Muhterem Okuyucularımız;
Şeytan, insanın en büyük düşmanıdır.
Her insanın bir şeytanı vardır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin de kendisine musallat olan bir şeytanı varken, Allah-u Teâlâ ona yardım etmiş ve şeytanı müslüman olmuştur.
Allah-u Teâlâ, şeytanın insanlığın babası Âdem Aleyhisselâm’a olan düşmanlığını, onu yasak meyveden yedirerek nasıl aldattığını, yalan yere yemin ederek ve hile ile Rabb’ine karşı nasıl muhalefet ettirdiğini, neticede cennetten çıkarılmaya sebep olduğunu, Âdemoğullarına kıyamete kadar süren bir harp ilân ettiğini, Kur’an-ı kerim’inde açıkça haber vermiştir.
Kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan şeytanın düşmanlığından korumak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor:
“Ey Âdemoğulları! Ben size: ‘Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.’ diye emretmedim mi?” (Yâsin: 60-61)
Kendisini şeytana teslim eden kişi ona ibadet ediyor demektir.
İnsanlara kötülük telkin eden şeytanlar olduğu gibi, şeytanlaşmış insanlar da vardır. Onlar şeytanın emrinde ve hizmetindedirler. Bütün iş ve icraatları şeytarın talimatı ve emirleri doğrultusunda olur. Kendileri saptıkları gibi, başkalarını da sapıtmak için çalışırlar.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Şeytan onları istila etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur.” (Mücâdele: 19)
İşte şeytan boyunduruğu altına aldığı kimselere böyle yapar.
“Onlar şeytanın hizbi (partisi)dirler.” (Mücâdele: 19)
Askeri ve yardımcısıdırlar. Günah, isyan, tuğyan ve düşmanlık hususunda birleşmişlerdir. İşte “Ülâike Hizbüşşeytan” buyurulanlar bunlardır.
“İyi bilin ki, asıl kayba uğrayanlar şeytanın hizbi (partisi)dir.” (Mücâdele: 19)
Çünkü onlar şeytanın partisine iltihak etmişler, dünya saâdetinden ahiret selâmetinden mahrum kalmışlardır.
Gerek “Hizbüşşeytan”a tâbi olanlar ve gerekse şeytan ve onun askerleri tamamen cehenneme sevkedileceklerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Doğrusu, ki ben hep doğruyu söylerim, mutlaka sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım.” (Sâd: 84-85)
Bu ilâhî beyan, Allah-u Teâlâ’nın emrini ve hükmünü bırakıp da şeytana uyan herkes için azap bildiren bir tehdittir. Onlar o fena hareketlerinin cezasına kavuşmuş olacaklardır. Bu ise fıtrî kabiliyetlerini kötüye kullanmalarının bir neticesidir.
Tarih boyunca hak-bâtıl mücâdelesinin esası budur. “Hizbullah” ile “Hizbüşşeytan” devamlı surette mücâdele hâlinde bulunmuşlardır.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Andolsun ki biz Semud kavmine: ‘Allah’a kulluk edin!’ desin diye kardeşleri Sâlih’i gönderdik.
Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre oluverdiler.” (Neml: 45)
Nitekim Resulullah Aleyhisselâm’ın da zaman-ı saâdetlerinde halk iki fırkaya ayrılmış ve aralarında mücadele başlamıştı.
Hak-bâtıl mücadelesi insanlık tarihi boyunca sürüp gelmiştir ve kıyamete kadar da devam edeceği muhakkaktır.
Bu minval üzere bazı Peygamber Aleyhimüsselâm Hazerâtı ve onlara karşı gelen “Hizbüşşeytan” adı ile anılan şeytan taraftarlarından da misaller verilerek, Hakk ile bâtılın arasına Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin nur ışığı altında berzah konulmakta ve Ümmet-i Muhammed’in istifadesine arz edilmektedir.
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Allah-u Teâlâ’nın yolunu, Allah yolunun taraftarlarını yani Allah’tan tarafa olan “Ülâike Hizbullah”ı bırakıp, şeytandan tarafa olan, Allah-u Teâlâ’nın partisi adı altında şeytanın hizipçiliğini yapan, Allah yolunu taraftarlarını bırakarak “Ülâike Hizbüşşeytan” yolunu tercih edenler Adem Aleyhisselâm’dan itibaren dünya sahnesinde görülmüşlerdir.
(Ehemmiyetine binaen ve çok lüzumlu gördüğümüzden ötürü “Kalblerin Anahtarı” külliyatından olan: “Hizbullah’a Tâbi Olanlar, Hizbüşşeytan’a Tâbi Olanlar, Hizbülvahşet’e Tâbi Olanlar” ismli kitabımızın bütün bölümlerini zaman zaman dergimizde yayınlayacağımızı duyurmuştuk.
Kaldığımız yerden devam ediyoruz.)
Allah’tan tarafa olan “Hizbullah” ayrı, şeytandan tarafa olan “Hizbüşşeytan” ayrıdır. Onlar Allah-u Teâlâ’nın partisi adı altında şeytanın hizipçiliğini yapıyorlar.
Bu hizipçilerden murad; sapıtıcı, din kurucu imansız imamlar olsun, ifsat bakımından Firavun’dan daha beter olan ve allahlık dâvâsında bulunanlar olsun, bunlar Deccal’den de daha tehlikelidirler.
İnsanlara kötülük telkin eden şeytanlar olduğu gibi, şeytanlaşmış insanlar da vardır. Onlar şeytanın emrinde ve hizmetindedirler. Bütün iş ve icraatları şeytarın talimatı ve emirleri doğrultusunda olur. Kendileri saptıkları gibi, başkalarını da sapıtmak için çalışırlar.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Şeytan onları istila etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur.” (Mücâdele: 19)
O kerim Zât’ı zikretmekten, O’nun ilâhî hükümlerine riâyet etmekten onları gafil bulundurmuştur.
İşte şeytan boyunduruğu altına aldığı kimselere böyle yapar.
“Onlar şeytanın hizbi (partisi)dirler.” (Mücâdele: 19)
Askeri ve yardımcısıdırlar. Günah, isyan, tuğyan ve düşmanlık hususunda birleşmişlerdir. İşte “Ülâike Hizbüşşeytan” buyurulanlar bunlardır.
“İyi bilin ki, asıl kayba uğrayanlar şeytanın hizbi(partisi)dir.” Mücâdele: 19)
Çünkü onlar şeytanın partisine iltihak etmişler, dünya saâdetinden ahiret selâmetinden mahrum kalmışlardır.
•
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“O kendi hizbini (partisini), çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır.” (Fâtır: 6)
Şeytan güçlü kuvvetli bir düşmandır, insanları cehenneme çağıran simsar ve tellâldır. Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur.
Gerek “Hizbüşşeytan”a tâbi olanlar ve gerekse şeytan ve onun askerleri tamamen cehenneme sevkedileceklerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Doğrusu, ki ben hep doğruyu söylerim, mutlaka sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım.” (Sâd: 84-85)
Bu ilâhî beyan, Allah-u Teâlâ’nın emrini ve hükmünü bırakıp da şeytana uyan herkes için azap bildiren bir tehdittir. Onlar o fena hareketlerinin cezasına kavuşmuş olacaklardır. Bu ise fıtrî kabiliyetlerini kötüye kullanmalarının bir neticesidir.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onlar ve azgınlar tepetakla oraya atılırlar. İblis’in bütün askerleri de.” (Şuarâ: 94-95)
“Onlar” halkı peşlerinde sürükleyen imamlardır. “Azgınlar” ise etrafında olanlardır.
•
Kendilerine cehennemin vâdolunduğu kimseler, sapanlar ve azgınlık edenlerdir.
Allah-u Teâlâ Âdemoğulları’na hitap ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun soyunu dost mu ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin düşmanınızdır.” (Kehf: 50)
Nasıl olur da benim yerime onu koyuyorsunuz?
•
Şeytan, insanın en büyük düşmanıdır.
Her insanın bir şeytanı vardır. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin de kendisine musallat olan bir şeytanı varken, Allah-u Teâlâ ona yardım etmiş ve şeytanı müslüman olmuştur.
Allah-u Teâlâ, şeytanın insanlığın babası Âdem Aleyhisselâm’a olan düşmanlığını, onu yasak meyveden yedirerek nasıl aldattığını, yalan yere yemin ederek ve hile ile Rabb’ine karşı nasıl muhalefet ettirdiğini, neticede cennetten çıkarılmaya sebep olduğunu, Âdemoğullarına kıyamete kadar süren bir harp ilân ettiğini, Kur’an-ı kerim’inde açıkça haber vermiştir.
Kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan şeytanın düşmanlığından korumak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor:
“Ey Âdemoğulları! Ben size:‘Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur.’ diye emretmedim mi?” (Yâsin: 60-61)
Kendisini şeytana teslim eden kişi ona ibadet ediyor demektir.
•
Akıllı insan, hayır görse bile düşmanından bir şey kabul etmez. Çünkü onun tuzağından emin olunmaz.
Binaenaleyh bu ilâhî emre uyarak, şeytana daha şiddetli düşmanlık yapmak, aldatmak istediği hudutlarda onu yalanlamak, muhalefet etmek gerekiyor.
Şeytan cehenneme çağıran bir simsar ve tellâldır.
Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması yakışmaz.
“Andolsun ki o sizden birçok nesilleri kandırıp saptırmıştır.” (Yâsin: 62)
Bu yüzden de başlarına her türlü felâketler gelmiştir. Bu felâketlerin ve azapların haberleri her tarafa yayılmış ve asırlar boyu izleri devam edegelmiştir.
Şeytan sizden pek çok cemaatleri saptırmasına rağmen nasıl olur da ona tapar ve emrine boyun eğersiniz? Bu cemaatler onun saptırması sonucu doğru yoldan ayrılmışlardır.
“Hâlâ akıl erdirmiyor musunuz?” (Yâsin: 62)
Sizin aklınız yok mu ki, hâlâ şeytanın peşinden gitmektesiniz!
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“O kendi taraftarlarını, çılgın alevli cehennem halkından olmaya çağırır.” (Fâtır: 6)
Onun bundan başka gaye ve maksadı yoktur. Akıllı kimsenin, onun bu çağrısına uyması yakışmaz.
