Adem Aleyhisselâm’dan Resulullah (s.a.v) Efendimiz’e kadar gelen bütün Peygamber Efendilerimiz İslâm’ı tebliğe memur kılındılar. Çünkü İslâm, insanın Hazret-i Allah’a ulaşması için tek yoldur. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik.” (Mâide: 48) buyuruyor.
Fahrüddin-i Râzi (r.aleyh) Hazretleri ve diğer bazı müfessirler bu Âyet-i kerime’ye: “Ey kullarım! Sizin her birinize iki şeyi vâcip ettim. Evvelâ şeriat, sonra tarikat.” mânâsını vermişlerdir.
Zâhiri ve bâtınî yolu birleştirmeden İslâmiyet’in yaşanamayacağı açıktır. İç âlemin, ruhi hayatın bozukluğu zâhiri amellerde fesad ve bozukluğa sebep olur. Kişinin nefsinin ortaya koyduğu gaflet ve boşluk Allah’ın (c.c) emirlerinde sadakatsizlik ve gevşeklik oluşturur. Kişinin tadili erkâna riayet etmeksizin namazı alelacele kılması, cimrilik yüzünden zekât vermemesi, Hacc’a gitmemesi, bazen kibir ve gururdan dolayı karşısındakine alenen zulmetmesi, öfkesinin şiddetinden dolayı hak ve hukuk gözetmeden muamele etmesi gibi pek çok şeyler bu boşluktan meydana gelir.
“Nefsini temizleyen kurtulmuştur.” (Şems: 9)
Âyet-i kerime’sinde buyurulduğu üzere tasavvufta gaye İslâm’ın emirlerine karşı gelen nefsin arzu ve isteklerini kırmak ve onu temizlemektir.
Kişinin nefsini ıslah etmeden zahiri emirlere bağlılığını devam ettirmesi çok zordur. İşte bundan dolayı nefsin ıslahını esas alan tasavvuf İslâm’ın şerî hükümlerinin, zâhiri amellerin tam ve kâmil bir şekilde edası için lüzumludur.
Bâtınî amellerin gerektiği usüllerde yapılması için gidilen yola tarikat denmiştir.
Resulullah (s.a.v) Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyor:
“İlim ikidir. Birisi dilde olup (ki bu zahiri ilimdir) Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerine hüccetidir. Bir de kalpte olan (marifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için faydalı olan da budur.” (Tirmizi)
Anlaşıldığı gibi zâhiri ahkâmın herkesçe açık olduğu bir de kalbi ve bâtını ilgilendiren gizli, az kişinin bildiği ilim olduğunu, bu ilmin iç alemi düzenleyen Hazret-i Allah ile kul arasındaki perdeleri kaldırıp asıl gayeye yani Hazret-i Allah’a ulaştıran ilim olduğu ve zahiri en güzel şekilde tamamladığı vurgulanmıştır.
Tasavvuf, Resulullah (s.a.v) Efendimiz ve Ashâb-ı kiram Hazerâtının yaşantısında aynen görülüyordu. Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm gibi zâhiri ilimler, tasavvuf ve bâtını ilgilendiren ilimlerden ayrı olmayıp bir bütün olarak yaşanmaktaydı. Daha sonraları İslâm âlimleri bu ilimleri bir bir ayırıp sistemleştirdiler.
İslâm’daki zâhiri ahkâmın ve amellerin delillerini büyük fakihler bütün güç ve azimlerini vererek açıklamışlardır. Evliyâullah da aynı şekilde tasavvuf ahkâmını, kalp ve bâtın inceliğini, iç âleme ait amel ve hükümleri bütün delilleriyle açıklamışlardır.
Ümmetin en büyük müçtehid mezhep imamlarından olan İmam-ı Âzam (r.aleyh) ve İmam-ı Şafii (r.aleyh) Efendilerimiz yaşadıkları zaman içindeki tasavvuf ehlinden olan İbrahim Ethem (k.s), Şeybân Raî (k.s) gibi zâtları tasdik etmişler ve her fırsatta onların üstünlüklerini dile getirmişlerdir. Onlara verilen bâtınî ilimden faydalanmışlardır.
İmam-ı Şafii (r.aleyh) Hazretleri, Şeybân Raî (k.s) isminde evliyâ-i kiramdan bir zâtın huzurunda, mektebe giden bir çocuk gibi diz çöker ve yapacağı işleri kendisinden sorardı.
Onun bu durumunu bazı âlimler hazmedemediler. “Senin gibi bir âlim nasıl olur da bir çobandan bilgi alır?” dediklerinde “Bu zât bizim bilmediklerimizi bilir.” cevabını verdi. (İhyâ-u Ulûmid-din)
İmam-ı Âzam (r.aleyh) Hazretleri, evliyâ-i kiram’dan İbrahim Ethem (k.s) Hazretleri için: “Seyyidimiz, efendimiz İbrahim” buyururlardı. Yakınları kendisine bu tazimin, bu hürmetin sebebini sorduklarında: “Biz ilmimizle nefsimizi düşünürüz. Onlar ise kendilerini unutup hikmetle Mevlâ’larını düşünürler.” cevabını vermiştir. (Marifetnâme)
Geçmişte olduğu gibi günümüzde de “Ben tasavvufu yaşamadan yalnızca şeriatı yaşayacağım”, “İslâm’ı yaşamak bir tasavvuf ehline bağlanmayı gerektirmez” gibi düşünenlerin İmam-ı Şafii (r.aleyh), İmam-ı Âzam (r.aleyh) gibi ümmetin en büyük müçtehid imamlarına bakarak kendi durumlarını düzeltmeleri gerekir.
Şeriat ile tasavvuf insanın cesedine göre ruhudur. Şeriatta emredilen amellerin dışını ve sûretini belirleyen hükümleri tasavvuf aynen nasıl emredildiyse kabul etmiş, bu emirlerin ruhunu oluşturan derûni mânâlarına, taşıdığı sırlara inmenin yollarını ortaya koymuştur.
Tasavvuf ehli, tasavvufun yaşanılmadıkça, tadılmadıkça anlaşılmayacağını anlatmışlardır. Bu yüzdendir ki Yunus Emre (k.s), Mevlâna (k.s), Hacı Bayram Veli (k.s) gibi ünlü tasavvuf büyükleri zâhiri âlimlere göre katı kalplerin yumuşamasında ve İslâm’ın benimsenmesinde daha etkili olmuşlardır. Bunun sebebi ise İslâm’ı tam anlamıyla tasavvufla bütünleştirerek yaşadıkları içindir.
Hakiki İslâm’ı yaşamak tasavvufla, tasavvufu yaşamak da Mürşid-i kâmil’i bulmakla mümkündür. Çünkü Resullah (s.a.v) Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Alimler peygamberlerin vârisleridir.” (Buhari) buyurmuşlardır.
İslâmî ilimlerin inceliklerini en iyi bilen, tasavvufu en iyi yaşayan, Resulullah (s.a.v) Efendimiz’in nurunu taşıyan, Ümmet-i Muhammed’e öncülük edenler mürşid-i kâmillerdir.