Muhterem Okuyucularımız;
Dışarıdan âlim zannettiğiniz fesatçılar Allah-u Teâlâ’nın hudutlarını kaldırmak isterler. Kendilerine âlim süsü veren bu gibi kimseler, hem İslâm’ın ön safında görünmek isterler, hem de din-i mübini kendi arzu ve heveslerine uydurmaya çalışırlar, ifsat ve tahrif ederler.
Cühelâ gürûhu nefislerini ilâh edinmişler, Allah-u Teâlâ’ya hasım kesilmişler, İslâm’mış gibi görünüyorlar ve fakat küfre hizmet ediyorlar. Din-i İslâm’ı tahrif ve tahrip etmek için çalışıyorlar. Din-i İslâm’da olmayan şeyleri; hurafe, bid’at, yalan-yanlış olarak bütün güçleriyle yaymaya çalışıyorlar. Öyle ki Hazret-i Kur’an’ın üzerine münakaşa yapıp çekişerek bu yolla tahrip ve tahrif etmeye çalışıyorlar. Böylece de münafık durumuna düştüler.
Kötü âlimler Allah-u Teâlâ’nın dinini bıraktıkları, şeytanın adımlarına uydukları için bu hale düşmüşlerdir.
Âlim olduklarını sandılar, ulemâ sıfatı altında cehaletlerini ve küfürlerini yaydılar. Bu gibi kimselerin ifsatları çok, tahribatları büyüktür.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez.
Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını tamamen bilmektedir.” (Yunus: 36)
Bunlar nefis putunu ilâh edinmişler, şeytanın yoluna girmişler, hem kendileri sapmışlar, hem de başkalarını sapıtmışlardır.
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Şüphesiz ki Allah-u Teâlâ ilmi insanlardan çekip alıvermez. Lâkin ilmi, âlimleri almakla kaldırır. Nihayet hiçbir âlim bırakmadığı vakit, insanlar bir takım kara cahilleri baş edinirler. Onlara sual sorulur. İlimsiz fetvâ verirler. Bu suretle hem kendileri saparlar, hem de başkalarını saptırırlar.” (Müslim: 2673)
Onlar Allah-u Teâlâ ile ilgilerini kesmişler, halk ile ilgilerini kurmuşlar. Onların alış-verişi halk iledir. Yalnız ve yalnız nam, şöhret, gösteriş, riyaset ve mevki düşünürler. Şeytanın izindedirler.
Allah-u Teâlâ onların iddiâlarını reddetmektedir. Her ne kadar müslümanları aldatmaya çalışıyorlarsa da, aslında aldanan bizzat kendileridir, en büyük zararı yine kendileri görürler, yaptıklarının vebali kendilerine döner.
Kendilerinin nasıl bir cehalet ve dalâlet çukuruna düşmüş olduklarının hiç farkında değildirler.
Âyet-i kerimeler’de şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine ‘Yeryüzünde fesad çıkarmayın!’ denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler.” (Bakara: 11)
“Resulüm gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
O’nun hükmü böyledir. Nefis putuna dayanmış olduğundan, bunlara tâbi olan kimse, bunları ilâh olarak kabul etmiştir.
Allah'a emanet olunuz.
Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İnsan, bizim kendisini nutfeden (kerih bir sudan) yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir.” (Yâsin: 77)
Allah-u Teâlâ’ya hasım kesilenlerle, Allah-u Teâlâ ile alay etmek isteyenlerin iç durumunu ve âkıbetlerini size açıklıyorum.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz’den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir.” (Beyhakî)
Bu zamana “Seyyiat zamanı” denir. Bu seyyiat zamanında “İslâm’ım” diyenlerin hali bu olacak.
Hazret-i Kur’an’ı güzel kılıflar içerisinde evlerinin duvarlarına asacaklar, “Bak benim Kur’an’ım var!” diyecekler. Bazıları da eline alıp okuyacak, veya ezberleyecek, fakat onun ahkâmı mucibince amel etmeyecek.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bugünkü mescidleri olduğu gibi görmüşler. Kubbeli kubbeli camiler, yeşil yeşil halılar ne kadar güzel, ne kadar imarlı, fakat içinde adam yok.
Tahareti bilmez, istibraya dikkat etmez, daha camiye girmeden abdesti bozulmuştur, abdestsiz namaz kılar. Namaz kılanların yüzde doksanbeşi abdestsizdir.
Ya nikâhsızdır, ya fâizcidir, ya bölücüdür ve dinin yasak ettiği diğer kötülükler kendilerinde mevcuttur, saymakla bitmeyen kötülükleri rahatlıkla yaparlar ve yine camiye de girerler. İçi adam dolu, fakat hidayetten mahrum.
Ulemânın durumu ise meydanda. Bunların yaptığı tahribatı hiçbir kâfir yapamaz. Çünkü onların cephesi var, tedbirini alırsın. Fakat bunlar İslâm gibi göründükleri için, çok büyük tahribat yaparlar. Dinleyenler sözüne inanır, müslümansa İslâm’dan çıkar, kâfir ise zaten küfründe devam eder.
Onlar fitneyi çıkardılar. Fakat Allah-u Teâlâ’nın bu fitneyi başlarına geçireceğini yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz haber veriyorlar. Bunlar yanlarına kalmayacak. Dünyada da ahirette de. Çünkü bunlar münafıktır, yerleri esfel-i sâfilindir.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndümek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır.” (Tevbe: 32)
Onun içindir ki gökkubbe altında en şerli insanlardır. “Gökkubbe altında en şerli” demek; papazdan da, hahamdan da, mecusiden de, yezididen de ve bütün bu gayri dinlerin en aşağısında olan demektir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Şüphesiz ki benden sonra ümmetimden bir zümre gelecektir. Onlar Kur’an okuyacaklar, fakat Kur’an’ın feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır.) Nitekim onlar okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar, bir daha da ona dönemeyeceklerdir. İşte bütün insanların ve hayvanların en kötüsü bunlardır.” (Müslim: 1067)
Bu mucize bir Hadis-i şerif’tir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz 1400 sene sonra olacak hadiseleri mucize olarak haber vermiştir.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Artık onlar iman etmezler.” (Enfâl: 55)
Onların iman etmeleri beklenilemez.
•
Din-i mübin’i yıkmak için her türlü çareye başvurulmaktadır.
Şöyle ki; “Bir şehirde Ezan-ı muhammedî’yi bir yerde bir kişi okusun bütün camilerden dinlensin.” derler. Bu icraatları ile müezzinliği ve minareleri yok etmek isterler. Halbuki bunlar İslâm’ın sembolüdür. Her müezzinin çıkıp minarede ezan okuması lâzım. Zira onun memurudur. Allah için yapanlar çıkıyordu ya...
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“İnsanlar, müezzinlikte ve birinci saftaki sevabı bilseydiler, kurasız kimse ezan okuyamaz, birinci safta yer bulamazdı.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 366)
“Kim yedi yıl sevabına inanarak ezan okursa; Allah bunu, onun ateşten kurtulmasına bir senet yapar.” (Tirmizî: 206)
“Müezzin, sesinin gittiği yer boyunca mağfiret olunur. Yaş ve kuru herşey onun lehine şehâdet eder.” (İbn-i Mâce: 724)
“Kıyamet günü boyunları en uzun olanlar müezzinlerdir.” (Müslim)
Yarın denilecek ki: “İmam bir kişi olsun, cemaat o bir kişiye uysun.” Bu defa camileri, imametle cemaati kaldırmak isteyecekler.
İslâm maskesi altında yine diyecekler ki: “Kur’an-ı kerim bir yerde okunsun, halk dinlesin.” Böylece Hazret-i Kur’an’ı yok etmek isterler. Bütün Kur’an-ı kerim’e âit olan bilgileri ilgileri böyle kaldırmak isterler.
Bunların maskesini çıkarmak lâzımdır.
•
Bunların gökkubbe altındakilerin en şerlileri oluşları; maskeleri İslâm maskesi, içyüzleri ise “Asluhu kâfir, cismuhu necis” oldukları içindir.
Niçin necistirler? İçlerinde öyle kimseler var ki, müslüman bile değildirler; abdest almazlar, gusül yapmazlar, namaz kılmazlar, müslüman gibi görünürler.
Balık otu yutmuş müslümanlar da bunları seyrederler.
Yani böylece ilâhî emirleri inkâr ediyorlar. Din-i mübin’i yıkmak, hükmünü kaldırmak istiyorlar. Dinin ismini bırakmak, aslını kaldırmak istiyorlar. Yarın huzur-u ilâhîye ne yüzle çıkacaksınız?
Bu kâfirlerin oyununa düşmeyin, uyanın!
Cühelâ gürûhu nefislerini ilâh edinmişler, Allah-u Teâlâ’ya hasım kesilmişler, İslâm’mış gibi görünüyorlar ve fakat küfre hizmet ediyorlar. Din-i İslâm’ı tahrif ve tahrip etmek için çalışıyorlar. Din-i İslâm’da olmayan şeyleri; hurafe, bid’at, yalan-yanlış olarak bütün güçleriyle yaymaya çalışıyorlar. Öyle ki Hazret-i Kur’an’ın üzerine münakaşa yapıp çekişerek bu yolla tahrip ve tahrif etmeye çalışıyorlar. Böylece de münafık durumuna düştüler.