•
Allah-u Teâlâ’ya gönülden inanan, ibadetlerini yapan kullarının üzerinde şeytanın hiçbir hâkimiyeti olamaz.
Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesindedirler.
Şeytanın nüfuzundan ve vesvesesinden korunmak için zikrullah en büyük kalkandır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Takvâya erenler, şeytan tarafından bir vesveseye uğrayınca Allah’ı zikrederler. Bir de bakarsın ki onlar gerçeği görüp bilmişlerdir bile.” (A’raf: 201)
Kendi hatalarının nerede olduğunu ve şeytanın hilesinin nereden geldiğini görürler ve hemen yanlıştan sakınırlar. Böylece Allah-u Teâlâ tarafından kendisine ihsan edilen basiretleri daha da artmış olur.
•
İnsanlara kötülük telkin eden şeytanlar olduğu gibi, şeytanlaşmış insanlar da vardır.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“İnsanlardan kimi de var ki Allah hakkında bir bilgisi olmadığı halde tartışır da her azgın şeytanın ardına düşer.” (Hacc: 3)
Şeytan ismi Âyet-i kerime’de “Merid” sıfatıyla anıldığı için, sırf cin şeytanı değil, insanlardan da merid olan, yani fitne ve fesada hazır bekleyen her kişi de şeytan kabul edilir ve bu ismin şümulüne girer.
Şeytana ve şeytanlaşmış şahıslara uyanları doğru yoldan saptıracakları ve cehenneme sürükleyecekleri kesin bir âkıbettir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Zerr -radiyallahu anh-e:
“Cin ve insan şeytanlarından Allah’a sığındın mı?” diye sordu. O ise: “İnsanın da şeytanları var mıdır?” dedi.
Buyurdu ki:
“Evet. Hem de onlar cin şeytanlarından daha şerlidir.” (Ahmed bin Hanbel)
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Allah yolunu, Allah yolunun taraftarlarını bırakarak “Ülâike Hizbüşşeytan” yolunu tercih eden, şeytan taraftarlarından olan hiziplerin, Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren dünya sahnesinde göründüklerini beyan buyurmaktadır:
“Onlardan önce Nuh kavmi, Âd kavmi ve sarsılmaz bir saltanatın sahibi Firavun da yalanlamıştı.” (Sâd: 12)
Tarih boyunca nice kavimler isyanlarından dolayı helâk edildiler. Peygamberleri onlara mucizelerle geldiği halde tasdik etmediler. Şaşkınlıklarından, öfkelerinden parmaklarını ısırdılar. Alaylı alaylı gülmekten ellerini ağızlarına götürenler de vardı. Bir türlü gönülleri mutmain olup sükunet bulmuyor, şek ve şüphe içinde kıvranıp duruyorlardı.
Akl-ı selim sahipleri ise peygamberlerine kesinlikle inanıyorlar, getirdiklerini gönülden tasdik ediyorlar, mucizeler karşısında en ufak bir itirazda bulunmuyorlardı.
“Semud, Lut kavmi ve Eyke halkı da (yalanladılar). İşte bunlar (Hakk ve Hakikate karşı isyanda) birleşen hiziplerdir.” (Sâd: 13)
Tarih boyunca hak-bâtıl mücâdelesinin esası budur. “Hizbullah” ile “Hizbüşşeytan” devamlı surette mücâdele hâlinde bulunmuşlardır.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Andolsun ki biz Semud kavmine:‘Allah’a kulluk edin!’ desin diye kardeşleri Sâlih’i gönderdik.
Hemen birbirleriyle çekişen iki zümre oluverdiler.” (Neml: 45)
Bir fırkası Sâlih Aleyhisselâm’a icabet ederek iman şerefi ile müşerref olurken, diğer bir fırkası ise şirk ve küfürlerinde ısrar edip Sâlih Aleyhisselâm’a cephe aldılar, muhalefet ettiler. Aralarında çetin bir çekişme ve mücadele başladı.
Nitekim Resulullah Aleyhisselâm’ın da zaman-ı saâdetlerinde halk iki fırkaya ayrılmış ve aralarında mücadele başlamıştı.
Hak-bâtıl mücadelesi insanlık tarihi boyunca sürüp gelmiştir ve kıyamete kadar da devam edeceği muhakkaktır.
Âdem Aleyhisselâm ve eşi Hazret-i Havvâ yeryüzünün iki ayrı yerine indirildiler. Uzun yıllar birbirinden ayrı yaşadılar. Nihayet Allah-u Teâlâ onları bağışladı. Arafat mevkiinde buluştular ve birlikte ömür sürdüler. Onlarla beraber şeytan ve avânesi de yeryüzüne indirilmişti.
Âdem Aleyhisselâm’a peygamberlik verildi. Ayrıca Allah-u Teâlâ emir ve yasaklarını bildiren on sayfalık “Suhuf” indirdi.
Âdem Aleyhisselâm’la Havvâ vâlidemizden pek çok erkek ve kadınlar türedi. Yeryüzünde insanlar çoğaldı.
Havvâ vâlidemiz her doğum yaptığında biri erkek biri kız olmak üzere ikiz doğuruyordu.
İlk batında Kabil ile kızkardeşi, ikinci batında Hâbil ile kızkardeşi doğmuştu. Allah-u Teâlâ birinci batında doğan erkekle ikinci batında doğan kızı, ikinci batında doğan erkekle birinci batında doğan kızı evlendirmesini Âdem Aleyhisselâm’a emir buyurdu. İlk zamanlarda kardeşler arasında evlenme yasak edilmemişti. Bununla beraber aynı anda doğan kız ve erkek kardeşler birbiriyle evlenemez, neslin çoğalma zaruretinden dolayı, bir önce veya sonra doğanlarla evlenebilirlerdi. Zamanla insanlar çoğalınca bu ruhsat ortadan kaldırıldı.
Aradan yıllar geçti. Kabil ile Hâbil iyice büyüdüler, artık evlilik çağları da gelmiş bulunuyordu. Her ikisi de birer kızkardeşle dünyaya geldikleri için, bu durumda birbirlerinin ikizi olan kızlarla evlenmeleri gerekiyordu.
Şu kadar var ki Kabil, kendi ikizi, evlenmesi gereken kıza nisbetle daha güzel olduğu için, onunla evlenmeyi gözüne koydu. Âdem Aleyhisselâm’ın şeriatına uymak istemedi. Oysa bu kızla Hâbil evlenebilirdi. Mesele kıskançlık ve hasede dönüştü. Âdem Aleyhisselâm araya girmişse bile Kabil’i râzı edemedi. İşin halli için Allah-u Teâlâ’ya birer kurban takdim etmelerini emretti. Kurbanı kabul edilenin haklı, kabul edilmeyenin haksız olduğu belli olmuş olacaktı. Allah-u Teâlâ Hâbil’in kurbanını kabul buyurdu. Bunun üzerine fazlasıyla üzülen Kabil, kıskançlık duygusuyla kardeşi Habil’i öldürdü.
Âdem Aleyhisselâm’ın iki oğlu arasında ilk adam öldürme, kardeş kanı dökme hadisesi, ilk vahşet meydana geldi. Âdem Aleyhisselâm ilk evlât acısı duyan peygamberdir.
Allah-u Teâlâ’nın hükmüne muhalefette bulunanlara bir uyarı olmak üzere bu hususta Kur’an-ı kerim’de şöyle buyurulmaktadır:
“Resul’üm! Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat.” (Mâide: 27)
Bu kıssa ile onlara öğüt ver. Çünkü bu gerçek bir kıssadır. İbret alsınlar, hasedin ve çekememezliğin neler getirdiğini öğrensinler.
“Hani ikisi birer kurban takdim etmişlerdi de, birisininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti.” (Mâide: 27)
Çünkü Kabil Allah-u Teâlâ’nın hükmüne râzı olmamış, kurbanında iyi niyetli davranmamış, sahip olduğu malın en kötüsünü sunmuştu. Kurbanının kabul olunmamasına çok öfkelendi. Kin ve öfkesini içinde gizliyordu. Kardeşini ölümle tehdit etti ve dedi ki:
“Andolsun seni öldüreceğim!” (Mâide: 27)
Habil: “Niçin?” diye sordu. “Çünkü senin kurbanın kabul edildi, benimki kabul edilmedi.” cevabını verdi.
Habil dedi ki:
“Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.” (Mâide: 27)
Sen ise takvâ sahibi değilsin. Sen nefsinin arzusuna kapılmışsın. Bu benim yüzümden olan bir şey değildir.
“Beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi uzatmam.” (Mâide: 28)
Senin yaptığın kötü fiili işleyerek, yapılan hatada aynı duruma düşmek istemem.
“Çünkü ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım.” (Mâide: 28)
Bunun için de böyle bir zulüme cüret edemem.
“Dilerim ki, sen benim günahımı da kendi günahını da yüklenip cehennemliklerden olasın.” (Mâide: 29)
Ben ise böyle bir günaha girerek cehennemlik olmamı istemem.
“Zâlimlerin cezası işte budur.” (Mâide: 29)
Muhsin olanların yeri ise cennettir.
“Nihayet nefsi onu kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü. Bu yüzden de kaybedenlerden oldu.” (Mâide: 30)
Hem dinini kaybetti, hem de dünyasını.
Kabil, kardeşinin kanlı cesedi başında donup kalmıştı. Hâbil yeryüzünde ilk ölen kimse olduğu için cesedine ne yapacağını bilemiyordu. O sırada birbiriyle döğüşen iki karga gördü. Biri diğerini öldürdü. Sonra gagası ve ayakları ile hemen bir çukur kazdı. Öldürdüğü kargayı açtığı çukura iterek üzerini toprakla örttü.
Kabil yaptığı işin üzüntüsü ve pişmanlığı içinde kardeşini toprağa gömdü.
