Bir de kullarının içinde öyleleri vardır ki onlar halkı Hakk’a iletirler ve onlar Hakk ile hüküm verirler.
Hazret-i Allah zâhiri ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi bâtınî ilimleri öğretmek için tarikat ehlini de eksik etmemiştir. Her zaman için mürşid-i kâmil bulundurmaktan aciz değildir.
Bu tertemiz vazife manevî bir miras olarak nebîlerden âlimlere intikal etmiştir. Buradaki âlimlerden murad, kibâr-ı evliyaullahtır.
Tasavvuf bir ilim-irfan mektebidir, ehli üç kısma ayrılır:
Mükemmel, Kemâl, Mukallid.
Mükemmel: Bunları Allah-u Teâlâ yüz senede bir gönderir. Bozulmaya yüz tutan dini tazelemek için bunlar kemâlleri yetiştirir.
Mükemmel de üç kısma ayrılır:
1. Resûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sehm-i nübüvvetine vâris olanlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)
İrşad memurlarından murad, kibâr-ı evliyâullahtan olan mürşid-i kâmillerdir.
2. Sehm-i velâyetine vâris olanlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Eğer bilmiyorsanız dini müşküllerinizi ehl–i zikirden sual ediniz.” (Nahl: 43)
Ehl-i zikirden murad evliyâullah hazeratıdır.
3. Sehm-i nübüvvet ve sehm-i velâyetinden nasip alanlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)
Burada size üç Âyet-i kerime arzedilmiş oluyor. Hazret-i Allah buyuruyor ve duyuruyor ki, bu işin ehli bunlardır.
Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır. Mürşid-i kâmil bir korkuluğa benzer, kargalar taneleri toplamasın diye... Mürşid-i kâmil aynı zamanda bir berzahtır, hakikat ile dalâlet karışmasın diye...
Kemâl: Gayrıya tecavüz etmez, ahkam hudutları içinde bulunur. Asla menfaata meyletmez. Yedirir yemez, giydirir giymez. Allah-u Teâlâ’nın her türlü hudutlarını muhafaza ettiği için kadınlarla da iştigal etmez. Ancak helâli müstesna. Siyasetle de katiyetle ilgileri olmaz.
Yol tarif eder, fakat mürid götürmeye sahib-i salâhiyet değildir. Allah-u Teâlâ’nın izniyle alıp götürmeye sahib-i salâhiyet olanları az önce üç Âyet-i kerime ile size arzettik.
Mukallid olanlara gelince,
Bugün ortalığı bütünüyle istila etmişlerdir. Dini dünyaya alet ederler, nefsâni şeytâni işlerde bulunurlar. Allah ve Resulü’nün partisinden çıktıkları için 73 fırkadan 72’sinin birer fırkasına daldılar. Artık o mukallid hepten sapar ve saptırmaya çalışır.
Artık o saptırıcı olmuştur.
Halkın içinde bunları tefrik edenler de pek azdır. Servete, şöhrete aldanıyor. Hakikat ehli ise zaten dünyada azdır. Bunlara irşad memuru denir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.” buyuruyor. (Yasin: 21)
Bu Âyet-i kerime hakikat ile dalâletin berzahıdır. Birisi yalnız Allah-u Teâlâ’nın rızasını gözetler, nasıl kazanacağına ihlas ile en inceliklerine kadar dikkat eder ve riayet eder. Ehl-i dalâlet ise madde, makam, şöhret peşindedir. Onların şeyhi zaten şeytandır. Bütün iş ve icraatları Allah-u Teâlâ’nın ahkamına terstir. Ama hakikat ehli arzedildiği gibi dünyada azdır ve nadirdir. Mukallid dalâlet ehline gelince onlar dinden çıkalı çok oldu. Dinden çıktılar, imandan soyuldular, Âyet ve Hadis’e bakmaz oldular. Ama Cenâb-ı Hakk insanlar hüsrandadır buyuruyor:
“Asra yemin olsun ki, insan gerçekten hüsran içindedir. Ancak iman edip amel-i salih işleyenler, birbirlerine Hakk’ı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnâ.” (Asr: 1-3)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Bütün insanlar helâk olmuşlardır.” buyurmuştu. Burada da Allah-u Teâlâ yemin ederek insanların gerçekten hüsran içinde olduklarını beyan buyuruyor. Bu bizim için ne büyük âfât! Allah’ım iyilerin yüzü suyu hürmetine bizi bağışlasın.
Burada görülüyor ki bütün insanlar hüsran içindedirler, ancak iman edenler kurtuluyor.
Ve fakat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ümmetim benden sonra yetmişüç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?
Benim ve Ashabımın yolunda olanlardır.” (Ebû Davud)
İnsanların helâk olduğunu belirten Hadis-i şerif umuma âit, bu Hadis-i şerif ise hususa yani Resulullah Aleyhisselâm’ın ümmetine aittir.
Yetmişiki fırka cehenneme giriyor. Acaba biz hangi fırkadanız? Bir düşün!