Kötü âlimler Allah-u Teâlâ’nın dinini bıraktıkları, şeytanın adımlarına uydukları için bu hale düşmüşlerdir.
Âlim olduklarını sandılar, ulemâ sıfatı altında cehaletlerini ve küfürlerini yaydılar. Bu gibi kimselerin ifsatları çok, tahribatları büyüktür.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez.
Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını tamamen bilmektedir.” (Yunus: 36)
Bunlar nefis putunu ilâh edinmişler, şeytanın yoluna girmişler, hem kendileri sapmışlar, hem de başkalarını sapıtmışlardır.
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Şüphesiz ki Allah-u Teâlâ ilmi insanlardan çekip alıvermez. Lâkin ilmi, âlimleri almakla kaldırır. Nihayet hiçbir âlim bırakmadığı vakit, insanlar bir takım kara cahilleri baş edinirler. Onlara sual sorulur. İlimsiz fetvâ verirler. Bu suretle hem kendileri saparlar, hem de başkalarını saptırırlar.” (Müslim: 2673)
Onlar Allah-u Teâlâ ile ilgilerini kesmişler, halk ile ilgilerini kurmuşlar. Onların alış-verişi halk iledir. Yalnız ve yalnız nam, şöhret, gösteriş, riyaset ve mevki düşünürler. Şeytanın izindedirler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar hem insanları Kur’an’dan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar.
Böylece ancak kendilerini helâke atarlar da farkına varmazlar.” (En’am: 26)
Kendileri Hazret-i Kur’an’ın nur ışığından faydalanamadıkları gibi, başkalarının da faydalanmasına engel oluyorlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Dinin felaketine yol açan üç sebep vardır: Günahkâr fakih, zâlim devlet başkanı ve cahil müctehid.” (Feyz-ül Kadir)
Çünkü onlar hükm-ü ilâhîye değil de kendi zanlarına uymuşlar, kendi mesnetsiz iddiâlarını hüküm yerine koymuşlardır.
Dine uymak şöyle dursun, dini kendilerine uydurmaya çalışırlar. Dinde yenilik isterler. Asıl gayeleri ise dini aslından çıkarmak, bid’at ve küfrü yaymaktır. Bunlar din-i İslâm’ı eğlenceye alanlardır.
“Allah’a karşı yalan uydurandan veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir?Zâlimler şüphesiz ki iflâh olmazlar.” (En’am: 21)
•
Dışarıdan âlim zannettiğiniz fesatçılar Allah-u Teâlâ’nın hudutlarını kaldırmak isterler. Kendilerine âlim süsü veren bu gibi kimseler, hem İslâm’ın ön safında görünmek isterler, hem de din-i mübini kendi arzu ve heveslerine uydurmaya çalışırlar, ifsat ve tahrif ederler.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri Âyet-i kerime’sinde bize tanıtıyor ve şöyle buyuruyor:
“Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değildirler.” (Bakara: 9)
Allah-u Teâlâ onların iddiâlarını reddetmektedir. Her ne kadar müslümanları aldatmaya çalışıyorlarsa da, aslında aldanan bizzat kendileridir, en büyük zararı yine kendileri görürler, yaptıklarının vebali kendilerine döner.
•
Âlim geçinen, fakat aslında zâlim olan bu gibi kimselerin bu cehaletleri, din adına işlenen bir cinayettir. Dinimizin maruz kaldığı en büyük tehlikedir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:
“Şerlilerin en şerlisi kötü âlimlerdir.” buyurmuşlardır. (Dârimî)
Onların kalpleri nifak ve şüphe ile doludur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır.
Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle onlara elem verici azap vardır.” (Bakara: 10)
Onlar Kitabullah’a itibar etmeyince, Allah-u Teâlâ da bu hastalığı taşıyanların hastalığını daha da artırmıştır. Bu yüzdendir ki Allah-u Teâlâ’nın kahrına müstehak olmuşlardır.
Kendilerinin nasıl bir cehalet ve dalâlet çukuruna düşmüş olduklarının hiç farkında değildirler.
“Kendilerine ‘Yeryüzünde fesad çıkarmayın!’ denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler.” (Bakara: 11)
Allah-u Teâlâ onların bu cevaplarını şiddetli bir şekilde reddederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir. Lâkin anlamazlar.” (Bakara: 12)
Allah-u Teâlâ’nın hükmünü kaldırmaya çalışıp kendi arzusunu hüküm yerine koymaya çalışmak bir şirktir, bunu yapan müşriktir. Bu bir ulûhiyet dâvâsıdır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
O’nun hükmü böyledir. Nefis putuna dayanmış olduğundan, bunlara tâbi olan kimse, bunları ilâh olarak kabul etmiştir.
Allah-u Teâlâ bunların içyüzünü Âyet-i kerime’sinde şöyle vasıflandırıyor:
“Hevâ ve hevesini ilâh edinen, Allah’ın bile bile saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
Görülüyor ki sapanların ve nefsine tapanların Allah-u Teâlâ gerçekten kalplerini mühürlemiştir ve onlar böylece gizli şirke sapmışlardır.
Burada görülüyor ki bunlar gökkubbe altındaki en şerli ve en tehlikeli insanlardır.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:
"Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım." buyurmuştur. (Müslim)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Ashâb-ı kiram'dan İbn-i Hudayr -radiyallahu anh-'a “İslâmı yıkacak olan şeyleri biliyor musun?” diye sorunca, o da: “Hayır!” cevabını verdi.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-:
“İslâm'ı yıkacak olan şeyler, ilmin ortadan kalkması, münafıkların Kur'an üzerinde cedelleşmeleri ve saptırıcı imamların hükümleridir.” buyurdular. (Darimi-Sünen, Katade: 22)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize verilen mucizelerin en büyüğü ve devamlı olanı Kur’an-ı kerim’dir. Hem mânâsı hem de lâfzı itibarı ile mucizedir. Asr-ı saâdetten zamanımıza kadar hiçbir âyeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile değişmemiştir ve aslâ değişmeyecektir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Kur’an-ı kerim’in hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, hidayeti dalâletten ayırt eden ilâhî bir söz olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki bu Kur’an (hak ile bâtılı) ayıran bir sözdür.” (Târık: 13)
Bir müslümana düşen; hüküm ve irşadlarından öğüt almak, nûru ile aydınlanmaktır.
“Doğrusu o (Kur’an) takvâ sahipleri için bir öğüttür.” (Hakkâ: 48)
Kur’an-ı kerim’den faydalanabilmenin birinci şartı muttaki olmaktır. Her şeyden önce Hazret-i Allah’tan korkan, Âyet-i kerime’ler okunduğu zaman imanları artan müminler ondan faydalanırlar. Onun hidayeti ile yollarını bulurlar, dünyâ saâdetine âhiret selâmetine ererler.
Allah’tan korkmayanlara gelince, onların kalpleri katılaşmış, kararmış, o nûru göremez olmuş, gaflet içinde kalmışlardır.
“Bununla beraber biz biliyoruz ki, İÇİNİZDE onu yalanlayanlar vardır.” (Hâkka: 49)
Kur’an-ı kerim’in Allah kelâmı olduğunu bildiği halde; işine gelmediği, menfaatine ters düştüğü için bazı hükümlerini inkâr ve iptal etmeye kalkışmaktadırlar. Değil bir hükmünü, bir harfini bile inkâr eden dinden çıkar.
Hazret-i Allah’ın indirdiğinden tiksinenler işte bunlardır.
“Muhakkak ki o, kâfirler için bir üzüntüdür (bir iç yarasıdır.)” (Hâkka: 50)
Kur’an nûrunun etrafa yayıldığını, beşeriyetin nurlanmaya başladığını gördükçe içleri yandığı gibi; âhirette Kur’an nûruyla münevver olanların aldıkları mükâfâtı görünce, ebedi bir pişmanlık içinde kalırlar.
“Ve kesinlikle o, şüphe olmayan bir gerçektir.” (Hâkka: 51)
Yalanlayanların yalanlamalarına, hükümlerini çürütmeye çalışmalarına rağmen hakk’al-yâkin bir kitaptır. Kendisinde aslâ kuşku ve tereddüt bulunmayan doğru ve gerçek haberdir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde İslâm dinine dâvet edilen kimselerin bir kısmının kabul edip bir kısmının da kabul etmeyeceğini ve imandan mahrum olanların mesuliyetlerinin kendilerine âit olacağını beyan buyurmaktadır:
“Aralarında ona (Kur’an’a) inanan da vardır, inanmayan da vardır. Rabbin fesat çıkaranları en iyi bilendir.” (Yunus: 40)
Fesatları sebebiyle sapıklıkta kalmayı hakeden ifsatçıları en iyi bilen Allah’tır.
“İçlerinden sana kulak verip dinleyenler eksik değildir. Fakat sağırlarsa sen mi duyuracaksın? Hele akıllarını da kullanmıyorlarsa!” (Yunus: 42)
Sen sağırlıkları ile birlikte akılları da olmayan kimselere işittirebileceğini umuyor musun?
“İçlerinden sana bakanlar da vardır. Fakat körlere sen mi doğru yolu göstereceksin? Üstelik de hiç görmüyorlarsa!” (Yunus: 43)
Baş gözünün körlüğüyle kalp gözünün körlüğü bir araya gelirse, onlara hakikatı duyuracağını mı sanıyorsun?