Allah-u Teâlâ bu hâli Âyet-i kerime’sinde şöyle haber veriyor:
“Sonra Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. ‘Yazıklar olsun bana, şu karga gibi bile olmaktan âciz kaldım da kardeşimin ölüsünü örtemedim.’ dedi. Bu sebeple ettiğine pişmanlık duyanlardan oldu.” (Mâide: 31)
Bu pişmanlık, işlediği günahtan dolayı Allah’tan korktuğu için değil, cesedi ne yapacağına şaşırdığı içindi.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Kabil’i yaptığı bu zulmün büyüklüğünü bir Hadis-i şerif’lerinde beyan buyurmuşlardır:
“Herhangi bir kimse zulmen öldürülürse, onun kanından bir hisse Âdem’in ilk oğlu Kabil’e ayrılır. Çünkü o, adam öldürme çığırını ilk açandır.” (Buhârî, Enbiyâ 1 - Müslim: 1677)
Hazret-i İdris Aleyhisselâm göğe yükseldikten sonra, insanlar başlarında bulunan âmirlerinin de etkileri ile doğru yoldan ayrıldılar ve putlara tapmaya başladılar. Allah-u Teâlâ onları başlarına gelecek azapla korkutmak, merhameti ile müjdelemek; tevbeye, Hakk’a yönelmeye, bir olan Allah’a ibadete dâvet etmek üzere, Nuh Aleyhisselâm’ı peygamber olarak gönderdi.
Nuh Aleyhisselâm kendisine peygamberlik geldikten sonra; kavmini Tevhide, Allah’ı bilip O’na ibadet etmeye, azabından sakındırmaya, rahmetini müjdelemeye çağırdı.
Dedi ki:
“Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, O’ndan başka ilâhınız yoktur. Hâlâ sakınmaz mısınız?” (Müminun: 23)
Son derece haddi aşmış olan halkı, önce tek tek, gizliden gizliye davete başladı. İnatta ileri gitmiş bu insanları gece gündüz durup dinlenmeden dâvet etti, geceyi gündüze kattı. İkaz ve irşaddan bir an geri kalmadı. Fakat onlar kabule yanaşmadılar. Bu kadri yüce peygamberi dinlememek için parmaklarını kulaklarına tıkıyorlar, elbiselerini başlarına örtüyorlar, onu katlanılmaz bir şahıs olarak görüyorlardı.
Sonra onları açıktan açığa dâvet etmeye başladı, bir araya getirdi, topluca dâvet etti. Bütün tebliğ şekillerini denedi.
Allah’ın varlığına birliğine inandıkları takdirde geçmiş bütün kusur ve günahlarının bağışlanacağını söyledi. Allah-u Teâlâ’nın engin rahmetinden, azabının şiddetinden bahsetti. Bazen ümit verip müjdeledi, bazen tehdit edip korkuttu. Böyle gittikleri takdirde başlarına gelecek olan şiddetli azabı kendilerine haber veriyordu.
Müşrik kavmi inanmamakta direndiler, hatta karşı çıktılar. Engel olmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Kendilerini sapıklıktan kurtarmaya çalışan peygamberlerini sapıklıkla suçladılar, hakaret ettiler, alay ettiler. Kibirlendikçe kibirleniyorlar, yaptıkları kötülüklerle böbürleniyorlardı. Kavmin ileri gelen elebaşları; mal ve mülkleriyle, makam ve mertebeleriyle peşlerinden gidenleri aldatıyorladı. Putlarına sarıldıkça sarılıyorlar, diktikleri putların etrafına insanları toplayarak Hakk’tan saptırıyorlardı.
Nuh Aleyhisselâm’ın karısı da onlarla işbirliği yapıyor, bir kişi iman edecek olsa, hemen gidip onlara haber veriyordu.
Nuh kavmi akıllarını iyiye kullanmadılar. Ne söylemişse itiraz ettiler, anladılarsa da anlamamazlıktan geldiler, Nuh dediler peygamber demediler.
Kur’an-ı kerim’de beyan buyurulduğuna göre, Nuh Aleyhisselâm’ın dâveti, kavmi arasında pek az bir tesir meydana getirdi.
Âyet-i kerime’de:
“Zaten pek az bir kimse onunla beraber iman etmişti.” buyuruluyor. (Hud: 40)
Kavminin arasında dokuzyüzelli sene kalmasına rağmen; tıkanmış kulaklarına söz girmedi, kör gözleri hakikati görmedi, kilitli gönülleri açılmadı, donmuş akılları gerçeği idrak etmedi, hiçbir nasihat fayda vermedi, verilen öğütler inatlarını artırdı. Allah’ı hatırlatma ise sapıklık ve fesatlarını şiddetlendirdi, sövdüler saydılar. İyiliğe kötülükle, şefkate şiddetle karşılık verdiler.
Her türlü ezâ ve cefâyı revâ gördüler. Bayılıncaya kadar boğazını sıktılar, kanı akıncaya kadar dövdüler. O ise yüzündeki kanlarını siliyor, hem de: “Allah’ım! Kavmimi bağışla, zira onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.” diye duâ ediyordu. Son olarak da öldürme tehdidinde bulundular, fakat susturamadılar.
Artık Nuh kavminin hidayete gelme imkânı tamamen ortadan kalkmıştı. Hiçbirinde iman ve ıslah kabiliyeti, Allah’a yönelme istek ve arzusu yoktu. Aralarında kötülükten başka bir şey kalmamıştı. Neyin mümkün, neyin imkânsız olduğunu en iyi bilen Hâlik-ı zülcelâl Hazretleri, kendilerine verilen mühletin sınırına kadar gelen bu kavme azâbını müstehak kıldı. Nuh Aleyhisselâm’a da, kavmine inen azabı gördüğünde şefkate gelebilir diye, yaptığı duâdan geri dönmemesini emir buyurdu. Çünkü onların boğulmalarına hükmetmiş ve hükmünü yürütme vakti-saati yaklaşmış, ilâhî azabın inmesi kaçınılmaz olmuştu.
Sonunda da olan olmuş, ilâhî adalet tecelli ve tahakkuk etmiş, Allah-u Teâlâ sonuncularına varıncaya kadar hepsini birden suda boğarak köklerini kazımış, nesillerini kesmiştir.
Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Nuh kavmini de, peygamberleri yalanladıkları zaman suda boğduk ve kendilerini insanlar için bir ibret kıldık. Biz zâlimler için acıklı bir azap hazırladık.” (Furkan: 37)
Bu kıssada iman ile küfür arasında devam eden mücadelenin neticesi; inananların kurtuluşu, aklını ve idrakini bir türlü hakikati arama yönünde kullanmayan inkârcıların helâk oluşu, en bariz bir şekilde gelecek nesillerin ibret nazarlarına arzedilmektedir.
Yeryüzünü âsilerden temizleyen Nuh tufanından sonra, gemide kurtulan müminlerin soyundan gelen nesiller dine bağlı kalmışlar, istikâmet üzere hayatlarını sürdürmüşlerdi. Dünyada yeni bir hayat başlamıştı. Çoğalan insanlar Arabistan yarımadasının çeşitli bölgelerine yayıldılar.
“Sonra onların ardından başka bir nesil getirdik.” (Müminûn: 31)
Âyet-i kerime’sinde geçen nesil Âd Kavmidir.
Âd Kavmi kendi devrinde benzersiz bir millet idi. Şan, şöhret ve kuvvet itibarı ile onlardan üstünü yoktu. Uzun boylu, sağlam yapılı, güçlü kuvvetli idiler.
Memleketleri büyük bir alanı kaplıyordu. Arazileri münbit, otlu ve sulu idi. Bu verimli topraklar üzerinde bereketli bağları, göz alıcı bahçeleri, sürü sürü davarları, akar suları, yer altında da su depoları vardı, bol nimetlere rızıklara garkolmuşlardı. Allah’ın kendilerine verdiği imkânlarla müreffeh bir hayata sahip bulunuyorlardı. Büyük bir hâkimiyet kurmuşlardı.
Âyet-i kerime’de:
“Andolsun ki onlara size vermediğimizi vermiş, onları sizi yerleştirmediğimiz yerlere yerleştirmiştik.” buyuruluyor. (Ahkâf: 26)
Yapı tekniğinde çok ileri gitmişler, büyük bir terkip ve inşa gücüne sahip bulunuyorlardı. Servet ve oğulları ile iftihar ederlerdi.
Dünyada o güne kadar misli görülmemiş bir ihtişama sahiptiler. Dağlar içinde ilk defa bina yapmaya başlayan kavimdir. Dağları yontarak kaleler, saraylar yapıyorlardı. Evleri kat kattı.
Halkın bütün imkânları kullanılarak cennete nazire olmak üzere büyük ve yüksek köşkler, kireçle dondurulmuş saraylar konaklar inşa ediyorlardı. İçlerinde cesim havuzlar vardı.
Son derece kaba, haşin ve zorba idiler. Kendilerinden başkalarına hiç insafları yoktu. Ellerine geçirdikleri komşu kabileleri ve fakir halkı angaryalar, zulümler ve işkenceler altında köle gibi en ağır işlerde çalıştırıyorlardı. Öldürdüklerini zulümle öldürüyorlar, dövdüklerini zulümle dövüyorlar, asla merhamet etmiyorlardı.
Bu hususta Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Yakaladığınız zaman zorbalar gibi mi yakalarsınız?” (Şuarâ: 130)
•
Âd Kavmi isyan ve tuğyana, zulme ve şirke dalınca, Allah-u Teâlâ onları iman ve istikâmet yoluna getirmek için uyarmak üzere, içlerinden Hûd Aleyhisselâm’ı peygamber olarak vazifelendirdi.
Hûd Aleyhisselâm, kendisine peygamberlik verildikten sonra; kavmini Tevhide, Allah’ı bilip O’na ibadet etmeye çağırdı.
Dedi ki:
“Ey Kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Hâlâ O’na karşı gelmekten sakınmayacak mısınız?” (A’raf: 65)
Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz:
“Allah’a kulluk edin, Allah’tan başka ilâh yoktur.” buyurarak hep aynı hakikati telkin etmişler; şeytanın sapıttığı, hâkikati unutturarak dalâlete sürüklediği bütün topluluklara bu cümleyi tekrarlamışlardır. Âlemlerin Rabb’i olan Allah’ın yegâne ilâh olduğunu ve ahiret gününde kullarına yaptıklarından hesap soracağını öğretmişlerdir.