İşte şu bölücüler var ya, paramparça ettiler hem dini hem vatanı.
Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ buyurur ki:
“Sen ne kadar yürekten istersen iste, insanların çoğu inanmazlar.” (Yusuf: 103)
İşte bu bölücülere, her ne kadar gerçekten Hakk’ı söylesen de, hakikatı ibraz etsen de, ne Hakk’ı tanırlar, ne de hakikatı kabul ederler.
Ve böylece yetmişiki fırka cehennemlik oldu.
Şimdi bizim duracağımız bir fırka kaldı. Zâhirî, bâtınî, ledünî dediğimiz bütün bu mevzu o bir fırkaya aittir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“İnsanların çoğu bilmezler.” (Mümin: 57)
Neyi bilemedi bunlar? Hakikatı bilemedi, hakikatı bilemediği için Hakk’ı bulamadı, din kurucuları ile beraber oldu, böylece helâkine vesile oldu.
Bunlar cehennemde ayılacaklar ve azabın şiddetinden bayılacaklar.
•
Mukallid dalâlet ehli zan ile hareket ederler, hiç bir iş ve hareketleri ahkâm-ı ilâhîye uymaz.
Bir temsil getirelim. Bal arısı bal yapar, eşek arısı da vızıldar. Karşıdan gören onları bir gibi zanneder. Ehl-i hakikat bunları ayırt eder.
Bunun içindir ki tarikat bir tatbikattır, nazarî bilgilerle anlaşılmaz. Tadılmadıkça, yaşamadıkça lezzeti bilinmez.
Allah-u Teâlâ bu yolda manevî hocalar yani manevî rehberler tayin etmiştir. İnsan bu manevî rehberlere intisab etmekle, kendisinin cismânî ve ruhânî olmak üzere iki unsurdan müteşekkil olduğunu anlamaya başlar.
İntisab edenler şeytanın emrine mukavemet ederler. Çünkü o tarikat-ı aliyyedeki mevcud olan zevât-ı kirâmın manevi yardımlarıyla kuvvet kazanırlar. O kuvvet sayesinde şeytanın tahakkümünden kurtulurlar.
“Kim bir topluluğun arasına girerse onlardan olur.” (Ebû Dâvûd)
Hadis-i şerif’i mucibince, bir insan muhabbetle bir topluluğa iltihak ederse onlardan sayılacağı gibi, mahşerde de onlarla haşrolunur.
Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’inde:
“Kişi sevdiği ile haşrolunur.” buyurmuşlardır. (K. Hafâ)
Hiç şüphe yok ki, Allah-u Teâlâ’nın şeriatına yani ahkam-ı ilâhisine bütünüyle riayet etmek, iman alâmeti demek olan namazın edâsına hakkıyla dikkat etmek, zekât, oruç, hacc gibi ibadetleri yapmak gerekir.
Şeriatsız ve namazsız tarikatların şeyhleri, şeyh suretinde şeytandır. Şeytanın yapamayacağını o maske altında yapar.
Şu kadar var ki kişi fenâfillah’a çıkmış bir mürşid-i kâmil bulup, emirlerine itaat ve riayet eder, muhabbetle bağlılık gösterebilirse terakki eder. Aksi halde edemez. Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bütün tevhid ehlini kıyamete kadar manevî doktorlardan ümitsiz bırakmasın.
Âyet-i kerime’lerde buyuruluyor:
“İnsanları Allah’a çağıran, kendisi de salih amel işleyen ve ‘Doğrusu ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet: 33)
“İçinizden insanları hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir.”(Âl-i İmran: 104)
Âlem-i billah olan bu alemin doktorları kalp hastalıklarının izâlesi için biiznillâh-i teâlâ ölmüş olan ruhları diriltip sıfat-ı hayvâniyeden arındırıp insan sıfatında olması ve ölmesi için, ahlak-ı zemimelerden kurtarmak için çalışırlar.
Eğer insan kurtulmazsa hayvan suretinde kalır ve öldüğü zaman da öylece haşrolunur.
Hadis-i şerif’te:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.” buyuruluyor.
Maddi hastalıklara düçar olanların bir doktora giderek, ilacını alıp, perhizine riayet etmesi şart olduğu gibi; manevî hastalıkları tedavi etmek, ahlâk-ı zemimeleri gidermek için de mânâ âleminin tabibine müracaat etmek şarttır.
Bir hasta ilacını kullanıp perhize riayet etmezse şifâ bulamayacağı gibi; bir insan da şeriat hilafında hareket ederse, kalbine Hazret-i Allah’ın sevgisinden daha yüksek sevgiler koyarsa, gaflet ve kasvette olan insanlarla hemhâl olursa feyzinin kesilmesine sebep olur, yol alamaz.
Tarikat-ı aliye bir hastanedir. Öyle bir hastanedir ki, sertabibi bizzat Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizdir. Vekili olan mürşid-i kâmiller de, o hastanenin doktorudurlar.