•
Kur’an-ı kerim’in nâzil olduğu Asr-ı saâdet yıllarında münafıklar gizliden gizliye nifak çıkarıyorlar, Kur’an-ı kerim üzerinde şüpheler uyandırmaya çalışıyorlardı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde münafıkların Kur’an âyetlerini nasıl karşıladıklarını, ilâhî hükümleri nasıl telâkki ettiklerini haber vermekte, günümüzdeki münafıkların içyüzlerini de bu vesile ile ayan beyan ortaya koymaktadır:
“Ne zaman bir sûre indirilse, onlardan (münafıklardan) bazıları ‘Bu sûre hanginizin imanını artırdı?’ derler.” (Tevbe: 124)
Böylece aldatılması mümkün olanları yoldan çıkarmak için, kendi aralarında müminlerle alay eder tarzda buna benzer sorular ortaya atıyorlar, böylece küfür ve nifaklarını etraflarına bulaştırmaya çalışıyorlardı.
Onların bu alay ve inkârlarına cevap olarak Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Halbuki o, iman edenlerin imanını artırmıştır ve onlar birbirleriyle müjdeleşirler.” (Tevbe: 124)
İman neşesi ile müjdelenip bunun sevincini yaşarlar, bu durum kalplerinde yakîn bir ilmin tecellisine vesile olur, bir kısım hakikatlere vâkıf olmalarını temin eder.
Nâzil olan her sûre ve âyet, müminlerin iman ve irfanını artırırken, münafıkların ise kalplerinde nifak hastalığını artırır.
“Kalplerinde hastalık olanlara gelince, (o sûre) murdarlıklarına murdarlık katmıştır.” (Tevbe: 125)
Her sûrenin gelişiyle müminlerin iman şulesi ve neşvesi perderpey nasıl artıyorsa, ahlâkları güzelleşip nasıl olgunlaşıyorsa, buna karşılık münafıkların da her inkârında küfürleri, katılıkları ve ahlâksızlıkları bir kat daha artıyordu.
“Ve kâfir olarak ölüp gittiler.” (Tevbe: 125)
Bu haber Allah-u Teâlâ’dan gelen kesin bir hükümdür.
Mütebâki Âyet-i kerime’lerde münafıkların belâ ve musibetlerden ders almadıkları, intibaha gelmedikleri, küfürlerinde ısrar ettikleri beyan buyurulmaktadır:
“Onlar her yıl bir veya iki defa çeşitli belâlara uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı?
Böyleyken yine de tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.” (Tevbe: 126)
Zaman zaman kendilerine suçlarını itiraf ettirecek durumlara düşüyorlar. Tevbeyi hatırlatacak türlü türlü belâlara, hastalık gibi musibetlere uğratılıyorlar. Kendilerine gidişatlarının ne kadar vahim olduğunu, küfre kaydıklarını, dinden çıktıklarını hatırlatanlar da bulunuyor. Fakat ne mümkün? Başlarına gelen belâların neden ileri geldiğini anlamıyorlar. Kendilerine verilen öğütlerin ne kadar uyulmaya lâyık olduğunu mülâhaza etmiyorlar. Nifaklarına tevbe edip, İslâm’a sarılmaya yanaşmıyorlar. Ne içinde bulundukları nifaktan dönüyorlar, ne de ibret alıyorlar.
“Allah onların kalplerini imandan çevirmiştir. Çünkü onlar gerçeği anlamayan kimselerdir.” (Tevbe: 127)
Kıt düşünceleri, hakikatı aramaktan mahrumiyetleri sebebiyle bu âkıbete müstehak olmuşlardır.
•
Hazret-i Allah’ın indirdiğinden tiksinenlerin durumlarını arzetmeye devam ediyoruz.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kur’an-ı kerim’inde insanlara misalleri, öğütleri, açık delilleri değişik üslûplarla açıklamıştır. Ki hakikatı öğrensinler de, içinde bulundukları sapıklıktan kurtulsunlar, hidayete ersinler, cennete ve Cemâlullah’a kavuşsunlar.
“Andolsun ki biz, düşünüp anlasınlar diye bu Kur’an’da sözü tekrar tekrar açıkladık. Fakat bu, onlara daha da kaçıp uzaklaşmaktan başka bir yarar sağlamıyor.” (İsrâ: 41)
Yine tiksiniyorlar, yine nefret ediyorlar, yine kendi zan hükümlerini bırakmıyorlar.
“Biz onları korkutuyoruz. Fakat bu korkutmamız onlarda büyük bir azgınlıktan başka bir şeyi artırmıyor.” (İsrâ: 60)
Allah-u Teâlâ’nın bütün korkutma ve uyarıları, onların dalâlet içinde daha da gömülüp gitmelerine sebep oluyor.
“Biz Kur’an’dan öyle şeyler indiriyoruz ki, müminler için şifâ ve rahmettir. Zâlimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.” (İsrâ: 82)
Kur’an-ı kerim’in nûru ile nûrlanan müminler Allah-u Teâlâ’nın rahmetine mazhar oldukları gibi; onun hidayetine sırtını dönen kimseler ise, o nûrdan istifade edemezler, karanlıklar içinde kalırlar.
Hazret-i Allah’ın indirdiğinden tiksinenler hakkında diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Âyetlerimiz açık açık kendilerine okunduğu zaman, kâfirlerin suratlarında hoşnutsuzluk sezersin. Onlar âyetlerimizi okuyanlara neredeyse saldıracak gibi oluyorlar.
Onlara de ki:
‘Size bundan (bu kin ve öfkenizden) daha kötü bir şey haber vereyim mi? Ateş!’ Allah onu kâfirlere vâdetmiştir. O ne kötü bir dönüş yeridir!” (Hacc: 72)
Onları bu Âyet-i kerime’lerden tanıyacaksınız. Bu Âyet-i kerime’ler okunup onlar bu hâli kesbettiği zaman, durumlarını açık olarak görün.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlara ‘Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve Peygamber’e gelin!’ denildiği zaman, münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.” (Nisâ: 61)
Allah-u Teâlâ’nın ulvî hükümlerine uymak istemezler. Bunlar din-i İslâm’ı eğlenceye alanlardır.
İşte Âyet-i kerime:
“Dinlerini oyun ve eğlenceye alanları, dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak.” (En’am: 70)
Bu gibi kimseler, uymaları ve yoluna girmeleri gereken dinlerini oyun ve eğlence edindiler. Dini hükümleri kendi arzularına göre yalan-yanlış yorumlamaya kalkıştılar. Zan, nam, gaye, maksat ve menfaatleri için bu Din-i mübin’i vasıta olarak telakki ettiler.
İşte Allah-u Teâlâ “Onları bırak!” diye emir veriyor. Onlar büyük bir azaba uğrayacaklar, elim bir cezaya çarptırılacaklardır.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlara Rahman’dan yeni bir öğüt geldiğinde mutlaka ondan yüz çevirirler.” (Şuarâ: 5)
Onlar bunu; apaçık delilin ortaya konulmasına, emrin ve nehyin açık ve kesin olmasına rağmen böyle yaparlar.
“Üstelik yalanladılar. Fakat alay edip durdukları şeylerin haberleri yakında kendilerine gelecektir.” (Şuarâ: 6)
Yalanladıkları ve yüz çevirdikleri şeyin cezası başlarına gelecek, böylece âkıbetlerine kavuşmuş olacaklar.
“Azap onlara öyle ansızın gelir ki, onlar hiç farkında olmazlar. O zaman ‘Acaba bize mühlet verilir mi?’ derler.” (Şuarâ: 202-203)
Kendilerine çok az bir süre verilmesini isterlerse de onların bu istekleri kabul edilmeyecektir.
“Onlara ‘Yapmakta olduğunuz ve yapıp arkada bıraktığınız işler hakkında Allah’tan korkun, umulur ki size merhamet olunur!’ denildiği zaman (yüz çevirirler.)” (Yâsin: 45)
Böylesine güzel olan bir nasihata aldırış etmezler.
“Onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet geldiği zaman mutlaka ondan yüz çevirirler.” (Yâsin: 46)
Onlar kelâmullah olan Kur’an-ı hakîm’in ulvî beyanlarını olduğu gibi kabul edip de İslâm’la müşerref, imanla münevver olmak istemezler.
“Onlardan yüz çevir. (Dâvetine uymamalarından dolayı) sen kınanacak değilsin.” (Zâriyat: 54)
Allah-u Teâlâ yeryüzünde haksız yere büyüklenenlerin, koyduğu hükümlerden yüz çevirenlerin, ne kadar delillerle karşılaşsalar bile inanmayanların, doğru yolu apaçık görseler bile o yolda yürümeyenlerin, dalâlet yollarına daldıkça dalanların durumlarını ve âkIbetlerini bir Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“Yeryüzünde haksız yere böbürlenip büyüklük taslayanları âyetlerimi idrakten çevireceğim, anlamaktan mahrum edeceğim.” (A’raf: 146)
Kalpleri öyle mühürlenecek ki; dinin inceliklerini, ilâhî hükümlerdeki hikmet ve hakikatleri anlamazlar, gerçeklere nüfuz edemezler.
“Onlar bütün âyetleri görseler yine de inanmazlar.” (A’raf: 146)
Büyüklük taslamaları onları tasdik etmelerine mâni olur, tefekkür etmezler, ibret almazlar.
