Geçtiğimiz bir iki ay boyunca başta Kıbrıs konusu olmak üzere AGSP ve AB üyeliği konularında yaşanan tartışmalar göstermiştir ki, Türkiye, Türkiye olabilmek için önce kendi içinde bir zihniyet değişimi sağlamak ve bu değişimi iş dünyasından sivil toplum örgütlerine, medyadan iktidar organlarına ülkeyi temsil noktasındaki her kuruma yaymak zorundadır.
Zira bir ülkenin işgal altında olmasından daha tehlikeli bir durum zihinlerin ve gönüllerin işgal altında olmasıdır. Beyinleri sömürgeleştirilmiş insanların ve hatta sömürgecilerle aynı milliyetten aynı teşkilattan aynı dinden olan insanların ülkemiz üzerinde söz hakkı bulunması çok tehlikeli durumlar doğurmaktadır.
Hemen hemen bütün medyanın bu zihniyetin tekelinde olması tehlikenin boyutlarını akıl almaz derecede büyütmektedir. Zira halk, dostunu düşmanını tanımada zorlanmakta, tanıyanların gerekli zamanda icap eden tedbirleri alması güçleşmektedir. Dolayısı ile birçok işte gerekli tedbirlerin alınmasında yaşanan gecikmeler büyük bedellerin ödenmesine sebep olmaktadır.
Batı'nın gerçek zihniyetini, bizim hakkımızda icra etmeye çalıştığı planlarını gizleyerek siyasî, askerî, iktisadî her türlü tavizi vermek pahasına AB'nin kucağına oturmayı tavsiye edenlerin bir kısmı gerçek birer haindir, bir kısmı ise gaflet içerisindeki işbirlikçilerdir. Bunun üçüncü bir tevili yoktur.
Yukarıdaki tespitlerin ispatı için Kıbrıs tartışmalarına bakmak yeterlidir. Batı'nın gerçek yüzünü görmek için yine Kıbrıs'a bakmak yeterlidir. Kıbrıs üzerinde dönen hadiseler insanı hayret ettirecek boyuttadır. İnsan ister istemez şu soruyu kendisine sorar: "Neden Kıbrıs?"
Gümrük Birliği'ne girişimizin şartı Kıbrıslı Rumların AB'ye adaylık başvurusuna olur vermemizdi. (Gümrük Birliği başlı başına bir diplomatik fiyasko iken ulusal başarı gibi takdim edilmiştir. AB ülkelerinin ABD gibi ülkelerle yaptığı anlaşmalar Türkiye için uygulanmaz, Türkiye, aleyhine alınan kararları veto etme yetkisine sahip değildir.)
AB'ye aday kabul edilmemizin şartı yine Kıbrıs’ta Rumların Türkiye üye olmadan AB'ye girebilmesine izin vermekti. Bu izni de verdik. (Bu kararlara imza atanlar bugün birer kahraman gibi caka satıyorlar ancak birgün tarih sayfalarında hakettikleri sıfatla anılacaklardır.)
Bu tavizleri koparan Batılı dost(!)lar boş durmadı. AİHM Türkiye'ye işgalci damgası vurdu. Avrupa Parlamentosu “Avrupa Birliği, adanın askerden arındırılması için uluslararası güce katkıda bulunacak olanaklara sahiptir.” diyerek Türkiye'yi tehdit etti. 8 Kasım 2000, 4 Aralık 2000, 12 eylül 2001 gibi tarihlerde içinde ABD'nin, AB'nin ve BM'nin bulunduğu uluslararası baskı ve tehdit organizasyonları tertip edildi. İngiltere'nin Kıbrıs özel temsilcisi gelip bir dizi tehditler savurdu.
Hiçbir abartma olmadan denilebilir ki, Birleşmiş Haçlı Kuvvetleri Kıbrıs'ı ele geçirmek için her yolu denemektedir.
"Kıbrıs stratejik açıdan o kadar da önemli değildir.", "Kıbrıs Türkiyesiz de yapabilir.", "Kıbrıs AB'ye girişimiz önünde engel olmamalıdır." cümlelerini sarf edebilenler niye "Bütün haçlılar bu kadar önemsiz, burnumuzun dibindeki bir ada için neden bu kadar büyük bir gayretle bir araya geliyorlar?" sorusunu da sormuyorlar? Gafletleri ihanet boyutuna varanlara söyleyecek fazla bir şey yok.