Bedenî hastalıkların teşhis ve tedavisi için hâzık bir tabibe müracaatı emir buyurmuş olan Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mânevi hastalıklardan kurtulmak için de mânevi bir tabibe başvurmayı emir buyurmuştur.
Mühim olan bu mânevi hastalıklardır.
“Onların kalplerinde hastalık vardır.” (Bakara: 10)
Âyet-i kerime’si ile işaret buyurulan korkunç hastalıklar, tedâvi edilmezse hayat-ı ebediyeyi öldürdüğü için çok tehlikelidirler.
Hasta olan bir insan, güzel yemeklerin lezzetini anlayamaz. Ağız tadının geri gelmesi hastalığının tedavi edilmesine bağlıdır. Bunun gibi nefs-i emmâre’ye mağlup olan bir kimsenin kalbi hastadır, ibadet ve taatlerden lezzet alamaz.
Kin, kibir, gadap, şehvet, hased, riyâ, tamah, ucb... gibi kötü sıfatlar kalp hastalıklarıdır.
Güzel bir kâlple geldik. Kalbin o güzelliğini korumak için bu ahlâk-ı zemimelerden, hayvâni sıfatlardan sıyrılmak gerek.
Şifa bulmak için:
“Zikrullah kalplerin şifâsıdır.” (Münâvi)
Hadis-i şerif’i mucibince, Hazret-i Allah’ı çok zikretmemiz icap ediyor.
Zikrullah ile kalp, ruh, sır, hafâ, ahfâ odaları nefsin işgalinden kurtulur. En son nefs-i kül odası da kurtarılırsa, hakimiyet ruhun eline geçer, letaif ampülleri yanar, kişi bütün kötülüklerden nedamet eder, bir daha yapmadığı gibi düşünmekten de sıyrılır.
Artık o kişi ahlâk-ı zemimeden arınmış, hayvânî sıfatlardan kurtulmuş olur. Kemâl yollarını bulur. Bütün âzâları ahkâm mucibince hareket etmeye başlar.
Bir de şu var ki, Allah-u Teâlâ’nın ezelden aldığı kimselerin ameliyata da ihtiyacı vardır. Bu ameliyatı da ancak Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin vekili olan Mürşid-i kâmiller yapabilirler. Operatörlüğe tayin edilen o doktor; ezeli nasibi olanlara nasibini vermek için, masiva köklerini kazımak için, şeytanı çıkarmak için, sadrın genişletilmesi için, marifet fidanlarının ekilmesi için... şart olan bu ameliyatı yapar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’inde buyururlar ki:
“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Buharî)
Nübüvvetin üstünde hiç bir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük şeref tasavvur edilemez.
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri bu Hadis-i şerif hakkında şöyle buyurmuşlardır:
“Ulemâ vâris-i nebidir” denilmek caiz olduğu gibi, “Kim vâris-i nebi ise ancak âlim odur.” diye mânâ vermek de caizdir. Bu itibarla Hadis-i şerif’e ikinci mânâyı vermek uygun olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ı bilmeyen ve tanımayan, Cenab-ı Hakk’tan korkmayıp masiyet işleyen kimseye âlim denilmesi caiz olmaz.
Âlim billah olan, halkı hiçbir ücret ve menfaat mukabili olmayarak liveçhillah Hakk’a, şeriat-ı Mutahhara’nın emirlerine davet eder. Bunlar için büyük müjdeler vardır.
“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i İmran: 110)
Binaenaleyh şeriat, dış nizamı sağlayan ahkâm-ı ilahiye’dir. Hazret-i Allah’a vasıl olmak bu ahkâmın icrasına bağlıdır. Tarikat, Cenab-ı Hakk’a yaklaşmak maksadıyla süluk olunacak ibadet yoludur. Zikrullahın nuru ve ateşi ile seyr-i süluk vasıtasıyla muhabbet ve huzur temin edilir, imanın kemâlleşmesi sağlanır.
İman kemâle ermezse insan Hazret-i Allah’ın emirlerini akıl süzgecinden geçirmeye çalışır. Akıl süzgecinden süzünce de takılır kalır. Kâmil iman sahibi aklını emirlere uydurur, hiçbir zaman akıl süzgecinden geçirmez.
Hakikat mânevi zevk ve mânevi hâl ile anlaşılır. Seyr-i süluk ve mânevi zevkten nasib alamayanlar, hakikatın ne olduğunu bilemezler. Ancak ismini bilirler.
Marifet ise, tarikat ve hakikatten sonra zuhur eden ve edecek olan hâl ve ahvallerdir.
Hep ezeli nasip, başka birşey değil.