“Doğru yolu görseler onu yol edinmezler.” (A’raf: 146)
Kendilerini sapıklık kapladığı için Hakk’a yönelmezler ve o yolun doğru olduğunu görmelerine rağmen o yolu tutmazlar.
“Azgınlık yolunu görseler hemen onu yol edinirler.” (A’raf: 146)
Hevâ ve heveslerine uygun ve bâtıl arzularına ulaştırıcı olmasından dolayı, dalâlet yolunu kendilerine hiç ayrılmayacakları bir yol olarak seçerler.
“Çünkü onlar âyetlerimizi yalanladılar ve onları umursamaz oldular.” (A’raf: 146)
Onların bu gafletleri yanılmak ve bilgisizlikten kaynaklanan bir gaflet değil, Hakk’a ve hakikate yüz çevirmelerinden kaynaklanan bir gaflettir.
•
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde eski İsrâiloğullarına halef olan bir takım kimselerin, Tevrat’ın hükümlerine uymaları için kendilerinden söz alınmış olmalarına rağmen, o kitabın hükümlerine muhalefet ederek dini dünyaya âlet ettiklerini, dünyanın geçici menfaatine yöneldiklerini haber vererek onları kıyamete kadar gelecek insanlara numune-i imtisal olarak göstermiştir:
“Arkalarından onların yerine Kitab’a vâris olan bir takım kimseler geldiler.” (A’raf: 169)
Okumasını yazmasını öğrendiler, fetvâ ve hüküm verme mevkilerine geçtiler. Şu kadar var ki kendileri o kitaba sahip çıkmadılar, hükümlerine sarılmadılar. Gönüllerinde onun azametini hissetmediler. O kitapta bulunan emir ve yasakları, helâl ve haramları bildikleri halde gereğince amel etmediler. Onu keyiflerine göre, işlerine geldiği gibi kullandılar.
Allah-u Teâlâ’nın hüküm olarak koymuş olduğu dine uymayıp muhalefet etmeye kalkışmak, dünya hırsı adına yapılan fenalıkların ve şirklerin başında gelir.
“Şu aşağılık dünyanın geçici menfaatini alıyorlar.” (A’raf: 169)
Gerçeği saptırıyorlar, gayrımeşru yollarla geçici menfaatlarını elde ediyorlar, sonra da bu yaptıkları hareketi tevile yelteniyorlardı.
“Ve: ‘Biz nasıl olsa bağışlanacağız.’ diyorlardı.” (A’raf: 169)
Elde etmiş oldukları bu dünyalık sebebiyle, bu menfaatlarından dolayı Allah-u Teâlâ’nın kendilerini mesul tutmayacağını iddiâ ediyorlardı.
“Onlara buna benzer bir menfaat daha gelse onu da almaktan tereddüt etmezler.” (A’raf: 169)
Almaya devam ederler, mesuliyetten korkmazlar, bu suretle bayağı servetler elde ederek, haris bir halde yaşarlar.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-ya bu Âyet-i kerime’den sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
“Bir takım kimseler ki, dünyaya rağbet ederler. Kur’an’ın ruhsatlarıyla amel etmek isterler ve: ‘Allah bizi bağışlar.’ derler. Dünyadan her ne ki ellerine geçerse alırlar, haram helâl noktasına lâyık-ı veçhile dikkat etmezler.
Bugün ellerine geçeni aldıkları gibi, onun aynısı yarın gelse tekrar alırlar.”
Kur’an-ı kerim’in ahkâmına riâyet etmeyenlerin durumları burada anlaşılmış oluyor.
Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:
“Allah’a karşı gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dâir Kitap’ta onlardan söz alınmamış mıydı?” (A’raf: 169)
Buna rağmen mâsiyetlerde ve haram yemede ısrar ediyorlar, Allah-u Teâlâ’nın kendilerini bağışlayacağını kuvvetle savunuyorlar.
“Ve onun içindekileri ders olarak okumuşlardı.” (A’raf: 169)
Kitap’ta yazılı olan bütün bilgileri çok iyi bildikleri halde dünya menfaati için Allah-u Teâlâ’nın hükmüne aykırı davranıyorlardı.
Bunların gökkubbe altında en şerli kişiler oluşunun sebeplerinden birisi de budur. Din-i mübine en büyük zarar bunlardan gelmektedir.
“Allah’tan korkanlar için ahiret yurdu elbette daha hayırlıdır. Hâlâ düşünmüyor musunuz?” (A’raf: 169)
Onlar akıllarını kullanıp düşünselerdi, fâni olanı bâki olana tercih etmezler, azaba götürücü âdi şeyler karşısında ebedî saâdetlerini fedâ etmezlerdi. Bu geçici hayatın zevklerini ancak Allah’tan korkmayanlar tercih ederler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, bu gibi kimselerin Kur’an-ı kerim’in ilâhî beyanları karşısındaki durumlarını anlatarak şöyle buyurmaktadır:
“İçlerinden bazıları da sana kulak verirler. Halbuki biz onların kalpleri üzerine, onu anlamamaları için örtüler, kulaklarına da ağırlık koyduk.” (En’âm: 25)
Hak ve hakikat ne kadar açık olursa olsun, engelli kulaklara ve perdeli kalplere giremez. Gözler bakar, kulaklar işitir, fakat hiçbir şey görmez ve duymaz.
“Onlar her türlü âyeti görseler, yine de ona inanmazlar.” (En’âm: 25)
Allah-u Teâlâ, hidayete ermek için çalışanları hiç şüphesiz ki hidayete ulaştırır. Hakk’tan yüz çevirenlerin ise hidayet ile aralarına perde çeker.
“Hatta sana geldiklerinde seninle mücadele ederler ve o kâfirler: ‘Bu eskilerin masallarından başka bir şey değildir.’ derler.” (En’âm: 25)
O gün öyleydi, bugün ise daha değişik kılıklarda ve üsluplarda ortaya çıkıyorlar.
“Onlar hem insanları Kur’an’dan menederler, hem de kendilerini ondan uzaklaştırırlar.
Böylece ancak kendilerini helâke atarlar da farkına varmazlar.” (En’âm: 26)
Kendileri Hazret-i Kur’an’ın nur ışığından faydalanamadıkları gibi, başkalarının da faydalanmalarına engel olurlar.
Onlar Allah-u Teâlâ’nın âyetlerini kulakları ile işitir, fakat kalpleri işitmez. Çünkü onlar kalplerine perde çekilmeye müstehak olmuşlardır.
Nitekim başka bir Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Kur’an okuduğun zaman, seninle ahirete inanmayanların arasına gizli bir perde koyarız.” (İsrâ: 45)
Bu durum, onların Allah-u Teâlâ’ya ve O’nun ilâhî hükümlerine yönelmemelerinin bir cezasıdır. Hak ve hakikat gözler önünde güneş gibi parlayıp durduğu halde onları idrak edemeyenler, işte böyle bir perde ile perdelenmiş kimselerdir.
“Ayrıca onu anlamamaları için kalplerinin üzerine perdeler çekeriz, kulaklarına da ağırlık koyarız.” (İsrâ: 46)
Bu ağırlık, Allah-u Teâlâ’nın âyetlerini kendilerinin hidayet bulmalarını sağlayacak bir şekilde işitmelerini önleyen bir ağırlıktır.
“Sen Kur’an’da Rabbini tek olarak zikrettiğin zaman da, onlar nefret ederek arkalarını döner giderler.” (İsrâ: 46)
Şirk içinde yaşamayı tercih ederler.
Halbuki Kur’an-ı kerim öyle bir kitaptır ki; Allah-u Teâlâ’nın emirlerine sarılmak, nehiylerinden sakınmak suretiyle O’nun gazabından korunan ve itaat etmek suretiyle de azabından kurtulan müminler için yol göstericidir.
Allah-u Teâlâ Fâtiha sûre-i şerifi’nin 4. Âyet-i kerime’sinde Zât-ı akdes’ini:
“Din gününün sahibi” olarak vasıflandırmaktadır.
Öyle bir gün ki; inananla inanmayanı, itaatkârla isyankârı, şükredenle nankörü, zulmedenle zulme uğrayanı orada ayıracak, iyileri mükâfatlandırıp kötüleri cezalandıracak, dilediğini de bağışlayacaktır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Din gününün ne olduğunu bilir misiniz? Nedir acaba o din günü? O gün kimsenin kimseye hiç bir fayda sağlamayacağı gündür.
O gün emir yalnız Allah’a aittir.” (İnfitar: 17-18-19)
Ne emir buyurursa o olacaktır.
“Din günü” her yapılanın karşılığının verileceği son gün demektir. O gün, kendi mülkünde tasarrufta bulunan mülk sahibi gibi tasarrufta bulunacak, tasarrufuna ortak olacak hiç kimse bulunmayacaktır.
“Bu gün mülk kimindir? Tek ve kahhar olan Allah’ındır!” (Mümin: 16)
Soruyu soran da O, cevap veren de O...
Bir ortağı olmak şöyle dursun, her şey O’nun kahrına mahkumdur.