İzmir Belediye Başkanlığı yapmış olan Burhan Özfatura 1974'de Belçika'da Maliye Bakanlığında araştırma yaptığını, Kıbrıs harekatı yapılınca Belçika basınında devamlı Türkiye aleyhine yazılar çıktığını, bu duruma dayanamayıp genel müdüre "Burnumuzun dibindeki bu bizim adada, yüzellibin kardeşimizi soykırıma tabi tutuyorlar. Siz demokrasi ve insan hakları edebiyatı yapıyorsunuz, ama burada haksızlık yapıyorsunuz." diye sorduğunu, bunun üzerine genel müdürden unutamadığı bir cevap aldığını nakleder:
"Bak Özfatura, işin hikayesini geç. Herkes şahsi menfaatini korur. Biz Nasır'ı satın almıştık, Enver Sedat'ı da satın aldık. Suriye, Irak, Libya, bunlar henüz kabile. Ben Batı ülkelerine mal satmam, ama gelişmemiş İslam ülkelerine petrol karşılığı mal satarım. Siz oraya lider olursanız, biz bu şansımızı kaybederiz. Arap-İsrail Harb'indeki kısa bir ambargo bizi perişan etti. Biz, sizin o bölgeye yeniden lider olup canımıza okumanıza fırsat vermeyeceğiz.
Son Kıbrıs harekatı bile, bizim bütün gayretlerimize rağmen, sizin eski hasletlerinizi kaybetmediğinizi gösterdi. Eğer mağlup olsaydınız, yardım ederdik. Ama şimdi galip geldiniz. Burnunuzu kırmak için ambargo dahil herşeyi yaparız. Hatta politik karışıklıklar çıkarırız. Hükümetten bakanlar istifa eder, milletvekillerini istifa ettiririz. Terörü tırmandırırız."
Bu faşist zihniyet Batı insanının genlerine işlemiştir. Bu kötü yüzlerinin farkında oldukları için gizleyeme çalışırlar. Ancak bu gerçeği gizlemekte her zaman muvaffak olamazlar:
"Avrupa Konseyinin Danimarka'da 5071 bilim adamının katıldığı bir toplantısı yapıldı. Bu toplantının açış konuşmasını yapan "Gaumand" aynen şunları söyledi, (ilave ve çıkarma asla yapmıyorum):
'Sizi bir konuda uyarıyorum. Avrupa Birliğinin önünde büyük bir düşman vardır. Bu düşman sadece ekonomik bir düşman değil, askeri bir düşmandır. Bu düşman Tükiye'dir. Avrupa Birliği önümüzdeki 5 yıl içinde şu veya bu şekilde pasifize edilmeli ve ekonomisi çökertilmelidir.'
Bu sözleri hiçbir yetkili tekzip edemez. IMF bu ekonomik çöküntüyü yapmaktadır." (M. Necati Özfatura, Türkiye, 6 Haziran 2001)
1974'te İngiltere Dışişleri Bakanı olan Callaghan ise bizi şöyle tehdit ediyordu: “Bugün, Kıbrıs ordunuzun esiridir. Ancak yarın, ordunuz Kıbrıs'ın esiri olacaktır”
Bütün bu gerçekler karşısında emperyalist zihniyete karşı aslanlar gibi direnen Denktaş'ı hedef alanlara ne diyelim, hangi sıfatı yakıştıralım. “Hain”, “Nankör”, “Gafil”... Hangisi?
Denktaş yıllardır kendine has üslubuyla hem Kıbrıs hem Türkiye’deki gafillerle uğraşmaktadır:
"Basında, ‘Denktaş, derhal masaya oturmalıdır. Mesele derhal halledilmelidir.’ diye saldırılar başladı. Bunları alan Rum, tabiatıyla daha güçlendi. Bunları alan AB yetkilileri, ‘Türkiye, Kıbrıs’la o kadar ilgili değildir, beraber değildir, son anda Türkiye gerileyecek, Türkiye Kıbrıs’tan vazgeçecektir. Bakın, basın neler yazıyor’ diye raporlar vermeye başladı.
Bu da yetmedi, açıkça beyanatlar yapıldı. ‘Türkiye blöf yapıyor, Türkiye son anda gerileyecektir, AB’ye girmek için Kıbrıs’ı feda edecek’ diye beyanatlar yapılmaya başlandı. Avrupa parlamentolarında ‘Türk askeri Ada’dan çıksın’ diye kararlar çıkmaya başladı. Onlar bunu yaparken, bizim basınımız da benim aleyhime şaha kalktı.
Türk basınına sesleniyorum; bizi hırpaladınız, helal olsun, zararı yok. Ama, barış masasında bana Rum kadar haklı olduğumu söyleyiniz. Rum kadar eşit olduğumu haykırınız. Türkiye’nin 1960 anlaşmalarıyla elde ettiği haklarından vazgeçemeyeceğini siz de savununuz.