Cenab-ı Hakk Âyet-i kerime’de:
“İşte bu yol Allah’ın hidayet yoludur. Allah kullarından dilediğini bu yola eriştirir.” buyuruyor. (En’am: 18)
Hüccet-ül İslâm olduğu halde, İmam-ı Gazali Hazretleri tasavvufa yönelmiş seyr-ü sülûk yolundaki zevki tatdıktan sonra durumunu şu şekilde dile getirmiştir:
“... Sonra kendi durumuma baktım. Bir de ne göreyim! Dünyevî alâkalar içine dalmış batmışım. Bu alâkalar beni her taraftan sarmışlar. Yaptığım işlerimi gözden geçirdim. Onların en güzeli tedris ve tâlim idi. Fakat bu sahada da ehemmiyetsiz, âhiret yoluna faydası olmayan ilimlerle meşgul olduğumu anladım. Tedris hakkındaki niyetimi yokladım. Onun da Allah rızası için değil, mevki ve şöhret kazanmak gayesi ile olduğuna kanaat getirdim. Bu hâlimle uçurumun kenarında bulunduğuma, eğer durumumu düzeltmek için harekete geçmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanaat getirdim.
Yakînen anladım ki, sufiler hakikaten Allah yolunu bulan kimselerdir. Onların gidişleri, gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.
Dünyadaki bütün akıllı insanların akılları, hikmet sahiplerinin hikmetleri, şeriatın bütün teferruatını bilen zâhir ulemâsının ilimleri, onların gidişat ve ahlakından bir şey değiştirmek ve yerine daha iyisini koymak üzere bir araya gelseler, buna muvaffak olamazlar.
Onların zâhir ve bâtınlarındaki hareket ve duyguların hepsi, nübüvvet kandilinin nûrundan alınmıştır. Yeryüzünde ise nübüvvet nurundan başka hidâyet rehberi, nûr kaynağı yoktur.” (El-munkizu min’ed-dalâl)
•
Hiç bir peygamberin ümmeti, vâris-i enbiyâ mertebesine nâil olamamıştır. Bu vazife ancak Ümmet-i Muhammed’e tevdi ve ihsan buyurulmuştur.
Bunlar öyle kimseler ki bütün işleri Allah içindir. Hiç bir kimseden hiç bir ücret, hiç bir menfaat beklemezler. Her şeyleri liveçhillahtır, Hazret-i Allah’a dayanır.
Vâris-i enbiyâ kimdir?
Allah-u Teâlâ kimi sevip seçmişse, kimi kendisine çekmişse, emanetini kime vermişse, Resulullah Aleyhisselâm’ın nûrunu kime takmışsa, işte onlar Peygamber vârisidir.
Muallimleri Hazret-i Allah olduğu için ilimleri kesbî değildir, yani herhangi bir hocadan medreseden tahsil etmezler. Onların ilimleri vehbîdir, doğrudan doğruya Hazret-i Allah ve Resul’den gelir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu ilmi tarif ediyor ve Hadis-i şerif’lerinde buyuruyor ki:
“Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevherat gibidir. Onu ancak Ârif billâh olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah’tan gafil olan kimseler anlamazlar.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Azîz ve Celîl olan Allah onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti.” (Erbaîn. Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den)
Kur’an-ı kerim’de beyan buyurulduğuna göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz için de müşrikler böyle söylediler. “Peygamberlik filân filân kimselere verilseydi?” dediler.
Yani Allah-u Teâlâ’nın takdir ve taksimine rızâ göstermediler. Neden? Nefis putu “Ben!” diyor, başka kimseyi dinlemiyor, o bir puttur.
Onların vâris-i nebi oldukları nasıl bilinir?
Hiç kimseden hiç bir tahsil görmediği halde en doğrusunu bilirler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Eğer bilmiyorsanız dini müşküllerinizi ehl-i zikirden sual ediniz.” (Nahl: 43)
Ehl-i zikirden murad evliyaullah hazeratıdır.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“İnsana bilmediklerini O talim eyledi.” (Alâk: 5)
Hiç kimseden çekinmeden hakikatı söyler. Neden? Vazifedar olduğu için. Mühim olan emr-i ilâhîdir, mahlûkun hiç hükmü yoktur.
Âyet-i kerime’de:
“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız, O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir marifet bir nûr verir.” buyuruluyor. (Enfâl: 29)
Kendilerine ihsan ve ikram edilen o lütuf ve o nûr sebebiyledir ki, Allah-u Teâlâ’nın bildirdiği kadar bütün hakikatları bilirler, hiç kimseden çekinmeden hakikatı söylerler.
Ve Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onları şöyle tarif eder:
“Hiç bir kınayıcının kınamasından korkmazlar.” (Mâide: 54)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)
Dünya bozulmaya yüz tuttuğu, fitne ve fesadın arttığı bir zamanda Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği bu kullarından birini gönderir, o ifsadı kaldırır.
Hele bu zamanda, her gün bir bölücü, her gün bir fitne.
Bu gönderilme hususunu size şöyle arzedelim. İsâ Aleyhisselâm Antakya halkını Tevhid’e davet etmek için Havari’lerinden iki kişiyi göndermişti. Oranın halkı karşı çıkınca arkalarından bir Havarî daha gönderdi.
Hazret-i Allah bu hadiseyi Kur’an-ı kerim’inde şöyle haber veriyor:
“O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı.
Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklemiştik.
Gerçekten biz size gönderildik demişlerdi.” (Yâsin: 14)
Dikkat edilirse onları görünüşte İsâ Aleyhisselâm gönderdi, fakat Hazret-i Allah “Biz gönderdik.” buyuruyor.
Binaenaleyh bu gönderilenler Hazret-i Allah’ın emrini tebliğ ediyorsa, halkın onlara itaat etmesi gerekiyor. Gönderilmiş olduğu için.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin “Sehm-i nübüvvet” ve “Sehm-i velâyet” inden nasip alanlar Hakk iledirler ve Hakk’tan bahsederler.
Onların ilmi vehbîdir, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’dan gelir. Nasibdar olanlara nasiplerini vererek; şeriat, tarikat, hakikat ve marifet yolları ile Hazret-i Allah ve Resul’üne ulaştırmaya çalışırlar.
Kendilerinin değersiz olduklarını bilirler, zira bütün değerler Allah-u Teâlâ’ya aittir.
Hükümsüz olduklarını görürler, zira hüküm de Allah-u Teâlâ’ya aittir.
Bunu onlardan başka kimse bilmez. Herkes varlık satmaya çalışır. Fakat o, Hazret-i Allah’ta fâni olduğu için, Hazret-i Allah’ı görür, kendisinde hiç bir şey görmez.
Onlar Hakk’ı bilir, kendisini bilmez. Hakk’ı görür kendisini görmez.
Bir sivrisinek kanadı kadar varlığı olsa, yahut kendisinde varlık görse, Allah-u Teâlâ’ya karşı o da bir varlıktır.
Bu onlara mahsustur. Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler de kendi nefsindendir.” (Nisâ: 79)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:
“Kendinde varlık görmen, diğer günahlarla kıyaslanmayacak kadar büyük bir günahtır.”
Çünkü var olan ancak Hazret-i Allah’tır. Vücud O, mevcud O...
Hakikat ehlinde Hakk’tan gayrı hiç bir şey bulunmaz. Varlığını ata ata Var’a ulaşırlar.
Diğer bir Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruluyor:
“Kulum beni zikrettiği zaman ben onunla beraberim.” (Buharî)
Âlem-i billâh olanlarda Allah-u Teâlâ nasıl tecelli etmişse öyledir.
O Rabbül-âlemîndir. Kuluna tecelli edince O’nun tecelliyâtı ile âlem olur.
Bir veli “Âlem” nasıl olur?
Onlar “Elhamdülillâhi Rabbil-âlemîn” dedikleri zaman kendilerinden zerre kalmaz, “Rabbül-âlemîn” husule gelir.
Bir kar tanesi denize düştüğü zaman eriyip hiç bir hükmü kalmadığı gibi; onlar da “Elhamdülillahi Rabbil-âlemîn” dedikleri zaman, Allah-u Teâlâ’nın tecellisi ile hiç oldukları zaman “Âlem” olurlar. Fakat demir parçası denize düştüğü zaman erimez. Ene kabuğunu delemeyen bir âlim de bunları bilemez. Yumurtanın kendisini dahi atsan yine erimez. Bozulur fakat erimez.
Kudsî ruhla desteklenen, ene kabuğunu delen, denize düşen kar tanesine benzer, Onun cinsi ayrıdır. Çünkü O “Rahmeten lil-âlemin” den geliyor. O Nûr’unun nûru, kehribarın tozu, daha doğrusu “El-fakru fahrî”nin sırrına mazhar.
Cenâb-ı Hakk sevdi de seçti, kendisine çekti, yüzüne yüzü ile tecellî etti, dilediğini lütfetti.
Bir Hadis-i kudsî’de Hakk Celle ve Alâ Hazretleri şöyle buyuruyor:
“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?”
(Allah-u Teâlâ devamla şöyle buyurdu.)
“Onlara ilk vereceğim şey, nûru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.”(Hâkim)
İşte burada görün ki, verilene böyle veriliyor.
Onlar o kimselerdir ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Allah bu ümmetten bir âlimi alırsa, bu İslâm’da açılan bir gedik olur ve kıyamete kadar onun boşluğu kapanmaz.” (Deylemî)
Niçin o boşluk kapanmıyor? Allah-u Teâlâ her gönderdiği kuluna ayrı ayrı vazifeler veriyor. Vazifeler verdiği gibi tecelliyatları da ayrı ayrıdır. Birine verdiğini diğerine vermediği için ve aldığında verdiği ile aldığı için yeri boş kalıyor.
Bunlar İnsan-ı kâmil olanlardır. Hazret-i Allah’ın huzur-u ilâhîsine kabul ettiği kimselerdir.
“Onlar sıdk makâmında, kuvvet ve kudret sahibi hükümdarın huzurundadırlar.” (Kamer: 55)
Gerek Hadis-i kudsî ve gerekse Âyet-i kerime size bunu izah ve ispat ediyor.
