle yeşerttiği bir fitne var. Bütün bu unsurlara rağmen bizi bölemediklerini görmelerine, Kürtlerin bütün bir ülkeye hüsn-ü kabul ile yayılıp entegre olduğunu kendi ağızlarıyla itiraf etmelerine rağmen AB’nin iyi niyetinden kim söz edebilir? Terörün bu boyuta gelmesinde Batılı ülkelerin katkılarını kim inkâr edebilir? Kürt-Türk, kadın-çocuk ayırt etmeden katleden bir örgüte “terörist” diyemeyen Avrupa’nın kirli ellerini yıkamak için yarışanların gündemi belirlediği bir ülkedeyiz maalesef...
Diyelim Kıbrıs’ı Rum’a verdik, soykırımı kabul ettik ve “Vilayet-i sitte”yi Ermenistan’a teslim ettik, Apo’yu da serbest bırakıp parti lideri yaptık. Bizi AB’ye alırlar mı? “Belki”... Çünkü dile getirilmeyen ve halledilmesi gereken gizli kriterler var. Ekonomi uluslararası tekellere teslim edilmeli, yabancı şirketler yerli sermayenin yerine ikame edilmeli ve hepsinden önemlisi Türk ordusunun müdahale yeteneği ve karar alma organlarındaki etkisi sıfırlanmalıdır. Bütün bunları yaparsak “Büyük İhtimalle” bizi Avrupa Birliği’ne alırlar!
Azalan ve yaşlanan nüfus, çöken aile yapısı Batı ülkelerinin geleceğini tehdit eden en büyük parametrelerden birisidir.
Bu durumun da katkısıyla müslümanların bir tehdit olarak algılandığını, Avrupa nazarında Türkiye’nin potansiyel bir rakip olduğunu, genç ve hızla artan nüfusumuzu üst üste eklediğimizde başka bir gerçekle karşı karşıya kalırız.
Almanya'nın eski başbakanlarından Helmut Schmidt’in konuyla ilgili tesbitleri şöyle:
"Bütünleştirme hiçbir yerde başarılı olmadı, hele Almanya'da asla. Üstelik bir süre önce Müslüman göçmenlerin burada doğan ve büyüyen çocuklarının yurttaşlığa kabul edilmelerine rağmen. Gelecek açısından da artan göçmenlerin bütünleştirilmesi beklenmiyor."
"20 yıl önce bir Türk Başbakanı bana 20 milyon Türkü daha Almanya'ya göndermeye mecbur olacağını söylemişti. Ben de reddetmiştim. Gelecekte böyle kitlesel bir göç gerçekleşecek olsa, bunun sonucunda AB içinde en azından serbest dolaşımın kaldırılması gerekecektir. (...) Türkiye 35 yıl içinde 100 milyona çıkacak. Türkiye'nin 21. yüzyılın sonundaki nüfusunun ise, Almanlarla Fransızların toplamı kadar olacağı tahmin ediliyor. Türkiye'yi AB'ye almak isteyen kişinin, bu sayıyı aklında tutması gerekiyor."
İşte bu sebeple yukarıda bilinçli olarak “Belki”, “Büyük ihtimalle” gibi kelimelerle ifade etmeye çalıştığımız AB’ye giriş ihtimal katsayısını %100’e yaklaştırmak istiyorsak, yapacak bir şeyimiz daha var: “Bayrağımızdaki hilâli kaldırmak.”
“Topluluğun Avrupa dışı ülkelere, örneğin; Türkiye, Ukrayna ve Magrip ülkelerine doğru uzanmasının muhtemel etkilerini ve tehlikelerini de değerlendirmeliyiz” (Daha önce defalarca Türkiye'nin Avrupalılığını verdiği demeçler ve yaptığı konuşmalarla sorgulayan Fransa eski Cumhurbaşkanı Valery Giscard d'Estaing’in AB'nin geleceğini şekillendirecek olan AB Konvansiyonu'nun başkanlığına geçeceği belli olduktan sonra yaptığı bir konuşmadan.)
"Türkiye, Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya: Bunların hepsi büyük milletler ve AB'nin önemli ortaklarıdır; ancak hiçbiri genişleme için uygun birer aday değildirler. ...Türkiye'nin Avrupa kültür çevresi dışında kaldığına hiçbir kuşku yok."