Savununuz ki bu coşkuyu görmeyen, göremeyen, Anadolu’daki nabzı elinde tutamayan Avrupa’dakiler de ‘Türk basını gerçekten Türk ulusunun nabzını tutmuştur, bu nabız, Kıbrıs’ta barış, ama tavizsiz bir barış istenmektedir’ neticesine gelsinler. Çünkü, biz, bizi basın destekledikçe güçlü olduk."
Hal böyle iken AB’nin yağlı kemiğini ümit ederek hainleri destekleyen gafillere sormak lazım: “AB bizi üyeliğe kabul edecek mi?”
Bu soruya cevap vermeden önce AB’nin ne olduğunu ortaya koymak gerekiyor. AB’ye üye olmayı Türkiye’den başka bir ülkede bir “din” gibi ideoloji ve ütopya haline getirenler var mıdır merak etmemek elde değil.
Halbuki AB bir imparatorluk ve Birleşik Devlet olma yolunda ilerleyen bir oluşumdur. Ortak para hedefine bu yılbaşından itibaren geçmiş oldular. Ortak bir ordu kurma çalışmaları da malum.
Dünya güç dengesinde bu yeni durumlarıyla daha ağır basmaya çalışan bu ülkeler genişleme sürecine hangi gözle bakıyorlar? Ellerindeki pastayı bölüşecek yeni ortaklar mı arıyorlar, yoksa pastalarını büyütebilmek için yeni malzeme mi bulmaya çalışıyorlar?
Şimdi bu sorulara uygun cevapları kendiniz verdikten sonra bir düşünün: Türkiye’nin nüfusu Polanya hariç bütün diğer aday ülkelere eşit. 2025 yılına göre yapılan bir hesaba göre Türkiye 92 milyon nüfusla Avrupa’nın en kalabalık ülkesi, Almanya 82 milyon, İngiltere 61 milyon ve diğerleri böyle devam ediyor. Üstelik bütün Avrupa ülkelerinde kayda değer bir artış olmazken ve hatta İtalya nüfusu gerilerken (ve böylece gittikçe yaşlanırken), Türkiye’nin nüfusu muazzam bir şekilde artıyor. Bu nüfusun müslüman olduğunu, genç ve dinamik olduğunu, Avrupa’da birçok müslüman azınlık olduğunu, Türklerin bu azınlıklar içerisinde başı çektiğini, üstelik bütün dejenerasyona rağmen Türklerin bulundukları ülkenin kimliğini kabul etmemekte en çok direnen millet olduğunu da düşünün. (Türk Dışişleri bakanı bile nüfus meselesine değindikten sonra “AB açısından Türkiye kolay bir hadise değil, bunu da göz önüne almak lazım.” diye konuşuyor.)
Düşünmeye devam edelim. Avrupa’nın en büyük ordusu nerede? Bütün teknolojik imkanlarına rağmen hangi Batı ordusu bizi karşısına almaya cesaret edebilir?
IMF destekli ekonomik çöküntü operasyonunun en büyük hedeflerinden birisinin Türk ordusu olduğunu söylersek şaşırır mısınız? Arjantin, ordusunu onda bire düşürdü ancak ekonomik çöküşten kurtulamadı. Türkiye’ye de bu yönde dayatmalar yapıldı. 11 Eylül hadisesi olmasaydı bu dayatmalar belki de bir kısım neticiler elde edecekti.
Sonuç olarak Türkiye AB’ye girmek istiyorsa Ege ve Kıbrıs’ta Yunanistan lehine taviz vermek, Doğuda Kürdistan ve Ermenistan taleplerine olumlu cevap vermek, ordusunu küçültmek, ekonomisini teslim etmek zorundadır. Bu şartları yerine getirdiğimiz takdirde dahi üye yapılmamız şüphelidir. Meğer ki, vatanperver, milliyetperver insanların iktidar üzerinde söz sahibi olma ihtimali tamamen ortadan kalkmış olsun.
Bu noktada kendimize sormamız icap ediyor: “Biz nasıl bir ülke olmak istiyoruz?”
Dünya siyasetinde söz sahibi büyük bir ülke mi olmak istiyoruz, küçülmüş, kırpılmış, sömürgeleştirilmiş, onuru kırılmış bir kuyruk mu olmak istiyoruz?
Bu soruya; bu milleti sömüren bir avuç gizli cemiyet mensubundan, kendisini bu milletin bir parçası olarak görememiş dönmelerden, mezhepçilerden ve benzerlerinden başka “Evet” diyeni bulmak zordur. Ancak maalesef halihazırda bu “Evet” diyenlerin borusu ötmektedir.