Bu lütuf umum velilere âit değildir, hususa aittir. Yani kimi severse onu seçer, kimi de seçerse onu kendisine çeker. Huzur-u İlâhî’ye ancak sevdiğini seçtiğini alır.
Bu makama gelenler huzur-u ilâhi’ye alınır. Yüzünün maskesini, vücud elbisesini atar, hiç olur. Aklı da vücudu da kül olur. Var olan husule gelir. Kudsî ruh bâkî kalır.
O artık Hazret-i Allah’ın nûru ile Hazret-i Allah’a nazar eder. O’na bakar, O’nunla bakar.
“Bu Allah’ın fazl-u ikramıdır, kime dilerse ona verir.” (Cumâ: 4)
Allah-u Teâlâ bir Hadis-i kudsî’de buyurur ki:
“Açlığa devam et beni görürsün, insanlardan uzaklaş bana kavuşursun.”
Hakk Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bu nûr sahibi vekillere öyle büyük lütuflarda bulunmuştur ki; Onları zâtına çekmiş, onlara her şeyin en güzelini vermiş, onları takvanın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini marifetullah nûrlarıyla nûrlandırmıştır.
Onlar da Hazret-i Allah’a gönülden bağlanmışlar, hükmü Hakk’tan beklemişler, daima iltica halinde olmuşlar, fazl-u ilâhiye ve feyz-i Samedaniyeye bağlılık halinde bulunmuşlardır.
Allah-u Teâlâ’nın tevfik-i onların refikidir. Tefrika ve çekişmelerden, muhalefet ve ihtilâflardan kurtuldukları için, bütün mahlukata şefkat ve merhamet nazarıyla bakarlar.
Onların ilmi mükâşefat ve müşâhedat ilmidir, ilâhî ilhama dayanan bir ilimdir. Naklî ve aklî delillerle teyid olunmuştur. Onların hâl ve ahvallerini, ilim ve irfanlarını kelime ve kalıplara sığdırmak mümkün değildir.
Onlar gerçekten Allah yolunu bulan kimselerdir. Gidişleri gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol yolların en doğrusudur. Ahlâkları ahlâkların en temizidir. Niçin? Çünkü onlar Habibullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiatı ile tabiatlanmışlar, onun boyasına boyanmışlar, yani onda hiç olmuşlardır.
Bunu size izah edeyim. Bir münafık kâfirlerin içine girdiği zaman “Ben sizdenim” der, onların boyasına boyanır. Bir münafık masonların içine girdiği zaman “Ben sizdenim” der, onların boyasına boyanır. Bir müslüman da müslümanların arasına girdiği zaman “Elhamdülillah ben müslümanım” der, Fenâfişşeyh’e çıkmış bir kimse şeyhte fani olur. Fenâfirrasul’e varmış olanlar Resulullah Aleyhisselâm’ın boyasına bürünür. Fenâfillah’a çıkmış olanlar da Hazret-i Allah’ın boyasına boyanır. Kendisinden zerre kalmaz artık.
Onlara düşmanlık eden veya haklarında suizan besleyen kimse, farkına bile varmadan helâkine vesile olur. Çünkü onların üzerinde titrer bir Allah-u Zülcelâl Hazretleri var. Onlar Hazret-i Allah’ın yardımına ve desteğine mazhardırlar.
Şimdi size mürşidi bulanla, Mürşid-i Kâmil’i bulan kimselerin arasındaki farkı izah edeceğiz.
Eğer nasibi mürşidde ise, mürşid ona bir ders verir ve yol budur yürü der. Allah-u Teâlâ Mürşid-i Kâmil’i buldurur ise; Mürşid-i Kâmil onun ruhâniyetini alır, Allah-u Teâlâ’nın izni kadar, nasibi olan yere mânen çıkarır. Ruhâniyet nefisten o an için ayrılmıştır, nefisten ayrı olarak çıkar ve o çıkışta büyük bir kuvvet kazanır. Fakat orası onun yeri olmadığı için eski makamına düşer.
Fakat o güzel yerleri gördüğü için, oraya tırmanmaya başlar. O iki aylık çıkışı, şimdi kimbilir kaç senede çıkabilecek? O zaman çıkarılmıştı. Şimdi ise nefis var, şeytan var, dünya var, maişet derdi var. O mânevi haz ona güç verir, artık ruhaniyet ile cismaniyet ciddi bir mücadeleye başlar.
Cismâniyet âlem-i halktan olup; toprak, su, hava, ateşten müteşekkil bir buhar-ı zülmânidir. Karın boşluğunda bulunur, kumandası secde mahallidir, bütün vücuda oradan kumanda etmek ister, Âlem-i emir ise; kalp, ruh, sır, hâfâ ve ahfâdan müteşekkildir.
Demek ki insan cismâniyet ve ruhâniyetten müteşekkil oluyormuş.
Âlem-i halktan olan lâtifelerin temizlenmesine tezkiye, âlem-i emirden olan lâtifelerin temizlenmesine ise tasfiye denir.