"Binlerce yıllık bir süreç içinde benimsediğimiz ortak kültürümüz, Yunan, Roma ve Hıristiyanlık unsurlarından oluşuyor. Türkiye'nin Avrupa kültür çevresi dışında kaldığına hiçbir kuşku yok. Avrupa'nın devlet ve hükümet şefleri Türkiye'yi geleceğe dönük olarak aday üye diye niteliyorlarsa da, böylesi bir genişleme bana aldatıcı bir fikir olarak gözüküyor. ...Türkiye'nin AB'ye alınmasından vazgeçilmesini tavsiye etmek zorundayım. Avrupa kültüründen farkları, Rusya ve Ukrayna'nınkilerden çok daha fazla. Türkiye'yi AB'ye almak isteyen kişinin Mısır, Fas, Cezayir ya da Libya'nın olası başvurularını hangi gerekçelerle geri çevireceğini bilmesi gerekiyor." (Eski Almanya Başbakanlarından Helmut Schmidt)
"Türkiye aday üyelik statüsünü kaybedebilir. Türkiye bütün şartları yerine getirse bile, süreç illa Türkiye'nin AB üyeliğiyle noktalanmayabilir." (AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri Günter Verheugen)
Bazıları Helmut Schmidt’i şoven bir siyasetçi olarak görmek isteyebilir. Aslında Türkiye’ye karşı dürüst olduğu için kendisine teşekkür etmemiz gerekmektedir. Zira halıhazırdaki AB politikacılarının büyük ekseriyeti Schmidt gibi düşündüğü halde bizim “AB sevdamızı” emperyal emellerine alet ederek bizimle dalga geçmektedir.
Sıraladığımız tahlillerden sonra insanın “Restimizi çekip kendi işimize bakalım” diyesi geliyor. Ancak Kıbrıs meselesi büyük bir hızla silahlı bir çatışmaya doğru ilerlerken çıkar ve rekabetlerin dengelendiği bir dış politika icra edilmesi gerekiyor.
Avrupa Parlamentosu'nun 4 Ekim 2000'de kabul ettiği kararda şu tehditler sıralanmaktaydı:
“- Kıbrıs'ın en önemli toprakları 26 yıldır Türkiye tarafından işgal edilmiştir.
- Tampon Bölge'nin bir kısmını işgal eden Kıbrıs'taki Türk Birlikleri'nin yeniden savaş düzenine geçmesinden üzüntü duyulmaktadır.
- Avrupa Birliği, adanın askerden arındırılması için uluslararası güce katkıda bulunacak imkânlara sahiptir.”
AİHM’nin Loizidou davası ve -daha evvel tam üç sefer reddetmiş olduğu halde- Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Türkiye’yi suçlayıcı ve işgal kuveti gibi tanımlayan başvurusunu kabul eden kararları ile Türkiye’nin işgalci sıfatının hukukî kılıfları da hazırdır.
Bu karardan sonra Yunanistan Cumhurbaşkanı Stefanopulos aynen şöyle söylemişti:
“Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların diyalog yoluyla çözümlenmesi mümkün değildir.”
AP’nu aykırı kararlar alan sorumsuz bir kurum gibi takdim etmek isteyenler çeşitli AB ülkelerinin Kıbrıs özel temsilcileri (İngiltere’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Sir David Hannay gibi), raportörler ve hatta siyasi bir kurum gibi hareket eden AİHM kararları arasındaki eşgüdümü göremeyecek kadar kör müdür?
Kıbrıs Rum Kesimi bütün adanın temsilcisi olarak AB’ne alındığı zaman Türkiye AB toprağını işgal etmiş bir devlet pozisyonuna düşecektir. Yukarıdaki izahlarda da görüldüğü gibi bu garabetin AB nezdindeki hukuki ve siyasi altyapısı hazırlanmıştır. 2004 yılına kadar büyük ihtimalle dananın kuyruğu kopacaktır. Bu süreç içerisinde AB ile ipleri koparan taraf olmanın siyasi ve askerî, akabinde ekonomik riskleri vardır.
Ancak bu tarihe kadar ”Batı”ya dönük tek taraflı ideolojik bağımızı da koparmamız ve AB’nin “olmazsa olmaz” bir konu olmadığını halkımıza anlatmanın yollarını çoğaltmamız gerekmektedir.