“O gün gerçek hükümranlık Rahman olan Allah’ındır.” (Furkan: 26)
Dünyada geçici olarak emaneten mülk ve saltanat sahibi olanların hükümleri, ölümleri ile ellerinden alınır. İyi veya kötü, yaptıkları işlerin hesabı yanlarına kâr kalır. O gün O’ndan başka hiç kimse mülk sahibi değildir.
Hiç kimse itirazda bulunamaz. Beğenmeme, beğenip azımsama, kaçamaklı yollara başvurma, aldatmaya çalışma gibi haller çok gerilerde kalmıştır. O gün hüküm yalnız O’na aittir.
“Hüküm gününe!
Hüküm gününün ne olduğunu bilir misin? O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 13-14-15)
“Şüphesiz ki (hakkı bâtıldan) ayıran o hüküm günü, herkesin bir araya toplanacağı gündür.” (Duhan: 40)
O gün tek hâkim O’dur. Hükmünde O’na hiç kimse, hiç bir şekilde ortak olamaz. Affetmek veya cezalandırmak bütünüyle O’nun yed-i kudretindedir. Cezalandırmak istediği bir kişiyi, kimsenin affetmeye gücü olmadığı gibi, affetmek istediği bir kişiye de kimsenin ceza verdirmeye gücü yetmez. Başkasının işlediği bir günah bir kimsenin hesap defterine yazılmadığı gibi, hiç kimse işlediği günahın cezasından fazlasına çarptırılmaz. Hiç kimseye zulmetmemesi O’nun şânındandır. Verdiği bir kararı hiç kimse değiştirmeye güç getiremez. Her işi adaletlidir, her hükmü hakkâniyetlidir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“O gün hiç kimse en ufak bir haksızlığa uğramaz ve ancak yaptığınızın karşılığını görürsünüz.” (Yâsin: 54)
Zulmü hem zâtına hem de insanlar arasında haram kılmıştır. Şu kadar var ki insanlar hem birbirlerine hem de kendi nefislerine zulmederler.
“İşte hüküm günü budur. Sizi de sizden öncekileri de bir araya toplamışızdır.” (Mürselât: 38)
O gün hüküm günüdür, özür beyan etme günü değildir.
“(Kurtulmanız için) bir hileniz varsa, gösterin bana hilenizi!” (Mürselât: 39)
O’nun kabzından kurtulmaya hiç kimsenin gücü yetmez.
“O gün (hakikatleri) yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 40)
Dünyada bir çok haksızlıklar olmaktadır. Öyle kimseler vardır ki hakettiği halde mükâfat alamaz. Kimisi de tam alamaz. Bazıları haksız yere cezalandırılırlar. Kimisi cezayı hakettiği halde ceza görmekten kurtulur. Bazı kimselere hakettikleri cezadan daha azı verilir. Zâlimler berat ederken mazlumlar bakakalırlar. Bir kişinin suçunun bir başkasına yükletildiği de görülmektedir.
Mahkeme-i kübrâ’da ise bu gibi adaletsizlikler olmayacak, herkes yaptığının karşılığını tam olarak alacaktır. Kâfirler azaplandırılırken, inananlar mükâfatlandırılacaktır.
Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm’a hitap ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“De ki: ‘Ey kavmim! Durumunuzun gerektirdiğini yapın. Doğrusu ben de yapıyorum.’” (Zümer: 39)
İstediğiniz gibi yapın, bildiğiniz gibi hareket edin; fakat uçurumdan yuvarlanınca, şeytanlarla tepetakla cehenneme düşünce nedametin nasıl olacağını şimdiden düşünün!
“Yakında bileceksiniz!
Kendisini rezil edecek azap kime gelecek, sürekli azap kime inecek!” (Zümer: 39-40)
Fakat artık o zaman yapılacak pişmanlık hiçbir fayda vermeyecektir.
Bu saptırıcı imamların, kendilerine uyanları cehenneme götüreceklerine dair Kur’an-ı kerim’de apaçık ilâhî hüküm vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Zâlimlerin sonunun nasıl olduğuna bir bak!” (Kasas: 40)
Hepsi de helâk olup gittiler. Cürümlerinin cezasını kat kat gördüler. Yaptıkları yanlarına kâr kalmadı.
Onlar arkalarına taktıkları kimseleri cehenneme götürecek işleri yapmaya dâvet ediyorlardı. Onları ilâh edinerek tâbi olanlar da bilgisizce peşlerinden yürüdüler.
“Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” (Kasas: 41)
Kendilerine teveccüh eden azabı hiçbir kimse onların üzerinden kaldıramayacak. Ahiret rüsvaylığının yanısıra dünya rüsvaylığına çarptırılacaklar. Allah-u Teâlâ’nın, meleklerin ve müminlerin lâneti üzerlerine olacak, rahmet-i ilâhîden tardedileceklerdir.
“Bu dünyâ hayatında biz onların peşine bir lânet taktık. (Daima lânetle anılacaklardır.) Kıyamet gününde ise onlar çirkinleştirilip iğrenç kimselerden olacaklardır.” (Kasas: 42)
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Hem burada hem kıyamet gününde lânete uğratılırlar. Ne kötü yerdir onların götürüldükleri yer!” (Hud: 99)
Allah-u Teâlâ’nın hükmünü umursamayan, kendi zannını hüküm yerine koyanlar var ya! İşte bu Âyet-i kerime’lerde açıkça görülüyor ki Allah-u Teâlâ bunlardan nefret ediyor, lânet ediyor. Bu öyle bir lânettir ki, ahirette çok çirkin sıfat-ı hayvaniyede görünecekler, pek iğrenç bir halde teşhir edileceklerdir.
Allah-u Teâlâ kıyamet gününde ateşin başında durduruldukları, oranın hâl ve ahvâlini gördükleri, o büyük korkuları gözleri ile müşahede ettikleri zamanki durumlarını Âyet-i kerime’lerinde haber veriyor:
“Ateşin kenarına getirilip durdurulduklarında: ‘Ah ne olurdu, keşke dünyâya geri çevrilsek de Rabbimizin âyetlerini inkâr etmesek, inananlardan olsak!’ dediklerini bir görsen!” (En’am: 27)
Fakat bütün bu temennileri neticesiz kalır. Allah-u Teâlâ onların tıynetlerini ve bâtıl üzerindeki ısrarlarını hiç süphesiz bilmektedir. Bu temennilerinin şaşkınlıktan ileri geldiğini, pişmanlıklarında samimi olmadıklarını Âyet-i kerime’sinde beyan buyuruyor:
“Hayır! Evvelce gizleyip durdukları işleri karşılarına çıktı da onun için böyle söylüyorlar.
Eğer geri döndürülselerdi, yine kendilerine yasak edilen şeyleri yapmaya devam ederlerdi. Çünkü onlar gerçekten yalancıdırlar.” (En’am: 28)
Onlar iman etmeyi arzu ettiklerinden dolayı dünyaya dönüşü istemiş değillerdir. Azaptan korktukları için ve kendilerini kurtarmak için istemektedirler.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar için kıyamet günü büyük bir azap vardır.” (Âl-i imran: 105)
Onlar cehennem azabına giriftar olacaklardır.
İnsanlara isabet eden bütün felâket ve musibetler kendi günahları sebebiyledir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ellerinin yaptığının cezası olarak başlarına bir felâket gelince, (onların halleri) nice olur?” (Nisâ: 62)
Binaenaleyh başınıza gelen bu hâl kendi nankörlüğünüzden, inatçılığınızdan gelmiştir.
“Sonra sana gelirler de: ‘Biz yalnızca iyilik etmek ve arayı bulmak istedik.’ diye Allah’a yemin ederler.” (Nisâ: 62)
Kendi zannınızca bir iyilik yaptığınızı zannediyorsunuz, oysa insanları apaşikâr saptırıyorsunuz. Kendinizi sapıttığınız gibi, beşeriyeti de sapıttığınızdan ötürü, hem kendi günahınızı yükleneceğinizi, hem de sapıttığınız kişilerin günahına ortak olduğunuzu çok iyi bilin.
Oysa siz doğrudan doğruya bu sapıkların ve şeytanların izini takip ediyorsunuz da bilmiyorsunuz.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Böylece onlar kıyamet gününde hem kendi günahlarını tam olarak yüklenirler, hem de bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarının bir kısmını yüklenirler.
Dikkat edin! Yüklendikleri yük ne kötüdür.” (Nahl: 25)
Şu halkı saptıranlar var ya; işte Allah-u Teâlâ’nın onların hakkında verdiği hüküm budur. Onlar da bunu görsün, onlara uyanlar da âkıbetlerini görsün ve bilsin.
Yani onlar her ne kadar başkalarının günahlarını yüklenemeyeceklerse de, iki katı bir azap yüklenmekten kurtulamayacaklardır. Birincisi kendi sapıklıklarının vebâli, ikincisi de önderlik edip saptırdıkları kimselerin yükü. Sapanla saptıran azapta ortaktırlar. Birisi öbürünü saptırmış, öbürü de onun saptırmasına boyun eğmiştir. Böylece günahı ikisi beraberce yükleneceklerdir. Bu da tek başına iyi niyetin yetersizliğini göstermektedir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar kendi yüklerini, kendi yükleriyle beraber daha nice yükleri taşıyacaklar ve uydurdukları şeylerden kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir.” (Ankebût: 13)
Çünkü hem kendileri küfre düştüler, hem de başkalarını küfre düşürerek imanlarını yok ettiler ve cehenneme düşürdüler.