•
Mürşid-i Kâmil Cenab-ı Hakk’ın ona izin verdiği kadar ruhâniyeti alır ve onu Hakk’a hakikate götürmeye gayret eder.
Mürşid-i kâmil’i bulmak ilâhî bir lütuf ve bağış, büyük bir kolaylıktır.
Mürşid “Yürü!” der, Mürşid-i Kâmil ise bizzat Hazret-i Allah’ın tasarrufu ile, ihsanı ile yürütür. Fakat şunu unutmamalı ki, Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır. Bu noktayı biraz daha açalım. Mürşid-i Kâmil Hazret-i Allah ve Resul’ünde tamamen fânî olduğu için Hazret-i Allah’ın lütfuyla yürütür. Hazret-i Allah’ın lütfuyla yürüttüğü için halkı Hakk’a davet eder. En kestirme yol ile, en az sözle Hakk’a ulaştırmaya gayret eder.
Mürşid-i kâmil’i Hazret-i Allah ileriye sürdüğü için, ona o makamı verdiği için; o çok iyi bilir ki kendisi hükümsüz bir resimden ibarettir. Allah-u Teâlâ onun varlığını almıştır, kendi varlığını duyurmuştur.
Mürşid-i Kâmil Hazret-i Allah’ın malını pazara koyar, onun gönlündedir Hazret-i Allah.
Mürşid ise oraya eremediği için, Hakk’ta fani olamadığı için, hep kendini görür, kendi malını pazara koyar, onun ağzındadır Hazret-i Allah.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:
“Sâdıklarla beraber olunuz.” diye emir buyuruyor. (Tevbe: 119)
Niçin? O sâdık kul kendisinin zerre bir hakir olduğunu çok iyi bilir, kendisini kendi gözü ile görür. Üzerindeki bütün âsâr Hazret-i Allah’ındır, Allah namına iş görür.
Bunun içindir ki Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz “Dünyaya gelmekten murad mürşid-i kâmili bulmaktan ibarettir.” buyururlar. Mürşid-i kâmil’i buldun Hakk’ı buldun, bulamazsan Hakk’ı nasıl bulacaksın?
Mürşid aramak çok mühimdir. Bir Mürşid-i kâmil vardır irşad eder, bir mürşid vardır ifsad eder. Çünkü onun seyri Hakk’adır, şeyhliği şeytandan gelir, nefis putuyla ortaya çıkar, kendisini de etrafını da helâk eder.
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ “Sadıklarla beraber olunuz.” buyuruyor. Şeytanla, şeytanlaşmış şeyhlerle değil.
Bu nasıl ayırt edilecek? Onu ancak hakikat ehli ahkâm ölçüsü ile ayırt eder.
Mürşid-i kâmil’in vasıfları: İstikamet, nasihat, şefkat ve merhamettir.
İstikamet: Hazret-i Kur’an’ı ve sünnet-i seniyye’yi yaşaması lazımdır.
Hazret-i Aişe -radiyallahu anha- vâlidemiz:
“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur’an’dır.” buyurmuşlardır. (Müslim)
Yani Kur’an-ı kerim’deki bütün hükümlerin tatbiki onun yaşayışında görülmektedir. Bu bakımdan o Hazret-i Kur’an’dır.
Mürşid bu olacak. Bu olmazsa, bir tek vasfı noksan olursa o Mürşid-i kâmil değildir. İşte size ölçü, işte size tartı.
İkinci vasıf nasihat: Kişiyi müşkül durumdan kurtarmak, en az sözle en kestirme yolla en doğruyu tarif etmek ve onu Hakk’a yöneltmek, Hakk’a ulaştırmak.
Üçüncü vasıf şefkat: Tanıdığına tanımadığına sırf Allah rızası için elinden gelen yardımı esirgememek. Bu insana olduğu gibi hayvana da şâmildir.
Dördüncü vasıf ise merhamet: Kişinin ulaşamadığı nimeti gönül hoşluğu ile, elinde bu mevcutsa, ona o nimeti ulaştırmak. Bunun mânâsı çok derindir.
Tasavvur buyurun ki Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ne kadar merhametliydi, ne kadar şefkatliydi. Bu kuvve-i beşeriyenin haricindedir. Onun vekiline de bu geçmiştir.
Binaenaleyh bu vasıflar tecelli etmedikçe o Mürşid-i kâmil değildir. Bu ölçüler elinizde oldukça hayatta şaşmazsınız.
Mümin-i kâmil demek insan-ı kâmil demektir. Bu kalp yalnız onlara mahsustur, başkalarına şâmil değildir.
Allah-u Teâlâ kulları için takdir buyurduğu rızıkları madde âleminin arşına emanet ettiği gibi; mânevi ve ruhânî feyizleri de “Kâmil müminin kalbi”nden ibaret bulunan mânevî arşa tevdî etmiştir.
Cenâb-ı Hakk’ın sâdık kullarının kalbine aktarılmış bulunan mânevî lezzet ve ledünnî faydaların hepsi; in’ikas yoluyla şerefli bir kalbin ve lâtif bir nurun dostluğunun eseridir.