Bu kaçınılmaz ayrılığı akıllı bir süreç ile lehimize çevirmenin yollarını açmamız gerekiyor.
Öncelikle zihnimizi “Batı” kelimesinde olduğu gibi kavramsal duvarların izolasyonundan kurtarmamız gerekiyor. Aksi takdirde ülkemizi sıçrama tahtasına oturtabilecek sağlıklı ve gerçekçi reçeteler üretemeyiz.
Bu kavramsal duvarlar özellikle iki sahada önümüzü tıkamaktadır: Ekonomi ve siyaset. Birçok yazar kendi ilkelerini bu kavramsal duvarlarla sınırladığı için koruyucu tedbirler alınması icap eden konularda ülkemize stratejik fikir katkıları yapamıyor ve hatta emperyal ülkelerin gayelerine uygun beyanatlar veriyorlar.
Batı’nın ekonomik, teknolojik ve diğer unsurlarını yakalayabilmek için bütün koruyucu tedbirleri kaldırmamız gerektiği yolundaki dayatmalar bir aldatmacadır.
Sermayenin çoğaldığı ve uluslararası tekellerin birçok devletin üzerinde etkinliğe ve güce sahip olduğu bir devirde yaşıyoruz. Ve bu güç sahipleri güçlerine güç katmak için sömürmekten, halkları fakirleştirmekten, savaşlar tertip edip bu yolla menfaat temin etmekten dolayı zerre kadar vicdan azabı taşımıyorlar.
Böyle bir ortamda sermayenin dolaşımını serbest bıraktığınız ve ulusal ekonominizi koruyan duvarları kaldırdığınız zaman ekonomik işgale uğramanız kaçınılmaz bir sondur. Dünyada serbest ticaret yoktur, ticaret savaşı vardır.
“ABD’de serbest piyasacı bir söylemle iktidara gelen Bush yönetimi, bugüne kadarki icraatıyla, bu söylemle çelişen bir uygulamalar dizisine imza attı. Piyasa ekonomisinin en iyi işlediği ülke olarak bilinen ABD’de son bir yıl içinde yaşananlar, devletin ekonomiye müdahalesinin ve korumacılık anlayışının hangi boyutlara varabildiğini gözler önüne serdi. Bush yönetimi önce cömert bir vergi indirimiyle ekonomiyi canlandırmak istedi. ABD Merkez Bankası (Federal Rezerv) faizleri 11 kez düşürerek ekonomiyi canlandırma çabalarına katkıda bulundu, 11 Eylül sonrasında mali sistemde bir çöküşü önlemek için muazzam bir likidite artışı sağlandı. Bush yönetimi 11 Eylül sonrasında sıkıntıya giren özel havayolu şirketlerini ayakta tutmak için 15 milyar dolarlık devlet desteği sağladı. Başkan Bush son olarak da, verimsizlik şampiyonu entegre demir - çelik sanayiini ayakta tutmak için yüzde 30’a varan ithalat vergileri koyarak dünyaya karşı bir gümrük duvarı ördü.
Sonbaharda yapılacak Kongre ara seçimlerinde demir - çelik sanayii çalışanlarının ve emeklilerinin desteğini sağlamak için alındığı anlaşılan bu karar, rekabet düzeni, piyasa ekonomisi ve serbest ticaret adına bize öğretilen tüm ilkelere aykırı. Demek ki gücü olan ilke ve kural tanımıyor, bildiğini okuyor; bizim gibi güçsüz olana ise "devleti ekonomiye karıştırma, verimsiz sektörleri tasfiye et, ticareti serbestleştir" diye şart koşuyor.” (Osman Ulagay, Milliyet, 11 Mart, “Güçlüyüm, kapitalistim, ilkesizim, korumacıyım” başlıklı yazısı)
Görüldüğü gibi en güçlü ekonomiye sahip ülkeler bile kendi menfaatleri yönünde korumacılık yapmaktan çekinmiyorlar. Siyasette de böyle. 11 Eylül hadisesinden sonra ABD’nin uygulamalarını gördük. Temyiz yolu kapalı, hiçbir hukukî standarta uymayan mahkemeler ihdas etmekten tutun, kanunsuz ve aylar süren gözaltılara kadar bir dizi olayın yaşandığı ülke bazılarının “Özgürlük ütopyası” olan ABD idi.