Beşeriyet bir önceki peygamberin tebliğatından uzaklaştıkça bir yenisi gelmiş, yeniden Allah’a çağırmış, iman edenler kurtulmuş, yalanlayanlar helâk olmuştur.
Âd kavmi Hûd Aleyhisselâm’a kulak vermedi. Gurur ve kibirlerinden, cehalet ve bencilliklerinden, bu aziz peygamberin dâvetine icabet etmediler. İçlerinden pek azı iman etti ve imanlarını gizli tutmak mecburiyetinde kaldılar. Geride kalanlar bildiklerinden şaşmıyor, yine bina yapmakta birbirleriyle yarış ediyorlardı.
Gönüllerini Hakk’a açmadıkları gibi, küfür ve azgınlıklarını büsbütün artırdılar.
Her defasında kavmin ileri gelenleri Hakk’ın karşısına dikiliyor, mükevvenatın sahibine teslim olmayı reddediyorlar, yalanlama ile karşılık veriyorlardı.
Hûd Aleyhisselâm onlara Allah-u Teâlâ’nın geri çevrilmez intikamının yakın olduğunu, büyük bir felâkete uğrayacaklarını haber vererek uyardığı halde; taşkınlıklarına devam ettiler, şirk ve küfürlerinde ısrar ettiler.
Hûd Aleyhisselâm onların bu muhalefet ve yalanlamalarını, inatlaşmakta devam etmelerini Allah-u Teâlâ’ya havale etti.
“Dedi ki:
Rabbim! Beni yalanlamalarına karşılık bana yardım et.” (Müminun: 39)
Allah-u Teâlâ cevaben şöyle buyurdu:
“Az bir süre sonra şüphen olmasın ki pişman olacaklar.” (Müminûn: 40)
Artık tartışma bitmiş, ceza zamanı gelmişti.
Allah-u Teâlâ kasırga şeklinde bir rüzgâr halketti.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Âd kavmi de uğultulu, önünde durulmaz bir rüzgârla yok edildiler.” (Hâkka: 6)
Âd kavmi sanki başka memleketlerde helâk olmuşlar gibi, ne kendilerinden ne de yurtlarından hiçbir iz ve işaret kalmadı. Geride sadece taş toprak yığınları, yıkık meskenleri, kırık dökük sütunları, yüzükoyun devrilmiş putları kaldı.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onları bir süprüntü yığını haline getirdik. Uzak olsun o zâlim kavim!” (Müminûn: 41)
“Çok geçmeden o hale geldiler ki, meskenlerinin harabelerinden başka bir şey görülmez oldu. İşte biz suçlu günahkâr kavmi böyle cezalandırırız.
Andolsun ki onlara size vermediğimizi vermiş, onları sizi yerleştirmediğimiz yerlere yerleştirmiştik. Kendilerine kulaklar gözler ve gönüller vermiştik. Fakat ne kulakları, ne gözleri, ne de gönülleri onlara bir fayda sağlamadı. Zira bile bile Allah’ın âyetlerini inatla inkâr ediyorlardı. Alay edip durdukları şey, kendilerini kuşatıverdi.” (Ahkâf: 25-26)
Sonunda da olan olmuş, ilâhî hüküm tecelli edip gerekeni yapmış ve böylece inkârcı Âd kavminin kökü kazınıp yeryüzünden nesilleri kesilmiştir. azap onları helâk olma çizgisinde yakalayıverdi.
Dünyaları mahvolup, hayatlarını kaybettikleri gibi; bu rüsvaylıkla da kalmadı, Allah-u Teâlâ’nın âlemleri ihata eden engin rahmetinden mahrum edildiler. Onlar bu cezaya müstehak olmuşlardır.
Cezaya müstehak olmaları üzerine şiddetli bir rüzgâr ile helâk edilen ve “Âd-ı ûlâ” adı verilen Âd kavminden sonra, bu kavmin helâktan kurtulan inanmış efradından “Âd-ı sânî” diye anılan Semud kavmi ortaya çıktı.
Allah-u Teâlâ Semud kavmine de Âd kavmine verdiği gibi bol nimetler, maddi imkanlar vermişti. Kendilerinden önce gelen Âd kavmine halef oldular, beldelerini imar ettiler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Düşünün ki Âd kavminden sonra sizi yeryüzüne halifeler yaptı, sizi onların yerlerine yerleştirdi.” (A’raf: 74)
Âd kavmine verilen bütün imkânlar bunlara da verildiği, geniş bir maişet içinde bol nimetler altında yaşadıkları halde; fakat ne çare ki bu nimetlerin nereden geldiğini, işin nereye varacağını hesaba katmıyorlar, kendilerini yoktan vâr edene, nimetlerle donatana, bu güç ve kuvveti bahşedene şükretmiyorlardı. Rehavetin kucağında idiler.
Şeytan onları azdırmak ve Hak dinden çıkarmak için şehvet ve arzularının peşine düşürdü. Nihayet yoldan saptılar. Allah’ı ve ahiret gününü inkâr ettiler, bir takım hacer ve şecerden yaptıkları putları mâbud edindiler. Toplumda şirk ve putperestlik iyice yerleşmişti. Bolluk ve rahatlık bu derece yükselmişken, insanlık ve ahlâk seviyesi de alçaldıkça alçalmıştı. Halkın en bayağı kişileri işbaşına geçmiş ahkâm kesiyor, etraflarına topladıkları bir takım adamlarla fitne ve fesat çıkarıyorlardı.
Aslında ehl-i küfrün tıyneti birdir. Muhtelif asırlarda ve devirlerde değişik şekilde ortaya çıkmaktadır.
Semud kavmi tıpkı Âd kavmi gibi, kendilerinden önce geçenlerin başına gelenlerden ders ve ibret almamışlar, isyan etmişler, fısk-u fücura dalmışlardı.
İşi büsbütün azıtıp putlara tapmaya, son derece zulüm ve haksızlık yapmaya başlayınca; Allah-u Teâlâ onları ıslah etmesi, doğru yolu göstermesi, tevhid akidesini öğretmesi için kendi içlerinden Sâlih Aleyhisselâm’ı peygamber olarak vazifelendirdi.
Sâlih Aleyhisselâm ilâhî emri aldıktan sonra Semud kavmini yeniden İslâm’a çekmek, tuttukları yolun kesinlikle tehlikeye uzandığını haber vermek, putları atıp bir olan Allah’a hiçbir şeyi şerik koşmaksızın iman ve ibadet etmeye davet etmek için tebliğe başladı.
Onlara dedi ki:
Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız? Ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim. Artık Allah’tan korkun ve bana itâat edin.” (Şuarâ: 142-144)
Aşırı putperest olan Semud halkı, Sâlih Aleyhisselâm’ın daveti karşısında ilgisiz kaldılar, inkâr ve küfürle karşılık verdiler.
Sâlih Aleyhisselâm onlara yeri geldikçe öğüt vermekten, içlerine tesir edecek dokunaklı sözlerle uyarmaya çalışmaktan bir an bile geri kalmıyordu.
Fakat onların basiretleri o kadar bozulmuş, kalpleri o kadar katılaşmıştı ki, vahiy mahsülü bu tesirli sözler, hatırlatılan bu apaçık gerçekler; ne kulaklarından girmiş, ne kafalarına gitmiş, ne de en küçük bir yumuşama hasıl olmuştu.
Semud Kavminin işlerine hakim olan ileri gelenleri arasından dokuz terörist kişi vardı ki, bunlar halkın en kâfiri ve en bozguncuları idiler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde bu azgınları haber veriyor:
“O şehirde dokuz kişi vardı ki, yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, ıslah tarafına hiç yanaşmıyorlardı.” (Neml: 48)
Daha önce plânladıkları üzere deveyi öldürdükleri gibi, Sâlih Aleyhisselâm’dan kurtulmanın tek çaresinin de onu ve ailesini bir baskın düzenleyip ortadan kaldırmak olduğunu düşündüler. “Sâlih üç güne kadar bizden kurtulacağını sanıyor, üç günden önce biz onun ve âilesinin işini bitirelim.” dediler.
Kavmin ileri gelen şirretleri suikast plânını tatbike koyacakları sırada Allah-u Teâlâ onlara azabını gönderdi. Bu azab ile sadece kendileri değil, bütün Semud kavmi toptan helâk oldu.
Âyet-i kerime’lerde:
“Onlar böyle tuzak kurdular, biz de kendileri hiç farkında olmadan onların plânlarını altüst ettik.
Tuzaklarının sonunun nice olduğuna bir bak! Biz onları da kavimlerini de hepsini helâk ettik.” buyuruluyor. (Neml: 50-51)
Küfürden kurtulamayınca, o küfür onları yedi bitirdi. Şirkten sıyrılamayınca, o şirk onları aldı götürdü.
Yapmış oldukları inkâr ve yalanlamalar, azgınlık ve şirretlikler bardağı taşırınca, ilâhî azabın inmesi mukadder oldu.
Bâtılı Hakk’a nârı nura tercih eden, dünyayı ahiretten üstün tutan, maddeyi mânâya değişen, Yaratan’ı unutup yaratılanlara meyleden, küstahlaştıkça küstahlaşan, nankörleştikçe nankörleşen, kibirlendikçe kibirlenen... bir millet; işledikleri cürümlerle birlikte, yaptıkları yanlarına kâr kalmamak üzere kahrolup gittiler.
Allah-u Teâlâ onları bir seher vakti kökünden kazıyıp düzleyiverdi, bir varmış bir yokmuş oldular.
Allah-u Teâlâ onlara yapacağını yaptı, defterlerini dürdü, yaptıkları kendilerine çok pahalıya mâloldu. Sâlih Aleyhisselâm’ı öldürüp ortadan kaldırmayı düşünen zorbalar, düşüncelerini gerçekleştiremeden yerle bir edildiler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Âd ve Semud’u da helâk ettik. Bu, oturdukları yerlerden size belli olmaktadır. Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip, onları doğru yoldan çıkardı. Halbuki kendileri bunu anlayacak durumda idiler, bakıp ibret alabilirlerdi.” (Ankebut: 38)
Şuayb Aleyhisselâm Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderilmişti.
