Medine döneminde Uhud savaşından sonra Hicret’in 4. yılında nâzil olan bu mübârek sûre-i celîle; yirmidört Âyet-i kerime, dörtyüzkırkbeş kelime, bindokuzyüzonüç harften teşekkül etmiştir.
Adını 2. Âyet-i kerime’deki “İlk sürgün” mânâsına gelen “Li evveli’l-haşr” ifadesinden alır. Âyet-i kerime’lerin muhtevâsından anlaşıldığına göre burada sözü edilen “Haşr”, mahşer günündeki toplanmayı ifade etmeyip; Benî Nadîr adındaki yahudi kabilesinin Medine-i münevverede’ki yurtlarından çıkarılıp sürgüne gönderilmesi ile ilgilidir. Bundan dolayı bu Sûre-i şerif’e: “Benî Nadîr sûresi” de denmiştir.
Tesbihle başladığı için “Müsebbihât” denilen beş Sûre-i şerif’in ikincisidir.
Sûre-i şerif’in fazileti hakkında Ashâb-ı kiram’dan İrbâd bin Sâriye -radiyallahu anh- şöyle söylemiştir:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- yatıp uyumadan önce Müsebbihât’ı (Hadîd, Haşr, Sâf, Cumâ ve Teğabün sûrelerini) okur ve bunlarda bin âyetten daha faziletli bir âyetin bulunduğunu söylerdi.” (Ebu Dâvud - Tirmizî)
Ma’kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kim sabaha erdiğinde üç defa: ‘Euzü billâhissemîil-alîmi mineşşeytanirracim’ diyerek Haşir sûresinin son üç âyetini okursa, Allah buna karşılık akşama kadar yetmiş bin melek vazifelendirir. Eğer o gün ölecek olursa şehid olarak vefat eder. Bu âyetleri gece okursa aynı mertebe kendisine verilir.” (Tirmizî)
Sûre-i şerif’in nüzûl sebebi, Nadîr oğulları kabilesinin daha önce Resulullah Aleyhisselâm’la yapmış oldukları tarafsızlık antlaşmasını bozmalarıdır.
Nadir oğulları ile Kureyza oğulları adlı yahudi kabileleri Medine-i münevvere’ye iki saat uzaklıkta bulunuyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm bunların her ikisi ile de çeşitli antlaşmalar yapmıştı. Yahudilerin mal ve can emniyetleri sağlanmış, buna karşılık onların da maddî yardımda bulunmaları karara bağlanmıştı.
Şu kadar var ki; müslümanların Bedir’de elde ettikleri zafere sevindiklerini gören ve Tevrat’ta: “Sancağı yere düşmeyecek olan muzaffer peygamber” diye anılan âhir zaman nebisinin bu peygamber olduğunu söyleyen iki yüzlü yahudiler, Uhud savaşının müslümanlar aleyhine sonuçlanması üzerine tavırlarını tamamen değiştirdiler. Reci’ ve Bi’r-i maûne fâciaları üzerine de müslümanların nüfuzunun iyice sarsıldığını sandılar.
Amr bin Ümeyye -radiyallahu anh- tarafından yanlışlıkla öldürülen iki kişinin diyetinin bir kısmı andlaşma gereği Nadir oğulları tarafından ödenmesi gerekiyordu. Resulullah Aleyhisselâm yanına Ashâb-ı kiram’dan on kişi aldı ve Nadir oğullarının bulunduğu mahalleye giderek hisselerine düşen diyeti vermelerini istedi. Aynı zamanda yaptıkları antlaşmaya ne derece sâdık olduklarını öğrenmek istiyordu. Yahudiler önce bu teklifi iyi karşıladılar, fakat sonra Resulullah Aleyhisselâm’ın ayaklarına kadar gelmesini fırsat bilerek suikast yapmayı plânladılar.
Sellâm bin Mişkem onları ikaz etti. “Siz bu fikirden vazgeçiniz. Böyle bir işe yeltenecek olursanız, bu durum ona bildirilir. Aranızdaki ahdi bozmuş, kendinize yazık etmiş olursunuz.” dedi. Fakat sözünü dinleyen olmadı.