Avrupa ABD kadar işi büyütmedi ancak şuna emin olabiliriz ki, kendi düzenlerinin tehlikeye düştüğünü gördükleri an benzer uygulamaları Avrupa da yapacaktır.
İlkesel doğruluk diye kavramsal duvarların arkasında kalmak emperyal sömürgecilerin ekmeğine yağ sürmektir.
Güçlü bir devlet iken uygulanacak yöntemler başkadır, zayıf bir devlet iken uygulanacak yöntemler başkadır. Osmanlı Kanuni zamanında Fransa’ya kapitülasyona benzer imtiyazlar tanırken doğru bir kararla Avrupa güç dengelerini kendi lehine kullanmayı hedeflemişti. Ancak aynı kapitülasyonlar zayıf devirlerinde ülkenin yıkılmasının sebeplerinden birisi haline gelmişti. Yine güçlü zamanlarında yabancı unsurları devlet kademelerinde kullanarak küresel hakimiyetini pekiştiren Osmanlı, zayıf dönemlerinde bu yabancı unsurların hakimiyeti ele alması karşısında gerekli refleksi gösterememiş ve bu unsurların güçlü devletler için çalışan birer hain durumuna geldiklerini görememiştir. Yıkılmasının bir diğer sebebi de bu olmuştur. (Sultan Abdülaziz zamanında kurulan istihbarat teşkilatının başına bir Rum getirilmiştir.)
İhanet eden Ermenilerin sürgün edilmesi doğru bir karardır. Özellikle İstanbul’da yuvalanan ihaneti görememek ise bir hatadır. Bunu gören ve tedbir almaya çalışan bir padişah “Kızıl sultan”, “İstibdatçı” sıfatları ile yaftalanmış ve halen böyle takdim edilmektedir. Osmanlı’nın yüzyıllar boyu gelen hoşgörü ve serbestliğini değiştirilemez bir düstur zanneden Türkler dahi bu padişaha itiraz etmişlerdir.
Azınlıklara şefkat ve adalet ile yaklaşılması, bununla beraber ekonomi ve siyaset üzerindeki etkilerinin kontrol altında bulundurulması da bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor. Bu iki durum arasındaki ince dengeyi tesis etmek gerekiyor.
Buna bağlı olarak siyasette de koruyucu bir sistem uygulanması elzemdir. Siyasette tam serbestlik durumunda da, ekonomik gücü elinde bulunduran ülkelerin, küresel tekellerin ve bunların yerel uzantılarının önce siyasi partilerde sonra ülke yönetiminde söz sahibi olmasının önüne geçemezsiniz. Milli unsurların iktidar olamadığı bir seçim sistemini ne pahasına olursa olsun demokrasi adına savunanlar, yukarıda belirttiğimiz gibi zihinlerini kavramsal duvarlarla sınırlayan zavallılardır.
Yönetimde söz sahibi olmak isteyenleri yolun başında veto edebilecek ve menfaat ilişkilerini kökten kesecek bir işleyiş getirilmesi gerekmektedir.
“Kuzey Irak ve Kürt Meselesi”nde de benzer sorunlarla karşılaşmaktayız. “Kürtlerin iyiliğini istemiyor musunuz?” gibi masum bir sorunun arkasındaki tereddütlere gerek yoktur. Kuzey Irak’ta bir devlet kurulması demek, ikinci bir İsrail demektir. ABD (ve İsrail’le) savunma işbirliği anlaşmaları imzalamış böyle bir devlet Kürtlere değil emperyal sömürgecilere hizmet edecektir.
Ekonomi bir starateji ile yönlendirilmelidir. Özellikle ihracat alanlarımız çeşitlendirilmelidir. Bugün ticaret hacmimizin yarısından fazlası AB ülkeleri iledir. Bir gün -meselâ- Almanya ile Fransa savaştığı zaman ekonomimizin ne hâle düşeceği hesap edilmiş midir? Avrupa, Kuzey Amerika, Güney Amerika, Kuzey Afrika, Afrika, Orta Asya, Çin, Japonya, Güney Asya gibi coğrafi bölgeler tesbit edilip her bölgenin dış ticaretimizdeki ağırlığının dengelenmesinin yolları aranmalıdır, Avrupa ile ilişkilerimizin düzeyi bu dengedeki payı kadar olmalıdır.