Gerek Medyen halkı gerekse Eykeliler, İsrailoğulları gibi önceleri İbrahim Aleyhisselâm’ın dini üzerine ve doğru bir yolda bulunuyorlardı. Fakat zamanla müşrik ve ahlâksız kişilerin tesirinde kalarak dinlerini değiştirdiler, hem müşrik hem de ahlâksız oldular.
Tevhid inancı unutuldu. Onlar da önce geçen kavimler gibi Allah’ı bırakıp, taşlara kayalara, kendi yonttukları putlara tapmaya başladılar. Vicdanları körelmiş, kafaları küflenmiş, bâtıl inançlar zihinlerinde alabildiğine kök salmıştı. Buna rağmen yoldan çıktıklarını kesinlikle kabul etmiyorlar, bozuk inançlarını ısrarla savunuyorlar, doğru yolda olduklarını söyleyerek bununla iftihar ediyorlardı.
Başlıca geçim kaynakları ticaretti. Bolluk ve refah içinde yüzmeleri onları şımartmış, azıp sapmalarına başlıca âmil olmuştu. Allah-u Teâlâ’nın koymuş olduğu düzen ve dengeyi bozmak için ellerinden geleni yapıyorlardı.
En gözde meslekleri vurgunculuktu. Hilekârlık ve soygunculuk almış başını gidiyordu. Kavmin ileri gelenleri piyasaya hâkim olmuşlar, dolaylı ve dolaysız hilelerle gelir sağlamakta mâhir idiler. Ticaret ve iş ahlâkı son derece bozulmuş, kimsede itimat kalmamıştı.
Ölçerken tartarken tam alıp eksik verirler, bu hususta her türlü hileye başvururlardı. Bu alanda hak ve hukuk, sınır ve vicdan tanımazlardı. Yol kesmek, gasb, aşırı kâr elde etme, hiyanet, ihtikâr, kandırma, haksızlık, zulüm, yalan... gibi ticarî ahlaksızlıkların hepsi onlarda idi.
Piyasayı ellerinde tutanlar, halkın hem paralarının değerlerini hem de mallarının narhlarını düşürmüşlerdi. Ölçü ve tartılarıyla, silik, vezni bozuk ve kalp paralarıyla halkı aldatırlardı. Halk ise zaruri ihtiyaç maddelerini bulamıyor, bulsalar da alabilmek için varını yoğunu vermek mecburiyetinde kalıyorlardı. Alanların da ya yolları kesiliyor, ya da evleri basılıyor, malları ellerinden tekrar geri alınıyordu. Başkalarının rıza ve menfaatlerini gözetmek diye bir şey yoktu.
Yemen’den Suriye civarına, Basra körfezinden Mısır taraflarına doğru uzanan iki ana ticaret yolunun tam kavşağında mesken tutan Medyenliler; hem ticarette ün kazanmışlar, hem de ellerine geçen fırsatları kötüye kullandıkları için diğer memleketlerin diline düşmüşlerdi. O civardan gelip geçen kervanları tedirgin ve huzursuz ediyorlar, yüklü bir haraç almadan geçirmiyorlardı. Kendi aralarında güven kalmadığı gibi, yabancıların da onlara güvenleri kalmamıştı.
Bu gidişe bir dur diyen yoktu. Yetkili kişiler bu yetkisini zulme mâni olmak için değil, zulüm yapmak için kullanıyorlardı.
Eykeliler de günahkârlıkta Medyenlilerin yolunu ve izini takip ediyorlardı. Onlar da aynı durumda idiler.
İşte Şuayb Aleyhisselâm böyle bir toplumun ıslahı için peygamber olarak gönderilmişti.
Diğer peygamber kardeşleri gibi Şuayb Aleyhisselâm da, koyu putperestlikle içiçe olan, aynı zamanda ticarî ahlâkı çok bozuk bir düzeye gelen, yoldan çıkmış fâsık kavmini; ilk iş olarak Allah’ı birlemeye, O’ndan başka ilâh edinmemeye, yalnız O’na kulluk etmeye, isyan etmekten kaçınmaya dâvet etti:
“Ey Kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Size Rabb’inizden açık bir delil gelmiştir.” (A’raf: 85)
Nübüvvetini kavmine duyuran Şuayb Aleyhisselâm ilk ikazını yaptı:
“Ölçüyü tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin. Islah edildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.
Eğer inanıyorsanız böylesi sizin için daha hayırlıdır.” (A’raf: 85)
Büyük bir nimet içinde bulunduklarını, Allah-u Teâlâ’nın verdiği imkânlarla alış-veriş yaptıklarını, bunun hayırlı bir iş olduğunu, bunun karşılığı haksızlık etmek değil, insanların haklarını gözeterek menfaatlarına hizmet etmek ve şükretmek olduğunu hatırlattı:
“Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Doğrusu ben sizi bolluk içinde görüyorum.” buyurdu. (Hûd: 84)
Onları bu olumsuz hareketlerinden sakındırdı. Düzelmedikleri, yola gelmedikleri takdirde, içinde bulundukları müreffeh hayatın ellerinden sökülüp alınmasından, ayrıca büyük bir azaba uğrayabileceklerinden endişe ettiğini söyledi.
Bu aziz peygamberin bu lâtif uyarmaları etkili olmakla beraber, çoğunluk inkâr ettiler. İnkâr etmekle kalmayıp bütün şirretlikleri ve hayâsızlıkları ile ilâhî dâvete karşı çıktılar.
Medyenliler Allah yolundaki doğruluktan hiç hoşlanmayan kimselerdi. İnsanları Allah yolundan alıkoymak için, köşe başlarını, kavşak noktaları tutuyorlar; gelip geçenlerin veya iman etmek için Şuayb Aleyhisselâm’ı ziyarete gelen kimselerin rastgele önlerine çıkıyorlar; inananları tehdit ederek, zihinlerine olanca hınçlarıyla şüphe sokmaya çalışıyorlardı.
Bu durumu gören Şuayb Aleyhisselâm onları bu noktada da ikaz etti:
“Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın.” buyuruyordu. (A’raf: 86)
Buna rağmen hiç aldırış etmiyorlar, iman şerefiyle müşerref olan müminleri devamlı rahatsız ediyorlar, her fırsatta dinin dünyevî ve uhrevî saadete ulaştıracak hükümlerinden uzaklaştırmak için güç sarfediyorlardı.
Şirretliklerinde daha da ileri gittiler, muhalefetlerini daha da ileri götürdüler.
Dediler ki:
“Biz seni cidden içimizde zayıf, güçsüz görüyoruz. Eğer kabilen olmasaydı, seni mutlaka taşlardık. Senin bize karşı hiçbir üstünlüğün yoktur.” (Hûd: 91)
“Kendi düşen ağlamaz” kabilinden, Medyenliler de kendi düşecekleri kuyuyu kendileri kazıyorlardı.
Kavmini yola getirmek için bütün çarelere başvuran, azim ve gayretini son noktasına kadar sarfeden Şuayb Aleyhisselâm nihayetinde onları Allah-u Teâlâ’ya havale etti, takdir-i ilâhînin tecellisini niyaz etti:
“Ey Rabb’imiz! Bizimle kavmimiz arasında hak ile sen hüküm ver. Sen hükmedenlerin en hayırlısısın!” (A’raf: 89)
Nitekim kısa bir zaman sonra da olacak oldu, murad-ı ilâhî yerini buldu.
Artık kendilerine verilen mühlet dolmuş, derece derece yaklaştıkları azab günü gelmiş çatmış bulunuyordu. Kahr-ı ilâhîye tamamen müstehak olmuşlardı.
Azab korkunç bir ses ve yer sarsıntısı şeklinde geldi. Müthiş bir uğultu ve gürültü ile önüne geçilmesi mümkün olmayan azab Medyenlileri yerle bir etti.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Derken kendilerini müthiş bir sarsıntı yakalayıverdi, yurtlarında dizüstü çökekaldılar.” (A’raf: 91 - Ankebut: 37)
Canları çıkmış, nefesleri uçmuş, cesetleri sönmüş olan âsi kavim sabah vakti evlerinde ölü olarak bulundular.
Allah-u Teâlâ defterlerini dürdü, sayfalarını böylece kapamış oldu.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Şuayb’i yalanlayanlar sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Asıl ziyana uğrayanlar, Şuayb’i yalanlayanlar oldu.” (A’raf: 92)
Şuayb Aleyhisselâm’ın gerçekten Allah’ın peygamberi olduğuna, tebliğ ettiği şeyleri Allah’tan getirdiğine ve onu reddederlerse başlarına bir azap geleceğine hiçbir surette inanmayan Medyen halkı; sapıklığın, azgınlığın, hilekârcılığın, peygamberi yalanlamanın, öğütlerini dinlememenin cezasını dünyada iken böylece çekmiş, helâk olan kavimlerin arasına karışmış oldular. Memleketleri derin bir sessizliğe büründü.
•
Eyke halkı da küfür ve isyanlarında ısrar ettikleri için, azab-ı ilâhîyi âdetâ davet etmişler, bir felâketin gelmesi artık kaçınılmaz olmuştu.
Azaplarının vakt-i merhunu gelince; Allah-u Teâlâ üzerlerine son derece şiddetli, nefesleri kesici, göğüsleri daraltıcı, boğucu, yakıp kavurucu bir sıcaklık dalgası musallat etti. Yedi gün yedi gece üzerlerinden yel esintisini kesti. Sıcaklık şiddetlendikçe şiddetlendi. Hararetten akarsular bile kaynamış, kuyular ve su kaynakları kurumuştu. Öyle bunaldılar ki kendilerine ne gölge, ne de başka bir şey fayda vermez oldu. Solukları tıkandı, takatleri kesildi. Sıcağa dayanamayan halk kendilerini yerden yere atıyorlardı, nereye sığınacaklarını ne yapacaklarını şaşırdılar. Susuzluktan dudakları çatlamış, ağızları kurumuştu.
Halk serinlik aramak için çaresizlik içinde bir gölgeden öbürüne koşuşarak ıstırap içinde kıvranırken, yedinci günü gökyüzünde aniden koyu gölgeli kara bir bulut peydah oldu. Bunu hayra yorup sevinen halk, gölgelenmek üzere bulutun altına birikmeye başladılar. Kara bulutun altında biraz serinlik ve rahatlık bulur gibi olunca, sevinçle birbirlerine seslendiler, bulutun altında toplanmaya çağırdılar.