Resulullah Aleyhisselâm’ı bir evin gölgeliğinde oturttuktan sonra damdan başına taş yuvarlayarak öldüreceklerdi. Cebrâil Aleyhisselâm gelerek durumu bildirdi. Resulullah Aleyhisselâm hemen bulunduğu yerden kalkarak Ashâb’ı ile beraber oradan uzaklaştı. Yahudiler suçüstü yakalanmış oldular. Resulullah Aleyhisselâm Medine’ye döndükten sonra Muhammed bin Mesleme -radiyallahu anh-i göndererek on gün içinde orayı terketmeleri haberini iletti. Aksi halde kendileri ile savaş yapılacaktı.
Bu karar Allah-u Teâlâ’nın şu Âyet-i kerime’sindeki hükmüne uygun düşüyordu:
“Bir kavmin (antlaşmayı bozmak hususunda) ihanet etmesinden çekinirsen, onların yaptığı gibi sen de antlaşmayı onlara at. (Antlaşmayı bozduğunu bildir.)
Çünkü Allah hâinleri sevmez.” (Enfâl: 58)
Onların sürgün edilecekleri zaten Tevrat’ta da yazılı bulunuyordu. Allah-u Teâlâ suçlarına göre bu şekilde cezalandırmaya hükmetmişti.
Bu mübârek sûre-i şerif üç bölüme ayrılır. 10. Âyet-i kerime’ye kadar göklerde ve yerdeki bütün varlıkların Allah-u Teâlâ’nın azamet ve yüceliğini bildiren beyanla başlar.
Savaş yapmadan elde edilen başarının sırf Allah-u Teâlâ’nın izni ve yardımı ile meydana geldiğini belirten 2. Âyet-i kerime’nin sonunda bu hadiseden herkesin ders almasının gerektiğine işaret edilir.
3. Âyet-i kerime’de yeminini bozmuş bir topluluk için sürgünün en hafif ceza olduğu, aslında bu gibi kimselerin dünyada da ahirette de ağır cezaları haketmiş olduğu açıklanır.
7-8. Âyet-i kerime’ler gayr-i müslimlerden alınan fey’in taksim esaslarını belirler.
9. Âyet-i kerime’de Medine-i münevvereli Ensâr’ın Mekke-i mükerremeli Muhâcir kardeşlerine karşı beslediği kardeşlik duyguları anlatılır.
10. Âyet-i kerime’de müminlerin birbirine karşı yüreklerinde kin tutamayacakları bildirilir.
İkinci bölümde 17. Âyet-i kerime’ye kadarki kısımda münâfıklarla yahudilerin sürgünden önceki ilişkilerinden bahseder; birbirine karşı nasıl yalan söylediklerini, sözlerinden nasıl döndüklerini ve birbirlerinin aleyhinde nasıl çalıştıklarını gözler önüne serer.
Üçüncü bölüm Allah-u Teâlâ’dan korkmayı ve ahiret hazırlığı yapmayı öğütleyen Âyet-i kerime ile başlar. Bütün kötülüklerin Allah’ı ve ahiret gününü unutmaktan ileri geldiğine işaret edilir. Cehennemliklerle cennetliklerin eşit olmadığı, esas kurtulanların cennet ehli olduğu belirtilir.
21. Âyet-i kerime’de Kur’an-ı kerim’in bir dağa indirilmiş olsaydı dağı parça parça edeceği ifade edildikten sonra, son üç Âyet-i kerime’de Tevhid inancının özü açıklanır.
Göklerde ve yerdeki her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiğini bildiren Âyet-i kerime ile başlayan Sûre-i şerif, yine göklerde ve yerdeki her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbihe devam etmekte olduğunu haber veren Âyet-i kerime ile son bulur.
Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerde olduğu gibi, Haşr sûre-i şerif’inin ilk Âyet-i kerime’sinde de; yerdeki ve gökteki, canlı ve cansız her şeyin Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiği haber verilmektedir:
“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ı tesbih etmektedir.” (Haşr: 1)
Bu tesbih yaratılışta mevcuttur. Bütün mahlûkat Allah-u Teâlâ’nın varlığına ve birliğine, kudret ve azâmetine, şeref ve izzetine şehâdette bulunur dururlar. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.
“O Azîz’dir, hükmünde hikmet sahibidir.” (Haşr: 1)
Dilediğine izzet verir, dilediğini zelil eder. Hakk’tan yana olanları zafere eriştirir. Mülkünde güçlüdür, O’na karşı gelmek isteyenler sonunda mağlup ve perişan olurlar.
Bununla beraber O Hakîm’dir, tedbir ve takdirinde nice hikmetler vardır, yaptığını hikmetle yapar. Her şeyde O’nun hikmet ve izzeti tecelli eder durur.