Cehennem kapıları daha önce kapalı olup, bunlar geldiklerinde ardına kadar önlerinde hemen açılır.
Nitekim Âyet-i kerime’de:
“Oraya vardıklarında cehennem kapıları açılır.” buyuruluyor. (Zümer: 71)
Cehennemin her kapısında son derece sert tabiatlı, güçlü kuvvetli ve sayılamayacak kadar çok miktarda merhametsiz zebaniler bulunur.
Onları kınayıp azarlayarak şöyle derler:
“Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bu gününüzle yüzyüze geleceğinize dair sizi uyaran elçiler gelmedi mi?” (Zümer: 71)
Cevaben derler ki:
“Evet geldi... Lâkin azap sözü kâfirler üzerine hak oldu.” (Zümer: 71)
Allah-u Teâlâ onların şekavetlerine hükmetti. Çünkü onlar iradelerini kötüye kullandılar. Kendilerini uyaranlara muhalefet ettiler, böyle bir felakete de müstehak oldular.
Bütün ümitlerini silip atacak bir şekilde kendilerine şöyle söylenir:
“Ebedi olarak içinde kalmak üzere girin cehennemin kapılarından! O kendini beğenmişlerin yerleşip kalacakları yer ne kötüdür!” (Zümer: 72 - Mümin: 76)
Zebaniler onları perçemlerinden ve ayaklarından sımsıkı bağlayıp, hakaret ve tehditlerle, dağları bir anda toz edebilecek güçteki darbelerle ateşe sürerler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Suçlular simalarından tanınır, alınlarından ve ayaklarından yakalanırlar.” (Rahman: 41)
Gerçekten de azgınlıklarının eseri olarak yüzlerini siyahlık, gözlerini çirkinlik kaplar. Üzüntü ve sıkıntıları son dereceye varır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kötülükle gelen kimseler yüzükoyun ateşe atılırlar.” (Neml: 90)
“Yüzükoyun cehennemde toplanacak olanlar var ya, işte onlar, yerleri en kötü, yolları en sapık olanlardır.” (Furkan: 34)
Zebaniler onlara şöyle derler:
“Haydi, yalanlamış olduğunuz azaba doğru gidin!” (Mürselât: 29)
“Siz ancak yaptıklarınızın karşılığını görmektesiniz.” (Neml: 90)
Onlar o gün cehennem ateşine şiddetle ve zorla atılırlar. Zebaniler ateşe girinceye kadar enselerine vururlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün cehenneme itildikçe itilirler.” (Tur: 13)
Cehennem kafirleri son derece bir öfke ile ve uğultulu sesler çıkararak karşılar:
“Oraya atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı korkunç uğultusunu işitirler.” (Mülk: 7)
Cehennem de onları gördüğünde öyle bir ses çıkarır ki, korkmayan kimse kalmaz. Çünkü kafirlere son derece kızmakta ve nefret etmektedir. Şiddetli öfkesinden ötürü çatlayacak dereceye gelir:
Cehennem neredeyse öfkesinden çatlayacak!” (Mülk: 8)
“İşte bu suçluların yalanladığı cehennemdir!” (Rahman: 43)
“Kaynar su” mânâsına gelen “Hamîm” kelimesi Kur’an-ı kerim’de on iki Âyet-i kerime’de geçmekte olup, cehennemdeki azap çeşitlerinden birisidir. Cehennemdekilere içirileceği ve başlarından aşağı döküleceği belirtilmektedir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Amma yalancı sapıklardan ise; işte ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme atılma vardır. Kesin gerçek budur işte!” (Vâkıa: 92-93-94-95)
Ve bunun inkârı mümkün değildir, bu bir doğru haberdir.
Onlar cehenneme ilk geldiklerinde, kendilerine çekilecek ziyafet, karınları eritecek olan kaynar sudur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Başlarının üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınlarındaki şeyler ve derileri eritilir.” (Hacc: 19-20)
“Onlar kazandıklarından ötürü helâka sürüklenmiş kimselerdir.
Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkarlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (En’am: 70)
Bunlar Allah’ın kitabı ile alay eden, dinlerini oyun ve eğlenceye alan sapıklardır. Azap boyunduruğu altında tutulmuşlar, hak ettikleri cezâlarına kavuşmuşlardır. Karınlarında gurultu edecek ve bağırsaklarını parçalayacak kaynar sudan şaraplar, cezâlarının sadece bir bölümüdür.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürükleneceklerdir. Sonra da ateşte yakılacaklardır.” (Mümin: 71-72)
Önce Hamîm’e sürüklenirler, sonra Cahîm’e atılırlar.
“Onlar cehennem ateşi ile kaynar su arasında dolaşır dururlar.” (Rahman: 44)
Allah-u Teâlâ zebânilere emreder:
“Tutun onu! Cehennemin ortasına sürükleyin! Sonra başının üzerine kaynar su azabından dökün!” (Duhan: 47-48)
Ve onları tahkir ederek şöyle buyurur:
“Tat bakalım! Hani sen kendince çok üstün, çok şerefli bir kimse idin.” (Duhan: 49)
“Bu, işte o şüphe edip durduğunuz şeydir.” (Duhan: 50)
Çünkü onlar dünyada iken kendilerinin çok büyük kimseler olduklarını, elde ettikleri mal ve mevkiye güvenerek halkın en şereflileri olduklarını zannediyorlardı. O derece refaha boğulmuşlardı ki; âhireti, muhasebeyi, cezayı hiç hesaba katmıyorlardı, kendilerini uyaran, bu günleri ile karşılaşacaklarını haber veren zâtları yalanlamaya ve karşı çıkmaya cüret ediyorlardı.
Şimdi ise o şüphe ettikleri şey gerçek oldu, tekzip ettikleri hakikat ayan-beyan karşılarına çıktı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz zâlimler için öyle bir ateş hazırlamışızdır ki, onun kalın duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.
Susuzluktan yardım istediklerinde, erimiş mâden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardım edilir.
O ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır.” (Kehf: 29)
Allah-u Teâlâ kâfirleri kuşatacak olan ateşi, kişiyi çepeçevre saran kapalı duvarlara benzetmiştir. Böyle bir kimse, kendisini kuşatan ateşten nasıl kurtulabilir?
Ne kadar yardım isterlerse istesinler, kendilerine yardım edilmez. Yardım edilmiş olsa bile, kendilerine öyle bir su verilir ki, içmek isteyip de ağızlarına doğru yaklaştırmış olsalar, hararetinin şiddetinden yüzleri kavrulur, yüzlerinin derileri soyulur.
Onlara ayrıca, tahammül edilmeyecek derecede kaynar ve fokurdayan bir çeşmeden içirilir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kızgın bir kaynaktan içirilirler.” (Ğâşiye: 5)
Bu sular karınlarındaki bağırsakları paramparça eder. Bütün bu cezalara Hakk’tan yüz çevirmeleri ve inkarları sebep olmuştur.
“Onlar için kaynar sudan bir içki ve inkarlarından dolayı da acıklı bir azap vardır.” (Yunus: 4)
Evvelce nâil oldukları nimetleri suistimal edip nankörlük yapmalarının cezasına kavuşmuş oldular.
Onların havaları, vücudun deliklerine işleyen ateşten sıcak bir rüzgar, suları ise çok sıcak kaynar bir sudur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Amel defterleri soldan verilenler... Onlar ne uğursuzdurlar.
İnsanın içine işleyen ateşin alevi ve kaynar su içindedirler.” (Vâkıa: 41-42)
Cehennem sakinlerini, azabın hararetinden ciğerleri yandıkça; kendilerine kaynar suyun yanında, kan ve irin içirilir. Daha sonra bütün içtiklerini kusarlar.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Orada ne bir serinlik, ne de içilecek bir şey tatmazlar.” (Nebe: 24)
Gönüllerini ferahlatacak, içlerini serinletecek bir şey bulamayacakları gibi, beslenecekleri rahat bir içecek de bulamayacaklar.
“Yalnız kaynar su ve irin içerler.” (Nebe: 25)
“Kaynar su” mânâsına gelen “Hamîm” kelimesi, sıcaklığın son noktasına varmış olan sıcak şeydir. “Ğassak” ise, cehennemliklerin vücutlarından dökülen irinleri, yaralarından akan cerahatları ve terleri demektir. Öyle pis öyle mülevves kokar ki yanına yaklaşılmaz. Onlar bundan başka bir su bularak onunla hararetlerini teskin edemezler.
“İşte kaynar su ve irin! Tatsınlar onu!” (Sâd: 57)
“Yaptıklarına uygun bir karşılık olarak.” (Nebe: 26)
Çünkü ahiret gününü inkar edip, asla böyle bir gün olmayacağını söylemenin ve bir ömür bu iddiada ısrar etmenin tam karşılığı; o günün o şiddetli azabını göstermek ve tattırmaktır. Küfür en büyük isyan olduğundan, onun cezası da en büyük azap olan cehennem azabıdır.
“Çünkü onlar hesaba çekileceklerini beklemiyorlardı.” (Nebe: 27)
“Âyetlerimizi de tamamen yalan sayıyorlardı.” (Nebe: 28)
Onların yapmış oldukları işler, söyledikleri sözler de dahil olmak üzere her şeyi Allah-u Teâlâ zaptetmiş ve muhafaza altına almıştı.