Hepsi de toplandıkları bir sırada şiddetli bir gürültü ortalığı kapladı, yer onları sarstı, o gölgelik bir ateş halinde üzerlerine indi, tek bir fert kalmamak üzere hepsini de yedi bitirdi. Çekirgelerin tavada piştikleri gibi yanıp kavruldular, Medyenliler gibi onlar da yeryüzünden silindiler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Amma onu yalanladılar. Bunun üzerine kendilerini o GÖLGE GÜNÜNÜN AZABI yakalayıverdi. Gerçekte o gün, azabı büyük bir gün idi.” (Şuarâ: 189)
Azap onların istedikleri cinsten olmuştu. Çünkü onlar sırf alay olsun diye, göğün bir parçasını üzerlerine düşürmesini istemişlerdi. Bu sözleri kendi ayaklarına dolaşmış, alay ettikleri ceza ile cezalandırılmışlar ve cehennemin yoluna revan olmuşlardır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Eyke halkı da gerçekten zâlim idiler. Biz onlardan da intikam aldık.” (Hicr: 78-79)
Gerek Medyen gerek Eyke halkı, Allah-u Teâlâ’nın azabına uğrayarak helâk olmasından sonra bile çevredeki kavimler tarafından ibretle anıldı, adı sanı uzun süre ortada kaldı.
Âyet-i kerime’nin devamında ise Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Hâlâ her iki memleket de işlek bir yol üzerindedir.” (Hicr: 79)
Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm’ı ilâhlık dâvâsında bulunan bir hükümdarı Hakk’a dâvet etmekle görevlendirdi.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki biz Musa’yı, ‘Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve Allah’ın günlerini onlara hatırlat.’ diye âyetlerimizle birlikte göndermiştik.” (İbrahim: 5)
Lâkabı İsrail olan Yakup Aleyhisselâm’ın Mısır’a gelip yerleşen ve oniki oğlundan üreyip çoğalan bu nesle “İsrailoğulları” mânâsına gelen “Benîisrail” denilmektedir. İsrailoğulları oniki kabile idi ve her kabilenin bir başkanı vardı. Bunlar bir araya gelince, büyükçe bir kuvvet hâsıl oluyordu. Fakat bir baş etrafında birleşerek yekvücut haline gelemiyorlardı. Gelebilseler kurtulacaklardı.
Birkaç asır çok sıkıntılı ve acı bir hayat geçiren İsrailoğullarını; Allah-u Teâlâ aralarından Musa Aleyhisselâm gibi güzide bir peygamberi çıkararak, esaretlerine son vermeyi irade buyurdu.
Musa Aleyhisselâm’ın doğumunun yaklaştığı günlerde idi. Firavun bir gece rüyâsında Beyt-i Makdis tarafından bir ateşin zuhur ettiğini, kısa zamanda büyüyerek bütün Kıpti’leri yaktığını, fakat İsrailoğulları’na dokunmadığını gördü. Uyandıktan sonra günlerce bunun tesirinden kurtulamadı ve bir hayli endişelendi. Bu rüyasını devrin meşhur kâhinlerine anlattığında: “İsrailoğulları’ndan bir çocuk doğacak. Büyüyünce senin devletin onun eliyle yıkılacak, doğacağı zaman da iyice yaklaştı.” diye yorumda bulundular.
Bu haberden son derece ürken Firavun, hem İsrailoğulları’nın çoğalmasını önlemek, hem de kendisi için tehlike teşkil edecek çocuğun doğmasını engellemek maksadıyla, İsrailoğulları’ndan doğacak bütün erkek çocuklarının öldürülmesini, kızlara dokunulmamasını emretti.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İçlerinde bir zümreyi güçsüz buluyor, onların oğullarını boğazlıyor, kızlarını sağ bırakıyordu.” (Kasas: 4)
Bir kuvvetleri olmadığı için İsrâiloğulları bu katliam karşısında sadece seyirci kalıyorlar, kaderin tecellisini beklemekten başka ellerinden hiçbir şey gelmiyordu.
İşte böyle zor şartlar altında İsrailoğulları’ndan İmran oğlu Musa Aleyhisselâm dünyaya geldi. Annesi “Oğlumu öldürürler.” diye büyük bir korku ile çocuğunu gizliyordu. Allah-u Teâlâ ona çıkar bir yol gösterdi:
“Onu sandığa koy, sonra suya bırak! “ (Tâhâ: 39)
Musa Aleyhisselâm Nil ile akıp giderken, saray hizmetçileri onu görerek aldılar ve Firavun’un karısı Asiye’ye getirdiler. Asiye sandığın içindeki yavrunun peygamberlik nuru ile parlayan yüzünü görünce canı kaynadı, güzelliğine hayran kaldı, sevgi ve şefkatle bağrına bastı. Onu evlâtlık olarak yanlarına aldılar. İşte o günden itibaren Firavun, tacının tahtının yok olup gitmesine sebep olacak zâtı kendi kucağında hürmet ve ihtimamla büyütmeye başlamıştır.
Bu ne garip tecellidir ki, bir taraftan bu çocuğu aramak için hazineler sarfediyor, binlerce masum yavruların kanına giriyor, anne-babalarının yüreklerini deliyor; diğer taraftan da aradığı çocuğu alıp bağrına basıyor, kendi eliyle besleyip büyütüyor... Çünkü kader zuhur edince hazer fayda etmez.
Aradan seneler geçti. Musa Aleyhisselâm Firavun’un sarayında, büyük bir dikkat ve titizlikle, Allah-u Teâlâ’nın murakabası altında büyüyüp yetişti.
•
Zaman geçti, Musa Aleyhisselâm kaderin bir tecellisi olarak Medyen’e vardı. Medyan, Şuayb Aleyhisselâm’ın yaşadığı şehirdi.
Medyen diyarında on yıl emniyetler içinde ve huzurlu bir hayat yaşadı. Şuayb Aleyhisselâm’ın kızı Safura ile evlendi.
Aradan on yıl geçti, uzun süren dostluk, arkadaşlık ve ahbaplıktan sonra âilesini alarak Medyen’den ve ruh gıdasını aldığı Şuayb Aleyhisselâm’dan ayrıldı, Mısır’a doğru yola çıktı.
Tur dağı civarında ilâhî tecellilere mazhar oldu ve kardeşi Harun ile beraber kendisine peygamberlik verildi.
Allah-u Teâlâ buyurdu ki:
“Ben seni seçtim. Vahyolunanı dinle.” (Tâhâ: 13)
Artık Firavun’u hidayete dâvet etme zamanı gelmişti. Allah-u Teâlâ Musa ve Harun Aleyhimüsselâm’a hiç vakit kaybetmeden Firavun’a gitme emrini verdi ve şöyle buyurdu:
“Sen ve kardeşin, âyetlerimle gidin. Beni anmakta gevşek davranmayın.” (Tâhâ: 42)
Emir yüceler yücesinden geldiği için hemen işe koyuldular ve Firavun’un sarayına geldiler. Kapıda bir süre engellendikten sonra içeri girdiler.
Firavun’u ve kavmini Hakk’a dâvet ettilerse de hiçbir netice alamadılar. Apaçık mucizeleri gören sihirbazlardan başka iman eden olmadı, onlar da büyük bir zulümle şehit edildiler.
•
Bu arada Musa Aleyhisselâm İsrailoğulları’nın yanında yer aldı. Gerek kendi kavmi olan İsrailoğullarından, gerekse Firavun’un kavminde az kimseler iman ettiler.
İsrailoğulları’nın ihtiyarları Firavun’dan baskı ve zulüm gördükleri için, aşikâr olarak iman etmeye cesaret edemiyorlardı.
Musa Aleyhisselâm onlara sık sık öğütler veriyor; Allah-u Teâlâ’nın azamet ve ululuğunu, kuvvet ve kudretini anlatıyor; yeryüzünün Allah’ın mülkü olduğunu, kulları arasında dilediğine vâris kıldığını, binaenaleyh yalnız Allah’tan korkmalarını, O’na güvenmelerini söylüyordu:
“Ey kavmim! Eğer siz gerçekten Allah’a inanıyorsanız ve teslim olmuşsanız O’na güvenin.” (Yunus: 84)
Musa Aleyhisselâm’ın Mısır’da ikameti oldukça uzamıştı. Firavun ve erkanına karşı hüccet ve mucizelerini ortaya koyduğu hâlde, onlar inat ve küfürlerine devam ettiler.
Firavun, Musa Aleyhisselâm ile beraber İsrailoğullarını göndermekte diretiyordu. Allah-u Teâlâ Firavun’un elinden onları alıp göç etmesini ve son derece tedbirli olmasını emretti:
“Kullarımı geceleyin götür, çünkü takip edileceksiniz.” (Duhan: 23)
Bu ilâhî emir üzerine gizli gizli hazırlıklara başladılar. Bir gece ay ışığında yola çıktılar. Sabah olduğunda onlardan Mısır’da hiç kimse kalmamıştı. Durumu öğrenen Firavun son derece öfkelendi.
“Doğrusu bunlar bizi öfkelendiren döküntü azınlıklardır. Biz ise tedbirli kimseleriz.” dedi ve hemen şehirlerden ordu toplayacak adamlar gönderdi. (Şuarâ: 54-56)
Muhteşem bir ordu topladı. Güneş doğarken peşlerine düştüler. İzlerini takip ederek Mısır’dan çıktılar. Bu onların son çıkışları oldu.
Âyet-i kerime’de:
“Böylece biz onları bahçelerden, pınar başlarından, hazinelerden ve şerefli makamlardan çıkardık.” buyuruluyor. (Şuarâ: 57-58)
Deniz kenarına vardıkları bir sırada arkalarından yetiştiler.
“İki topluluk karşı karşıya gelip birbirlerini gördükleri zaman Musa’nın ashâbı:‘İşte yakalandık!’ dediler.” (Şuarâ: 61)
İsrailoğulları o anda öyle bir sıkıntıya düştüler ki arkalarında Firavun ve ordusu, önlerinde aşılmaz bir deniz vardı. Aynı zamanda çok zayıf ve güçsüz idiler.