Peki, kuyruk olmazsak, sömürüden kurtulursak aç mı kalırız? Hayır. Bilakis “Kendi kafamızla, kendi gönlümüzle birkaç sene içinde Avrupa’nın bir numaralı devleti oluruz.” (Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu)
Bu böyle olduğu gibi AB de derme-çatma bir imparatorluktur. AB, masal kahramanlarının çok başlı, keloğlanla bile başa çıkamayan aptal devleri gibi bir şeydir. Euro özellikle Almanya’nın iteklemesiyle tedavüle girmiştir. Ancak büyük ihtimalle Avrupa içi çatışmalara sebep olacaktır. Zira farklı ekonomik problemleri olan ülkelerin hepsini tatmin edecek tek bir para politikası uygulamak neredeyse imkansızdır.
AB’nin karşısında terazide ağır basacak bir devlet olma potansiyelimiz varken, AB’nin sıradan bir ülkesi olmak isteyenler kime hizmet ettiklerini artık anlamalıdır.
Enerji ve ticaret yolları üzerindeki stratejik deniz ve kara geçitlerini doğudan batıya saydığımızda önümüze çıkan tablo şudur: Japonya, Çin gibi büyük ekonomiler ve Tayvan, Kore gibi ülkelerden çıkan ticaret gemileri Malezya ve Endonezya sınırları içindeki boğazları kullanmak zorundadır. Üstelik bu yolun alternatifi de pek azdır. Yine bu gemiler Avrupa’ya ulaşmak için Somali ve Yemen arasındaki Babu'l-Mendep Boğazından ve Mısır sınırları içindeki Süveyş Kanalından geçmek zorundadır. Bu su yollarına Fas'ın komşu olduğu Cebel-i Tarık Boğazını, Basra Körfezinin kapısı olan Hürmüz Boğazını ve tabii ki Türk Boğazlarını eklediğiniz zaman ortaya çıkan tabloyu hesap edebilirsiniz. Görüldüğü gibi stratejik boğazlar içerisinde müslüman ülkelerden geçmeyen geriye sadece Panama Kanalı kalmıştır.
Eski kıtanın en stratejik kara parçası ise Afanistan'dan Türkiye'ye uzanan Ortadoğu coğrafyasıdır. Bu coğrafyanın en kilit iki ülkesi ise Türkiye ve Afganistan'dır.
Bu stratejik coğrafi bilgilere Ortadoğu ve Orta Asya enerji kaynaklarını eklediğiniz zaman işin rengi biraz daha netleşir.
Bütün bunlara Müslümanların dünya nüfusunda ve ekonomisindeki artan ağırlığını, Batı'nın ihtiyarlayan, artmayan nüfusunu, Batı ülkeleri içinde en hızlı yayılan dinin İslam olduğu gerçeğini de ekleyelim...
Bu tabloyu İngiltere ve ABD çok iyi okuyorlar ki, saydığımız yerlere yakın hatta bizzat dibinde üsler bulundurmaya büyük önem veriyorlar. (Bu stratejik üslerin en önemlilerinden birisi de İngiltere’nin Kıbrıs üsleridir.)
Peki bu stratejik coğrafyada yaşayan müslüman ülkeleri bir araya getirebilecek, liderlik yapabilecek potansiyele sahip bir ülke var mı? Var...
Peki böyle bir ülkenin yükselmesini ABD veya AB ister mi? İstemez...
11 Eylül'den sonra “ABD bizi yalnız bırakmaz.” diye sevindirik olanlara hayret etmemek elde değildir. Batı'nın ve ABD'nin yardımları ile abad olacağımızı sananlar büyük hata ediyorlar.
Hangi zihniyette olursa olsun biraz vatanperver olan herkesin itiraf ettiği bir hakikat vardır ki, emperyalist Batı ülkeleri Türkiye'ye belli bir siklet biçmiştir. Bunun üzerine çıkmamızı engellemek için her yola başvurmaktan çekinmezler.
Türkiye artık Batı'ya Batılılar gibi yaklaşmaya, pazarlıkları peşin yapmaya başlamıştır. Ancak unutulmamalıdır ki, bugün bazı menfaatleri için Türkiye'ye yardım ediyorlarsa, yarın başka menfaatleri için terör ve savaş çıkartmaktan zerre kadar imtina etmeyeceklerdir.
Onun bunun yardımlarıyla, destekleriyle hiçbir yere varmamız mümkün değildir. Biz kendimize dönmek zorundayız.