Siyaset ve Ekonomi dünyamızda olduğu gibi fikir dünyamızda da gerçekçi değerlendirmeler yapmak zorundayız.
Giriş kısmında bahsettiğimiz gibi bu değerlendirmelerin en önemli halkası zihinlerdeki “Üstün Batı Medeniyeti” duvarının yıkılmasıdır. Bu konuda Temmuz 2001 tarihli dergimizdeki “Medeniyetler Savaşı ve Türkiye” başlıklı ve Aralık 2001 tarihli dergimizdeki “Batı Medeniyeti Çürük Bir Medeniyettir” başlıklı yazılarda daha geniş incelemeler yapılmakla beraber kısaca konuya değinmek gerekmektedir.
Ekonomik, teknolojik ve idari üstünlük Batı ülkelerindedir. Ancak bu, “medeniyet” demek değildir. Batı’daki medeniyet diğerlerini yokedici, yıkıcı, sömürücü bir emperyalizmin temsilcisidir, çürüktür, çürüklükleri gizlenmiştir. Dolayısı ile ulaşılması ve aşılması gereken bir medeniyet değil, -dünya halklarının mutluluğu, ahlakı ve selameti için- sindirilmesi gereken ve emperyal uzantıları budanması gereken bir medeniyettir. Ve hatta Batı insanları dahi özde ve hakiki bir medeniyete muhtaçtır. Bu ülkelerin cafcaflı zenginliğine rağmen bireysel sahada fertler büyük buhranlar yaşamaktadır. Çıkış yolu bulamayan insanlar fikri sapkınlığa ve cinsî sapıklığa yuvarlanmaktadır.
Biz ekonomik ve askeri zayıflığımıza rağmen bir zamanlar Batı’nın bugünkü seviyesinden daha medeni idik. Bu medeniyetimiz çok defa itiraf edilmiştir:
“İnsanları yükselten iki büyük meziyet vardır. Erkeğin cesur, kadının iffetli olması. Bu iki meziyetin yanıbaşında her iki cinsi, kadınla erkeği şereflendiren tek fazilet vardır: Vatana, icabında her şeyini fedâ edecek kadar bağlı olmak. Bu meziyetler ve bu fazilet en büyük kahramanlığı; hayatın elemine, kederine karşı fütursuz kalmayı ve ağır hadiselerin acılıklarına göğüs germeyi doğurur. İşte Türkler bu çeşit kahramanlardır ve ondan dolayı; Türkler öldürülebilir, lâkin mağlup edilemezler. Türk askerlerini dal kılıç olmaya mecbur edecek kadar üstlerine varmamalıdır. Bir defa dal kılıç olmayı göze almış birkaç yüz Türk meydana çıkarsa önlerinde mağlup olmamak mümkün değildir.” (Napeleon Bonapart)
“Türkler yaltaklanma, yaldızlı sözler, münafıklık, kovuculuk, yapmacık, yerme, riya, dostlarına karşı kibir, arkadaşlarına karşı fenalık, bid’at nedir bilmezler. Çeşitli fikirler onları bozmamıştır. Türkler pek namuslu insanlardır.” (Arap Âlimi Cahiz)
“Hiç şüphesiz ki ahlâk bakımında Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek variyettedir.” (Du Loir)
Bugün ise Batı’nın çürüklerini ithal ede ede girdiğimiz ahlâksızlık ve dinsizlik girdabında boğulmak üzereyiz.
Bizim sahip olduğumuz değerlerin farkında olan ve bizi seven Batılılar da elbette var.
Batı ülkeleri ülkemizdeki muhipleri vasıtasıyla sömürme ve yoketme emellerini icra etmişlerdir. Biz ise Batı’daki Türk muhipleri ile elbirliği ile dünya halklarına mutluluk götürmenin yollarını ve gerçek ve güçlü bir medeniyetin yeniden doğuşunu tesis etmeye çalışmalıyız.
Bu sebeplerle Batı ile ilişkilerimizi ve bağlarımızı iyi plânlanmış bir süreçte bir an evvel makul bir seviyeye indirmeli; öncelikle kendi özümüze dönerek, özgüvenimizi tekrar tesis etmeliyiz.