Musa Aleyhisselâm ise, ne olacağını bilmemekle beraber, Allah-u Teâlâ’nın kendilerini mutlaka kurtaracağına inanıyordu:
“Hayır!... Rabb’im benimle beraberdir. Bana yol gösterecektir.” buyurdu. (Şuarâ: 62)
Firavun ve ordusu yaklaşıp da aralarında çok az mesafe kaldığı bir anda, Cenâb-ı Hakk Musa Aleyhisselâm’a vahyetti:
“Asânı denize vur!...” (Şuarâ: 63)
O da asâsını denize vurdu.
“Deniz hemen yarıldı. Her parçası koca bir dağ gibi oldu.” (Şuarâ: 63)
Allah-u Teâlâ denizin açılan kısmına bir rüzgâr gönderdi ve orası kupkuru oldu.
Böylece zâlimlerin korktukları eninde sonunda başlarına gelmiş, yaptıkları zulümlerin cezasını en ağır şekilde ödemişlerdir.
“Muzill” İsm-i şerif’i tecelli ederek Allah-u Teâlâ onları zelil ve İsrailoğulları hakkında da “Muizz” İsm-i şerif’inin sırrı zuhur ederek onları aziz kıldı.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Firavun, ordusuyla onları takip etti. Deniz de onları içine alıverdi, hem de ne alış!
Firavun, kavmini saptırdı ve onlara doğru yolu göstermedi.” (Tâhâ: 78-79)
İsa Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın İsrailoğullarına gönderdiği ve mucizevî bir şekilde doğmuş bir peygamberidir. Kudsî ruhla desteklenmiştir ve Allah-u Teâlâ’nın bir kelimesidir. Kendisinden önce Musa Aleyhisselâm’a verilen Tevrat’ı tasdik etmekle birlikte, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmek üzere gelmiş, muhataplarını Allah-u Teâlâ’nın kulluğuna yönelmeye teşvik etmiştir. Allah-u Teâlâ’nın mütevazi ve seçkin kullarından birisi ve peygamberidir.
Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’ın gerçek kişiliğini Âyet-i kerime’sinde şöyle beyan buyurmaktadır:
“Meryemoğlu İsa’ya açık mucizeler verdik.” (Bakara: 87 ve 253)
Allah-u Teâlâ onun mucizelerini, onun üstünlüğünün ve derecelerinin farklılığına sebep göstermiştir.
“Ve onu kudsi ruh ile destekledik.” (Bakara: 87 ve 253)
Allah-u Teâlâ henüz işin başında:
“Biz ona ruhumuzdan üflemiştik.” (Tahrim: 12)
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere onu kudsî ruhla desteklemişti.
Daha sonra ona kudsî ruhla ilimleri öğretmiş, yahudiler kendisini öldürmeye kalkıştıkları bir sırada ona yardım edip semâya yükseltmişti.
Gerek Âyet-i kerime’lerde, gerekse Hadis-i şerif’lerde; hayat menkıbesi anlatılan ulül-azm peygamberlerden birisi de İsa Aleyhisselâm’dır.
İsa Aleyhisselâm otuz yaşlarında iken vahiy geldi, peygamberlikle vazifelendirildi. Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini İsrailoğullarına tebliğ etti.
Bu dâvet görevini yahudi toplumu içerisinde yürütüyordu. İsrailoğulları Musa Aleyhisselâm’a gönderilen ilâhî dinin hükümlerini değiştirmişler, Tevrat’ı tahrif etmişlerdi. Peygamberlerin gösterdiği doğru yoldan saptılar. Mânevî hayattan da uzaklaştılar. Kıyameti, hesabı, azabı inkâr ediyorlardı. Nefislerine uydular, lezzetlere ve şehvetlere daldılar.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ; dine sonradan soktukları hurafeleri ve bâtıl fikirleri düzeltmesi, onları doğru yola çevirmesi için İsa Aleyhisselâm’ı peygamber olarak gönderdi.
İsa Aleyhisselâm onlara Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini tebliğ etmeye, dinin hükümlerini öğretmeye başladı. Bu hükümlerin bir kısmı, isyanları sebebiyle haram kılınmış bazı şeylerin tekrar helâl edilmesi idi.
Onları, kendisine tâbi olmaya çağırıyor, Allah’ı anlatıyor, âhireti, hesabı, azabı hatırlatıyor, saplantılardan kurtarmaya çalışıyordu.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İsa apaçık delilleri getirdiği zaman demişti ki:
Ben size hikmet getirdim.” (Zuhruf: 63)
Size ilâhî hikmetin gereği olan hükümleri getirdim.
“Bir de ayrılığa düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklamak için geldim.” (Zuhruf: 63)
Sizi uyarmaya, ihtilaflarınızı aranızdan kaldırmaya memur oldum.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Nuh Aleyhisselâm ile İbrahim Aleyhisselâm’ın gönderildiklerini, onların zürriyetlerinin de nübüvvete nail olduklarını, daha sonra da diğer peygamberlerin ve İsa Aleyhisselâm’ın gönderilmiş olduklarını beyan buyurmaktadır:
“Andolsun ki biz Nuh’u ve İbrahim’i gönderdik, peygamberliği ve Kitab’ı da onların soyuna verdik.” (Hadid: 26)
Kendilerine kitap verilen peygamberlerin hepsi Nuh Aleyhisselâm ile İbrahim Aleyhisselâm’ın zürriyetindendir.
“Onlardan kimi doğru yoldadır, içlerinden bir çoğu da yoldan çıkmışlardır.” (Hadid: 26)
Bu iki büyük peygamberin soyundan bazı sâlih kişiler gelmekle beraber, soylarının çoğu kendi kabiliyetlerini suistimal ederek sapıklığa düşmüşlerdir.
Her asırda Hakk dine uyanlar, hidayet yolunu kabul edenler azınlıkta kalmış; bâtıla uyanlar, dalâleti seçenler ise çoğunluk olmuştur.
“Sonra onların izleri üzerinden ardarda peygamberlerimizi gönderdik.” (Hadid: 27)
Musa Aleyhisselâm’dan sonraki İsrâiloğulları peygamberleri de bunlara dahildir.
“Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik ve ona İncil’i verdik.” (Hadid: 27)
Allah-u Teâlâ ona, içinde Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğine dair müjde bulunan İncil’i indirmiştir.
“Ona uyanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk.” (Hadid: 27)
İsa Aleyhisselâm çok yumuşak kalpli ve merhametli olduğu için, onu takip edenler de aynı şekilde mahlukata karşı yumuşak ve merhametli davranıyorlardı. Birbirlerini sevmeleri dolayısıyle, bu onlara Allah-u Teâlâ tarafından bir övgüdür.
“Türettikleri ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Ancak Allah’ın rızâsını kazanmak için kendileri türettiler, amma buna da gereği gibi riâyet etmediler.” (Hadid: 27)
Allah-u Teâlâ’nın dininde O’nun emretmediği ruhbanlığı ortaya attılar ve ona göre yaşamaya kendilerini zorladılar. Allah-u Teâlâ’nın rızâsını kazanmak uğruna nefislerine vacip kıldıkları şeyin hakkını da veremediler, hiç birisi verdikleri sözün icabına uymadılar, böylece dalâlete düştüler.
“Biz de onlardan iman etmiş olanlara mükâfatlarını verdik.” (Hadid: 27)
İsa Aleyhisselâm’ın haber verdiği Muhammed Aleyhisselâm’ın risaletini tasdik eden sâlih kimseleri kat kat sevaplara kavuşturduk.
“İçlerinden çoğu da yoldan çıkmış fâsıktırlar.” (Hadid: 27)
Hıristiyanlardan çoğu da itaat sınırından çıkmışlar, son peygamber Muhammed Aleyhisselâm’ın risaletini inkâr etmişlerdir.
“Onların izleri üzerine arkalarından Meryem oğlu İsa’yı, ondan önce gelmiş bulunan Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gönderdik.” (Mâide: 46)
Aslında İncil, daha önce gelmiş bulunan Tevrat’ı tasdik edici olarak gelmiş ve bazı küçük değişikliklerin dışında kalan hususlarda Tevrat’ın getirdiği ahkâma dayanmıştır.
“Ve ona, yol gösterici, aydınlatıcı olan ve önündeki Tevrat’ı tasdik eden İncil’i sakınanlara öğüt ve yol gösterici olarak verdik.” (Mâide: 46)
İncil Tevrat’ı doğrulayıcıdır, onunla çelişen bir kitap olarak indirilmemiştir. Allah-u Teâlâ İncil’i yol gösterici, nurlandırıcı ve öğüt olarak göndermiştir.
Fakat yahudiler inanmadılar, bu dâveti kabul etmediler. İsa Aleyhisselâm’ın karşısında, aslından çıkardıkları Tevrat’ı savunmaya kalktılar.
İsrailoğulları İsa Aleyhisselâm’ı müşkül durumda bırakmak için, peygamber olduğuna dair mucize istediler. Allah-u Teâlâ kulu ve Resul’ü İsa Aleyhisselâm’ın risalet ve nübüvvetini tasdik ve teyid etmek için ona parlak ve üstün mucizeler ihsan buyurmuştur.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde hıristiyanların İsa Aleyhisselâm hakkındaki bâtıl inançlarını anlatarak şöyle buyurmaktadır:
“‘Allah, Meryemoğlu Mesih’tir.’ diyenler gerçekten kâfir olmuşlardır.” (Mâide: 72)
Allah-u Teâlâ bu gibi vasıflardan münezzehtir.
“Halbuki Mesih onlara demişti ki:
Ey İsrailoğulları, benim de Rabbim sizin de Rabb’iniz olan Allah’a kulluk edin.” (Mâide: 72)
İsa Aleyhisselâm hıristiyanlara karşı delil olması için kendisinin de Allah’ın bir kulu olduğunu ifade etmiş ve bu konuda kendileriyle onlar arasında herhangi bir ayırım gözetmemiştir.
“Kim Allah’a ortak koşarsa, muhakkak ki Allah ona cenneti haram kılar.” (Mâide: 72)
Kim Allah’tan başkasının ilâh olduğuna inanırsa o aslâ cennete giremez. Çünkü cennet bir olan Allah’a inananların yurdudur.
