Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“İyiler ise... İbadetlerini tam yerine getirirler ve kötülüğü yaygın olan bir günden korkarlar. Kendileri muhtaç oldukları halde, isteyerek yoksula, yetime ve esire yemek yedirirler.
‘Biz ancak size Allah rızası için yediriyoruz. Sizden buna, karşılık ve teşekkür istemiyoruz. Biz gerçekten buruk, çatık bir günün azabından dolayı Rabbimizden korkarız.’ derler.” (İnsan: 7-9)
Bu İslâm inancına ve ahlâkına göredir.
Biz bu Âyet-i kerime’lere bakarak çalışırız. Dilenmeyiz. Bütün dünyaya kitap satarız. Almanya’ya, Hollanda’ya, Fransa’ya, Avusturya’ya. İngilizce kitabımızı ise İngiltere ve Amerika’ya.
Satılan bu kitaplardan bir lirası dahi cebimize girmez. Asla kimseden hiç bir surette para toplanıp dilenilmez ve menfaat asla beklenmez.
Vakfımızın aş evleri var. Gelenlere verilir, gelemeyenlerin ayaklarına kadar yemek gider.
Hiç bir şeyi kimseden istemediğimiz gibi zekatı dahi istemeyiz. Zira bu haramdır. Kendiliğinden gelen olursa da emanete hiyanet etmemek için yerine ulaştırırız. Şimdilik yedi tane aşevimiz var. Ramazan-ı şerif’te her gün, diğer zamanlarda iki gün fakirlere yemek dağıtılır. Yalnız Manisa günde beşyüz kişiye yemek veriyor. Gelemiyenlerin evlerine kadar götürülüyor. Zelzele mıntıkasına dört defa arabalarımız sefer yaptı. Erzak ve elbise götürdü.
Vakfımız zekât dağıtır, gelen zekâtı dağıtmaya çalışırız.
Vakfımıza ait Kur’an kursları var. Hiç bir talebeden para alındığı vaki değil.
Vakfımızın kreşleri var. Velilerinden alınan para çocuklara harcanır. Bir lira vakfa fayda getirmez. Bunların hepsi liveçhillahtır, yalnız Allah içindir.
Kendime gelince:
Her ne kadar vakıfta duruyorsam da, kimseye külfetim olmaz. Her işimi kendim yaparım. Çünkü liveçhillah. Ben buraya Allah için geldim ve başkasına kötü bir numune olmayayım.
Oysa Allah-u Teâlâ bize her şeyi bahşetmiştir. Ev değil evler verdi. Bahçe değil bahçeler verdi, dükkanlar verdi. Hepsi Düzce’de kaldı. Orada dahi bunlar çalışır. Fakat hepsi rıza için çalışır. Kimseden bir şey beklemiyorum. Çünkü hamdolsun ihtiyacım yok.
Hatta vakıfta oturduğum ve helal olduğunu bildiğim halde yemeğini dahi yemem. Kendi yemeğimi kendim yaparım.
Kendi kitaplarımızı para ile alırız, hediye ettiklerimizi cebimizden veririz. Aldığımız her kaset ve mecmuayı da ücretle alırız. Kimseye kötü bir numune olmayayım ve benden sonra kötü bir çığır açılmasın. Burası Allah kapısıdır.
Bunun içindir ki hiçbir maddi menfaatim yoktur. Ben burada rıza için bulunuyorum. İşimi, gücümü bıraktım, zaten ihtiyacım yok. Kırksekiz yıl esnaflık yaptım. Cenâb-ı Hakk bir bu kadar ömür verse hiç kimseye muhtaç etmeyecek durumu koymuş.
Kâra gelince:
Kitaplardan kârımız vardır. Mecmua ve takvim satışlarından kârımız vardır. Çalışanlar para almazlar. Koku satarız, kaset satarız. Kârın tamamı vakfa aittir. Meşru yollardan çalışırız, kimseden dilenmeyiz.
Daha evvel de arz etmiştik; Partiye-pırtıya, binaya-zinaya zekat verilmez. Zira fakirin hakkını gasbedip, boğazından kesip yiyen kimse her şeyi yapar.
Allah-u Teâlâ buyurduğu gibi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Fâsığa ikram eden kimse İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvi)
İslâm dininden çıkmış, bir isimle din kurmuş bölücüye zekât veren din-i İslâm yıkılsın diye yardım ettiği için zekâtını vermediğini kesinlikle bilsin. Oysa Hadis-i şerif’te belirtildiği üzere, zekât vermeyen kimsenin kıldığı namazı da, imanı da şayan-ı kabul değildir.
Veren iyi bilsin ki vermemiştir. Bir daha vermezse ahirette mesul olacağını kesinlikle bilsin.
Zira Cenâb-ı Allah bunlara soracak. “Benim bir kulum sizi irşad ve ikaz ederken, Kelâmullah karşınızda okunurken bu Kelâmullahtan ikrah ettiniz, diğer dinlere uydunuz. Artık tadın azabın tadını.”
İşte bu gaspçılar hakkında Allah-u Teâlâ’nın hükmü:
“Suçlular, cehennem azabında ebedi kalacaklardır. Kendilerinden (azab) hafifletilmeyecektir. Onlar azab içinde ümitsizdirler.
Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendileri zâlim idiler.” (Zuhruf: 74-75-76)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde o münafıkları şöyle tarif ediyor:
“Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları. Hakk’tan nasıl çevriliyorlar.” (Münâfikun: 4)
İşte bunlar bir taraftan İslâm’ı kaldırıyor, bir taraftan da İslâm’ı âlet ediyorlar. Mesela Allah-u Teâlâ Âl-i imran Sûre-i şerif’inin 19. Âyet-i kerime’sinde:
“Allah katında din İslâm’dır.” buyuruyor.
Allah-u Teâlâ’nın dini Kur’an-ı azimuşana göre budur. Erbakan ise bu emr-i ilahiyi inkâr edip kaldırıyor ve “Refah’tan başka İslâm yoktur.” diyor. Halbuki Allah-u Teâlâ; katındaki dinin, din-i İslâm olduğunu beyan ediyor.
Yine Erbakan Refah dininden başka dinleri patates dinine benzetiyor.
Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki asla kabul edilmeyecektir. Ahirette de ziyan edenlerden olacaktır.” buyuruyor. (Âl-i imran: 85)
Bu Âyet-i kerime’yi de inkâr ediyor, kendi dinini ilân ediyor. Tabiki Refah dinine, Refahın kitabına göre hüküm veriyor.