Bunlar Hazret-i Allah ile o kulun arasındaki gizli işlerdir. Bu noktaya melek dahi giremez. Bazı melek girer, her melek dahi giremez.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:
“Allah-u Teâlâ benim göğsüme ne döktüyse, ben de onu olduğu gibi Ebu Bekir’in göğsüne boşalttım.”
“Ebu Bekir sizi orucunun ve namazının çokluğu ile değil, ancak kalbine dökülen bir şeyle geçmiştir.”
Kalpten kalbe dökülen ilâhi emanetullah kıyamete kadar devam eder.
Bu nur kaynağının devam ettiğine dair Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“Ümmetim yağmur gibidir. Evvelkiler mi daha hayırlıdır, yoksa sonrakiler mi daha hayırlıdır bilinmez.” (Tirmizi)
Bunlar nâdiren gelenlerdir, yüz senede bir defa gelirler.
Hadis-i şerif’te:
“Her asırda benim ümmetimden sâbikun yani öncüler vardır.” buyuruluyor. (Nevadir-ül usûl)
Bunlar Resulullah Aleyhisselâm’ın vekilidir. Hazret-i Allah onu seçmiş ve sevmiş, o dostuna akıtmış.
Akıtılan bu mânevi ve ruhanî feyizlerle kalbinin diriltilmesini arzu edenler, kalplerini evliyaullahın rûhâniyetinin teveccühüne arzetmelidirler.
Mürşidle beraberliğin bir kısmı cismânî olduğu gibi bir kısmı da ruhânîdir. Bu şerefli kalpten, kişinin kendi kalbine akıtması da râbıta ve murakaba sayesinde mümkün olur.
Hazret-i Allah’a ait olan ilâhi feyiz, Hâlik’ın deryasından mânevî kanal vasıtası ile Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin deryâsına gelir. Oradan da zamanın mürşidinin deryasına gelir. Oradan da nasibdar olan kimselerin kalblerine gelir. Râbıta ile öyle bir merbudiyet husule gelir ki Mürşid-i kâmil’deki bütün hasletleri bir mürid üzerine geçirebiliyor. Kalbindeki muhabbet bağı ile onun boyasına giriyor. An be an onun gibi oluyor, ondan akseden nurlar ile nurlanıyor.
Her peygamber efdaldir, fakat Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz en efdaldir.
Âyet-i kerime’de:
“Biz o peygamberlerden kimini kiminden üstün kıldık.” buyuruluyor. (Bakara: 253)
Her ümmet efdaldir, fakat Ümmet-i Muhammed hepsinden efdaldir.
Âyet-i kerime’de:
“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” buyuruluyor. (Âl-i imran: 110)
Her mürşid efdaldir, fakat Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin vekili hepsinden efdaldir. Niçin? “Kalbül-mümin arşur-rahman” olduğu için, emânât-ı ilâhi’ye mazhar olduğu için, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin vekili olduğu için...
O bir maskeden ibarettir. Bir düşün, eğer bu şifreyi çözebilirsen:
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur: 35)
Âyet-i kerime’sinin de sırrına mazhar olmuş olursun.
Bu sırrı kavramaya imkân yok. Kavramak için oraya çıkmak lâzım.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyor:
“Allah var idi ve Allah’tan başka bir şey mevcut değildi.” (Buhârî)
Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır, Mürşid-i kâmil bir paçavradır. Allah-u Teâlâ bir kimsenin gönlünü silmeyi murad ederse, o paçavrayı kullanır, onunla kişinin gönlünü siler. Asıl budur, bu işin hakikatı budur. Ben bunu gözümle görüyorum.
Yani Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır, Mürşid-i kâmil ise bir paçavradan ibarettir. Amma bunlar Hakk’ın paçavrasıdır.
Hakk’ın destek verdiği kullar Fenâfillah’a vardırılmış olan Mürşid-i kâmillerdir. Onlar şöyle derler.
Buradaki mahviyeti size anlatabilmek için Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz’in bir beyitini arzedeceğim:
“Ne ilm-ü marifet verdin, ne de câh-ı menkıbet yâ Rab!
Bihamdillah ki bir zerre medâr-ı iftiharım yok
Benim nev-i beşer resminde ancak bir heyulâ var.”
Paçavra olan gerçek Mürşid-i kâmiller işte bunlardır. İşte râbıta ancak bunlara yapılır, başkasına şâmil değildir.
“Âlem Hazret-i Allah’ı bilir, âlim nefsini bilir, yazar da cebini bilir.” demiştik. Bütün bunlar bu sırların içindedir.
Hidayeti bahşeden, iman şerefi ile müşerref eden, Hazret-i Allah’a ve Resul’ü -sallallahu aleyhi ve sellem-ine varmak için yol tarif eden, ulaşmak için vâsıtalar halk eden, bize iyi ve kötüyü duyuran ve en güzel surette halk eden Hazret-i Allah’a şükretmemiz lâzım.