“Oysa biz her şeyi bir kitapta yazıp saymıştık.” (Nebe: 29)
Hâl böyle olunca onlara şöyle denilecektir:
“Azabı tadın! Biz sizin azabınıza ancak azap katarız.” (Nebe: 30)
Cehennemlikler hakkında bu Âyet-i kerime’den daha ağır bir Âyet-i kerime nazil olmamıştır. Çünkü onlara sürekli olarak azap artırılacak, bir azap türüne karşı yardım istedikçe kendilerine daha şiddetli bir azap ile karşılık verilecektir.
Allah-u Teâlâ cehennemin bazı vasıflarını beyan etmek üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“O ateş öyle kıvılcımlar atar ki, her biri bir saray gibidir.” (Mürselât: 32)
“Sanki o kıvılcımlar sarı sarı develer gibidir.” (Mürselât: 33)
Allah-u Teâlâ cehennemin kıvılcımlarını büyüklükte muhteşem saraylara, çokluk ve çabuklukta ise sarı develere benzetmektedir. Kıvılcımları ulu saraylar gibi olursa, o alevli ateşin durumu kim bilir nasıl olur?
Bir de bunların yukarıya doğru fırlayıp da tekrar cehennemliklerin üzerine şiddetle düşmesi, şüphesiz ki azap üzerine azap verir.
Alev alev yükselen, saray gibi, deve gibi kıvılcımlar atan cehennem, hazır vaziyette sahiplerini beklemektedir.
•
Allah-u Teâlâ azaba müstehak olanları tahkir etmek için cehennemin üç kola ayrılmış bunaltıcı dumanına gölge ismini vermiştir.
Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Üç kola ayrılmış olan, fakat ne gölgelendiren ne de alevlerden koruyan bir gölgeye gidin!” (Mürselât: 30-31)
“O gün, yalanlayanların vay haline!” (Mürselât: 28)
Alevler yükselip de üstünden dumanlar çıktığında onun şiddet ve kuvveti üç kola ayrılır. Bu dumanın gölgesi ne gerçek gölgeliktir, ne de kişiyi alevin kucağından korur. Bu cehennemî bir gölgedir, kızgın ve bunaltıcı bir gölgedir. Nefesleri keser, insanı ateşle dağlar. Alevli ateş bu gölgeden çok daha hayırlıdır. Bir gölge ki ateşin alazlamasından, alevlerinden korumuyor. Azap üstüne azap veriyor.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onların üstlerinde (gölgeler gibi üstüste gelmiş) ateşten tabakalar, altlarında da ateşten tabakalar var.” (Zümer: 16)
Nasıl ki cennetin dereceleri varsa, cehennemin de tabakaları ve dereceleri vardır. Âsiler ateş tabakaları arasında kalırlar, ateşle her tarafları kaplanır. Onun içindir ki Âyet-i kerime’de “Gölgeler” mânâsına gelen “Zulel” kelimesi kullanılmıştır. Böylece onlarla alay edilmektedir. Çünkü ateş yakıcıdır, gölge ise insanı sıcaktan korur.
Cehennemlikler birbirini kovalayan, akla hayale gelmeyen öyle azaplar çekmektedirler ki, onlardan kurtulmak için alevlere sığınıp sarılırlar.
Âyet-i kerime’de:
“Bunun arkasından da daha çetin bir azap vardır.” buyuruluyor. (İbrahim: 17)
Cehennemde sayılamayacak kadar ateşten dağlar, vâdiler, nehirler, hendekler, kuyular, zindanlar, fırınlar vardır. Her birinin azabı diğerlerinden çok daha katmerlidir.
Ebu Said -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Saûd, ateşten bir dağdır. Bu dağda ebedî olarak kâfire yetmiş yıl çıkış yaptırılacak ve o kadar yıl da iniş yapacaktır.” (Tirmizi: 2702)
İnsana ateşten daha fazla azab verecek olan hayvanlar da vardır. Cehennemliklerin üzerlerine kışkırtılarak salınırlar. Katır büyüklüğündeki yengeçler, deve gibi büyük yılanlar ve akrepler onlara hiç bir zaman rahat vermezler. Göz kapaklarını, dudaklarını, vücutlarının en hassas yerlerini ısırıp kemirerek uğuldaşırlar. Zehirleri çok şiddetli ıstırap verir.
Cehennem ehli ayrıca çok şiddetli soğuklarla da azab olunurlar.
Ne istirahat ne de mola verilir, azaplar bir an olsun hafifletilmez. Nice yorucu şeyleri yapmaya mecbur edildikleri, nice azap zincirleri taşıdıkları, cehennemin yüksek ve alçak yerlerine çıkıp indikleri için yorulurlar, takattan kesilmiş bir hale gelirler.
Azab şekilleri rast gele tekrarlanıp durmaz. Çarptırılan ceza ve azabın şiddeti, herkesin isyan ve günahlarının derecesi nisbetindedir. Hiç birinin azabı diğerinin aynı değildir. Herkes yaptığının cezasını ceker. Hazret-i Allah hiç kimseye zerre kadar bile zulmetmez.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“İşte böylece nankörlüklerinden ötürü onları cezalandırdık. Biz nankörden başkasını cezalandırır mıyız?” (Sebe: 17)
Allah-u Teâlâ böyle şiddetli cezaları ancak nankör kâfirlere verir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Onlar için cehennemde bir yatak ve üstlerine de örtüler vardır.
Biz zâlimleri işte böyle cezalandırırız.” (A’raf: 41)
Bunlar küfrün ve zulmün cezasıdır.
Numan bin Beşir -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Cehennemliklerin en hafif ceza göreninin ateşten iki nalın ile iki nalın bağı vardır. Bunlardan onun beyni tencere kaynar gibi kaynar. Hiç kimseyi kendisinden daha çok azaba uğramış göremez. Halbuki kendisi cehennemliklerin en hafif azap olanıdır.” (Müslim: 213)
Cehennem halkı, cehennemin çılgın alevleri arasında yanıp dururken, dünyada iken, ona itaat etmiş olmalarını candan arzu ederler:
“Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik derler.” (Ahzâb: 66)
Bu bölücülerin ancak cehenneme düştükleri zaman aklı başlarına gelir. İmamlarına lânet eder, kitap ve tüzüklerine pişman olurlar. Fakat kurtuluş ne mümkün! Çünkü hidayet dünyada idi.
“Ne olurdu, ben de o Peygamber’in maiyetinde bir yol edineydim.” (Furkân: 27)
O yüce Peygamber’e tâbi olup hidayet yolunu takip etseydim, böyle müthiş bir felâketle karşılaşmamış olurdum.
Amma ilâhlarınız size hiçbir fayda vermeyecek. Ağzınıza bal sürenler sizden kaçıp uzaklaşacaklar. Cehennemde onlarla itişip kakışacaksınız, fakat hiçbir netice alamayacaksınız.
•
Müminler cennetlerde safalar içinde yaşarlarken, kâfirler üzerlerine dökülen azapların kıskacı altında kıvranırlarken çoğunlukla “Keşke müslüman olsaydık!” demekten kendilerini alamayacaklar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnkâr edenler zaman zaman temenni edecekler: Keşke müslüman olaymışlar!” (Hicr: 2)
Fakat artık teklif zamanı geçmiş, ceza zamanı gelmiş çatmış bulunuyor. Pişmanlığın fayda vermediği bir zamanda, âhiretin akıllara durgunluk veren azaplarını gördükleri zaman pişmanlık duyacaklar. Bu temennileri de kendileri için ayrıca bir azap vesilesi olacaktır.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Yüzleri ateşte çevrildiği gün ‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, peygambere itaat etseydik!’ derler.” (Ahzâb: 66)
Elden kaçırdıkları fırsatları düşündükçe hep aynı şeyleri söylerler, hep aynı temennide bulunurlar: Keşke müslüman olaymışlar!..
Kendilerinden hiç bir mâzeret kabul edilmez, çünkü hiç biri de geçerli değildir.
“O gün zâlimlere özür beyan etmeleri hiç bir fayda sağlamaz.
Lânet onlaradır, en kötü yurt da onlarındır.” (Mümin: 52)
“O gün ne oradan çıkarılırlar, ne de özürleri dinlenir.” (Câsiye: 35)
Tevbe ve itaat etmek suretiyle Rablerini râzı etmeleri de onlardan istenmez. Çünkü rızâ aramak dünyaya mahsustur. Ahirette rızâ aranmaz, aransa da yararı olmaz.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
“Ey kâfirler! Bugün özür dilemeyin siz ancak işlediklerinizin cezasını çekeceksiniz.” (Tahrim: 7)
Daha önce dünyada iken çok uyarılmışlar, fakat kulak asmamışlardı. Orada mazeretlerin kabul edilmeyeceği kendilerine bildiriliyordu, fakat hiç oralı olmamışlardı.
Şimdi burada sadece günahlarının cezalarını çekiyorlar. Başka bir ceza ile cezalandırılmıyorlar ki itirazları kabul edilsin.
Pişmanlığın fayda vermediği bir yerde, yine de pişmanlıklar ve hasretler içinde kendilerini kınamaya devam ederler:
“Eğer biz kulak vermiş olsaydık veya düşünüp anlasaydık, şu çılgın alevli cehennemliklerin arasında bulunmazdık!” (Mülk: 10)
İşitmişlerse de kabul etmek için işitmemiş olduklarından dolayı “Kulak vermiş olsaydık!” diyorlar. Çünkü işittiler, düşündüler; fakat tasdik etmedikleri için hiç işitmemiş ve düşünmemiş gibi oldular.