“Varacağı yer ateştir, zâlimlerin yardımcıları yoktur.” (Mâide: 72)
Orada ebedi olarak kalacaklardır. Onlara destek olacak, içinde bulundukları durumdan onları kurtaracak hiçbir kimse yoktur.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Andolsun ki:‘Allah üç ilâhtan üçüncüsüdür.’ diyenler kâfir olmuşlardır.” (Mâide: 73)
“Allah üç ilâhtan üçüncüsüdür” demek, hem “Üç” kelimesi, hem de “Üçüncü” kelimesi itibariyle olmak üzere iki yönden küfürdür, katıksız şirktir. Bir ilâhtan başka ilâh olmadığı halde üç ilâh farzetmek, bir olan Allah’ın hakkını inkârdır, zulümdür. “Allah üç” demek, gibi bir çelişkidir.
“Oysa bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur.” (Mâide: 73)
Başka hiç kimse ulûhiyet sıfatına haiz değildir. Bütün mükevvenâtın Hâlik’ı ancak O’dur. Hiç bir şekilde ortaklığı kabul etmez, ulûhiyette tektir.
“Eğer bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette onlardan inkâr edenlere çok acıklı bir azab dokunacaktır.” (Mâide: 73)
Bu gibi sözlerden ve teslis inancından vazgeçmeyenlere Allah-u Teâlâ açıkça küfür damgası vurmuştur. Onlar en şiddetli bir azapla azaba uğrayacaklardır.
•
Allah-u Teâlâ hıristiyanları uyarmak, gittikleri yolun yanlışlığını onlara duyurmak için Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Allah’ı bırakıp da, size ne bir zarar ne de bir fayda vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz?” (Mâide: 76)
Hepsi de mahiyetleri itibariyle Allah-u Teâlâ’nın yaratıklarıdır. Hiçbir fayda ve hiçbir zarar verme imkânına sahip değildirler.
Bu böyle iken Allah-u Teâlâ’nın kemalini Mesih’e isnat edip ona ibadet etmek çok büyük bir iftira ve anlayışsızlıktır.
“Oysa Allah işitendir, bilendir.” (Mâide: 76)
Kullarının kendisine karşı ibadet ve duâlarını işittiği gibi, kalplerde gizlenen ve saklanan şeyleri de bilir. Dolayısıyla herkese hakettiğini verecektir.
“De ki: Ey ehl-i kitap! Dininizde haksız yere taşkınlık yapıp sınırı aşmayın.” (Mâide: 77)
Ey hıristiyanlar! Siz Mesih’in hak olan peygamberliğini geçip de onu ilâhlık mertebesine çıkarmayınız. Ey yahudiler! Siz de onun peygamberliğini inkâr ederek değerini düşürmeye cüret etmeyiniz.
“Daha önce hem kendileri sapmış, hem de bir çoklarını saptırarak doğru yoldan ayrılmış bir topluluğun hevâ ve heveslerine uymayın.” (Mâide: 77)
Burada sapan ve saptıranlardan maksat, yahudi ve hıristiyanların ileri gelenlerinden sapıklıkta çığır açan ve o yolda yürüyenlerdir. Bunlar dinlerinde hakkı hedef edinmemişler, bu sebeple haksız yere aşırı giderek geçmişlerini körü körüne taklit etmişlerdir.
“Nefislerinin kendileri için öne sürdüğü şey ne kötüdür.” (Mâide: 80)
Bu inançlarının, bu sapıklıklarının vahim neticelerini ahirette elbette göreceklerdir.
•
İsrailoğulları Romalıların esareti altında zillet içinde yaşıyorlardı. İsa Aleyhisselâm’ın elinden o kadar parlak mucizeleri gördükleri halde, davetine icabet etmediler. Çünkü kurtarıcı bir Mesih bekliyorlardı. Bu Mesih’in çok mücadeleci bir kişi olacağına ve diğer milletlerin esaretinden kurtararak Yahudileri dünyaya hakim kılacağına inanıyorlardı. İsa Aleyhisselâm’ı çok yumuşak ve merhametli gördükleri için, onun Mesih olduğuna inanmadıkları gibi, davetine kulak vermekten insanları alıkoymaya çalıştılar. Fakat başvurdukları her teşebbüs neticesiz kaldı. İman etmek şöyle dursun, Yahya Aleyhisselâm gibi İsa Aleyhisselâm’ı da öldürmeye karar verdiler.
İçlerinden birini inanmış gibi göstererek Havârîler’in arasına soktular. Toplandıkları yeri ve zamanı öğrenip baskın yapacaklardı.
Fakat Allah-u Teâlâ:
“Kötü tuzak, ancak sahibine dolanır.” (Fâtır: 43)
Âyet-i kerime’si mucibince, kendi kurdukları tuzağa kendilerini düşürdü, planlarını boşa çıkardı.
Daha sonra Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’ı öldürmek için tuzak kuranlar hakkında bilgi vererek şöyle buyurdu:
“(Yahudiler gizlice) tuzak kurdular. Allah da onların tuzaklarına karşılık verdi. Allah tuzak kuranlara karşılık vermekte en güçlü olandır.” (Âl-i imran: 54)
Onlardan daha sağlam tuzak kurar, onları kendi kazdıkları kuyuya düşürür. Cezaya çarpılanın nereden geldiğini bilemeyeceği bir şekilde ceza vermeye en çok muktedir olandır.
Allah-u Teâlâ kulu ve Resul’ü İsa Aleyhisselâm’a vahiyle durumu haber verdi, tuzak hazırlayanların bu tuzaklarını nasıl başarısızlığa uğrattığını açıkladı.
“O vakit Allah şöyle buyurdu: Ey İsa! Ben seni eceline yetireceğim ve seni nezdime yükselteceğim.” (Âl-i imran: 55)
Allah-u Teâlâ bu beyanı ile İsa Aleyhisselâm’ı Yahudiler’in elinden kurtaracağını ve kendisine hiçbir eziyet edilmeden, sağ salim göklere kaldıracağını müjdelemektedir
“Seni inkâr edenlerden tertemiz ayıracağım.” (Âl-i imran: 55)
Artık onlarla bir ilgin kalmayacak, onlar sana bulaşamayacaklar.
“Sana tâbi olanları kıyamet gününe kadar inkâr edenlerin üstünde tutacağım.” (Âl-i imran: 55)
Bu müjde müslümanlara âittir. Çünkü İsa Aleyhisselâm’a hem de diğer bütün peygamberlere gerçek mânâda tâbi olanlar Muhammed Aleyhisselâm’ın ümmetidir.
“Sonra da dönüşünüz bana olacak.” (Âl-i imran: 55)
İnananların da inkâr edenlerin de gidecekleri yer kıyamet gününde Allah-u Teâlâ’nın mahkeme-i kübrasıdır.
“İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.” (Âl-i imran: 55)
İhtilaflarda kimlerin haklı, kimlerin haksız olduğu o gün apaçık tecelli edecek. Mümin ve muvahhid olanlar ebedî olarak mükafata erecekler, münkir ve müşrik olanlar da ebedî azaplarla cezalanacaklar.
“İnkâr edip kâfir olanları, dünyada da âhirette de şiddetli bir azaba çarptıracağım. Onların hiç yardımcıları da olmayacak.” (Âl-i imran: 56)
Onlardan herhangi birini ilâhî azaptan kurtaracak bir fert de bulunmayacak.
Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’ı, İdris Aleyhisselâm gibi göğe kaldırdı, onlara ruhsat vermedi. Casus olarak gönderdikleri münafığı İsa Aleyhisselâm zannederek yakaladılar ve astılar.
Göklerdeki ve yerdeki gizlilikleri bilen, olanları ve olacakları bilen Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kesin bir ifade ile şöyle buyuruyor:
“Bir de inkâr etmelerinden, Meryem’in üzerine büyük bir iftira atmalarından ve:‘Allah’ın Resul’ü Meryemoğlu İsa Mesih’i öldürdük!’ demelerinden ötürü...” (Nisâ: 156-157)
Allah-u Teâlâ âlemlerdeki bütün kadınlara üstün kıldığı halde Hazret-i Meryem’i fahişelikle suçlamaları sebebiyle büyük bir iftirada bulundukları için kalpleri mühürlendi. Ayrıca İsa Aleyhisselâm’ı öldürdüklerini iddia ettikleri için aşırı şekilde yüzsüzlük ettiler.
Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’ın öldürülmesini ya da asılmasını şu Âyet-i kerimesi ile reddetmiştir:
“Halbuki onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat onlara, benzer gösterildi.” (Nisâ: 157)
Ona benzeyen birisini öldürdüler ve astılar.
“Onun hakkında anlaşmazlığa düştüler.” (Nisa: 157)
Bir kısmı öldürülen şahsın İsa olduğunu, bir kısmı da onun İsa değil bir başkası olduğunu iddia ettiler.
“Bu öldürülen İsa ise, arkadaşımız nerede? Eğer bu arkadaşımız ise İsa nerede?” dediler.
Bir kişinin öldürüldüğünde ittifak ettiler, fakat öldürülenin kim olduğu hususunda ihtilafa düştüler.
“Bu hususta bir bilgileri yoktur, sadece zanna uyuyorlar.” (Nisâ: 157)
Bu mesele hakkında bir çok farklı inanca sahip olmaları, onların bu hususta kesin bir bilgiye sahip olmadıklarını gösterir.
Öldürmüş olduklarını iddiâ etmiş olmalarına rağmen:
“Kesin olarak onu öldürmediler.” (Nisâ: 157)
Şu halde öldürme cinayeti ile övünmeleri de yalandır.
“Bilakis Allah onu kendi katına yükseltti. Allah güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ: 158)
İsa Aleyhisselâm’ı onların şerrinden kurtardı, cesedi ve ruhu ile birlikte diri olarak göğe kaldırdı.
Allah-u Teâlâ bütün yaptıklarını bir hikmete göre yapar. İsa Aleyhisselâm’ın göğe çıkarılması ve cesedi ile beraber yaşaması da bir hikmete dayalı olarak gerçekleşmiştir.