İlâhi bir lütuf olan aklını, vicdanını suistimal ederek Hakk’tan ayrılan, Hakk’ı ve hakikatı kabul etmeyen, bâtıl peşinde koşup duran kimseler, ceza günü geldiğinde işte böyle pişmanlıklara mübtelâ olacaklar.
“Ve böylece günahlarını itiraf ederler.” (Mülk: 11)
“Çılgınca yanan ateş halkı (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun!” (Mülk: 11)
Münafıklar kâfirlerin en murdarı, en habisi oldukları için ebedî ikametgâhları da cehennemin en dibidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ: 145)
Çünkü onlar İslâmiyet’i karıştırmışlar, ihanet etmişler, nankör olmuşlardır.
Allah-u Teâlâ imansızların âkıbetini haber verirken münafıkları kâfirlerden önce anmış, âkıbetlerini haber vermiştir:
“Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kâfirlere içinde ebedî kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır.
Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azap vardır.” (Tevbe: 68)
Cehennemde her çeşit azap mevcut olduğu gibi, orada ebedî kalmaktan daha kötü bir azap tasavvur edilemez.
“Cehennem onlara yeter! Oraya gireceklerdir. Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” (Mücadele: 8)
Bu ihtar-ı ilâhî, onların bu dünyada ceza görmeyeceği mânâsına değildir, lâkin ahiretteki cehennem azabı her azaptan da beter olup, hepsinin yerine yetecek derecededir.
Bütün bu beyanlarımız bir kişinin kurtulması içindir, belki Allah-u Teâlâ bir kişiye hidayet verir. Yoksa O’nun nur vermediğine hiç kimse hidayet veremez.
Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar hidayeti verip sapıklığı, mağfireti bırakıp azabı satın almış kimselerdir. Ateşe ne kadar da dayanıklıdırlar!” (Bakara: 175)
Ateşe hiç kimsenin dayanması mümkün olmadığı halde, Allah-u Teâlâ’nın onlara dayanıklılık isnad etmesi, onlarla alay etmek, rezil etmek içindir. Ateşe götürecek günahlar yapmakta ne kadar sabırlılık gösteriyorlardı, ebedî olarak ateşte yanmak için neler neler yapıyorlardı.
Kendilerine şöyle denilecektir:
“Girin oraya! İster dayanın ister dayanmayın, sizin için birdir.” (Tur: 16)
Dayansalar da dayanmasalar da netice değişmeyecektir. Bu acılar çekilecek, bu işkencelere katlanılacak, bu mutlaka böyle olacaktır.
•
Hak kendisine gelmişken, hakikatler bütün açıklığı ile duyurulmuşken; vurdumduymaz olmak, yüz çevirmek, umursamamak hiç şüphesiz ki büyük bir zulümdür.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a karşı yalan uydurandan veya hak kendisine gelmişken onu yalanlayandan daha zâlim kim vardır?” (Ankebût: 68)
Bu gibi kimseler bütün zâlimlerden daha zâlimdirler.
“Cehennemde kâfirlere barınacak yer mi yok?” (Ankebût: 68)
Onlar hakkı reddettikleri halde cehennemde barınmayacaklar mıdır?
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz münafıkların çevirdikleri bütün entrikaların farkında idi. Fakat bütün bunlara rağmen, rahmet peygamberi oluşu sebebiyle, hâl ve hareketlerine çeki düzen vermeleri için onlara her fırsatta nasihatta bulunuyordu.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitaben şöyle buyurur:
“Onlar öyle kimselerdir ki, Allah kalplerindekini bilir. Sen onlara aldırma. Onlara öğüt ver ve içlerine tesir edecek güzel sözler söyle!” (Nisâ: 63)
Gerçekleri en etkileyici bir üslûp ile ulaştırmaya çalış, tâ ki gafletten uyansınlar, azab-ı ilâhî’den korksunlar, şikak ve nifaktan, fitne ve fesattan vazgeçsinler, dünyâ saâdetine âhiret selâmetine kavuşsunlar.
Allah-u Teâlâ münafıkları tevbeye dâvet ediyor, içinde bulundukları bataktan kurtarmak istiyor.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel olan şeyle sav, en güzel şekilde önle. O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost gibi oluvermiştir.” (Fussilet: 34)
Çünkü bu insan fıtratında mevcuttur. Hiçbir kötülük iyiliğin karşısında tutunamaz.
Allah-u Teâlâ birçok Âyet-i kerime’lerinde kâfirlere düşmanlık beslemeyi ve onlarla ilişkileri koparıp onlardan uzaklaşmayı şiddetle emrettikten sonra şöyle buyurmaktadır:
“Umulur ki Allah sizinle düşmanlarınız arasına bir sevgi koyar.” (Mümtehine: 7)
Aranızda dostluğun meydana gelişi, onları iman etmeye muvaffak kılmasıyla ve dinde size uymaları sûretiyle olur.
Nitekim Mekke fethedilince, yirmi senedir düşmanlığın her türlüsünü yapmaya çalışanlar bile hayretler içinde seve seve İslâm’a girmek için can atmışlar, Ashâb-ı kiram ile aralarında büyük bir muhabbet ve tesanüd tecelli etmiştir.
“Allah kâdirdir. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mümtehine: 7)
Rızâ-i Bâri’si uğrunda çekilen zahmetleri boşa çıkarmaz.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde münafıklar hakkında af ve mağfiret dilenmemesini, haklarında duâ edilmemesini, onları bağışlamayacağını haber vermektedir:
“Resulüm! Onlar için ister mağfiret dile, ister dileme. Onlar için yetmiş defa af dilesen de Allah onları bağışlamayacaktır. Bu, onların Allah’ı ve Peygamber’ini inkâr etmelerinden ötürüdür. Çünkü Allah, fâsıklar gürûhunu hidayete erdirmez.” (Tevbe: 80)
Hadlerini aşan, küfürlerinde inat edip duran kimselere hidayet nasip etmez.
“Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma! Mezarı başında da durma! Çünkü onlar Allah’ı ve Peygamber’ini inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler.” (Tevbe: 84)
Onlar o rahmete lâyık değildirler.
•
Şu kadar var ki, Allah-u Teâlâ’nın rahmet ve mağfiret kapısı her zaman için açıktır. Günahlarından pişmanlık duyan, inkârından ve kötülüklerden vazgeçen ve yaptıklarından tevbe etmek isteyen kim olursa olsun Allah-u Teâlâ bu kapıyı açık bırakmaktadır.
Allah-u Teâlâ münafıkları kastederek Âyet-i kerime’sinde:
“Eğer tevbe ederlerse kendileri için daha hayırlı olur.” buyurmaktadır. (Tevbe: 74)
Böylece başlarına gelecek felâketlerden, azaplardan kurtulmuş olurlar.
“Şayet yüz çevirirlerse, Allah onları dünya ve âhirette elem verici azaba uğratır. Yeryüzünde onların bir dostu ve yardımcıları bulunmaz.” (Tevbe: 74)
Allah-u Teâlâ münafıklar da dahil olmak üzere hulûs-u kalp ile tevbe eden herkesin tevbesini kabul buyuracağını Âyet-i kerime’sinde işaret buyurmaktadır:
“Ki Allah sadâkat gösterenleri sadâkatleri sebebiyle mükâfatlandırsın, münafıklara da dilerse azap etsin veyahut tevbelerini kabul buyursun.
Şüphesiz ki Allah çok yarlığayıcıdır, çok merhametlidir.” (Ahzab: 24)
Kullarına tevbe etmelerini emretmesi ve tevbelerini kabul buyurması da Allah-u Teâlâ’nın pek büyük rahmet ve âtıfetinin bir tecellisidir.
Allah-u Teâlâ münafıkların âkıbeti hakkında Âyet-i kerime’sinde:
“Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar.” buyurdu. (Nisâ: 145)
Çünkü bunlar kâfirlerin en çirkini, en aşağısı olduklarından, yerleri de cehennemin en dibidir.
Allah-u Teâlâ bu korkunç âkıbeti haber verdikten sonra, hemen bir kurtuluş kapısı aralıyor, kurtulmak isteyenlere tevbe kapısını açıveriyor, en şiddetli azaplardan emin olacaklarını beyan buyuruyor.
“Ancak tevbe edenler, nefislerini ıslah edenler, Allah’a sımsıkı sarılanlar ve dinlerinde Allah için ihlas sahibi olanlar muradlarına erenlerdir. İşte bunlar mü’minlerle beraberdirler. Allah yakında müminlere büyük bir mükâfat verecektir.” (Nisâ: 146)
O halde münafıklar da tevbe etmek, hallerini ıslah etmek ve dinlerini Allah’a hâlis kılmakla ellerini çabuk tutsunlar ki, bu büyük mükâfata müminlerle birlikte nail olabilsinler, onlar da bu ebedî saâdete iştirak etsinler.
Günahından tevbe eden kimse, o günahı işlememiş gibidir.
Allah-u Teâlâ tevbe eden münafıkları müminlerin saflarına yükseltiyor, her türlü vebalden ve ağırlıktan kurtarıyor.