“Kendisine Apaçık Deliller Geldikten Sonra, Parçalanıp Ayrılığa Düşenler Gibi Olmayın. Onlar İçin Kıyamet Günü Büyük Azap Vardır.” (Âl-i imran: 105)
“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.
Hepiniz topluca sımsıkı Allah’ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın.
Hani siz birbirinize düşman idiniz. Allah gönüllerinizi birleştirmiş ve O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.
Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı.
İşte Allah, doğru yolu bulasınız diye size âyetlerini böyle açıklıyor.”
Bu Âyet-i kerime’ler Ashâb-ı kiram’ın cahiliye devrindeki durumları ile, iman şerefiyle müşerref olduktan sonra kazanmış oldukları saâdeti beyan buyurmaktadır. Bu büyük nimet kıyamete kadar, kendisini Allah’ın dinine teslim eden her müslüman için de aynıdır.
Allah-u Teâlâ ilâhî bir gaye uğrunda birleşen bu bahtiyar kullarını Kur’an-ı kerim’inde meth-ü senâ etmektedir:
“Onların gönüllerini birleştiren Allah’tır. Eğer sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O Aziz’dir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Enfal: 63)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz, Kudüs halkına verdiği emannamenin hutbesinde sözlerine şöyle başlamıştır:
“Hamd olsun O Allah’a ki bizi İslâm dini ile aziz etti. İman ile şereflendirdi. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- hürmetine bizi rahmetine nâil kıldı. Dalâletten kurtardı. Dağınık iken onun sayesinde bir araya getirdi. Kalplerimizi birbirine ısındırdı. Düşmanlarımıza karşı muzaffer kıldı. Memleketler ihsan etti. Bizi sevişen kardeşler haline getirdi.
Ey Allah’ın kulları! Bu nimetlerden dolayı Allah’a hamd ve senâ ediniz.”
İşte bu ilâhi lütfu idrak edenler böyle söylemiştir ve bununla öğünmüşlerdir. Bu bir şükürdür.
Kalp ve ruh birliğinden, iman nurundan mahrum ve matrud olan nasipsizlerden Kur’an-ı kerim şöyle bahsetmektedir:
“Sen onları derli toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır.” (Haşr: 14)
Bu gibi kimselerin ahiretteki âkıbetleri hakkında da Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara ‘İnanmanızdan sonra kâfir mi oldunuz? Öyle ise inkâr etmenizden dolayı tadın azabı!’ denilecektir.” (Âl-i imran: 106)
Müminlerin ahiretteki durumları hakkında ise şöyle buyurulmaktadır:
“Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allah’ın rahmeti içindedirler. Orada ebedi kalacaklardır.” (Âl-i imran: 107)
“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.”
Bu şerefe nâil olmak mı hayırlıdır, yoksa dini dünyaya satıp ebedi hüsrana uğramak mı hayırlıdır?
İşte biz bu Âyet-i kerime’ye inandık, iman ettik ve bu yolda bulunmaya gayret ediyoruz.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyurur:
“İçinizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmran: 104)
Allah-u Teâlâ bunlardan râzı olmuştur. Ebedî saâdetine nâil ve dahil ettiği kimseler de yalnız bunlar olduğunu bize bildiriyor.
Böyle bir saâdet-i ilâhî’ye nâil olmak mı daha hayırlıdır, yoksa esfel-i sâfilinde bulunmak mı daha hayırlıdır?
“Kendisine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar için kıyamet günü büyük azap vardır.”
Bu Âyet-i kerime’de yetmişüç fırkadan o bir fırkaya işaret ediliyor. Yani “Siz de o kayanlar gibi olmayın, onlar için pek acıklı bir azap hazırladım, siz de kayarsanız bu felâkete uğrarsınız.” diye o bir fırkayı ikaz ediyor Hazret-i Allah.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise:
“İnandıktan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır. Kim de tevbe etmezse işte onlar zâlimlerdir.” buyuruyor. (Hucurat: 11)
Zâlimler güruhundan olmamamız için Hazret-i Allah’ta birleşmemiz, yekvücud hâlinde olmamız icabediyor.
Her kim ki bu emr-i ilâhi’yi dinlemeyip yoldan saparsa, imamına taparsa, artık onun Hazret-i Allah ve Resul’ü ile ne ilgisi olur? Hiçbir ilgisi kalmaz.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İşte böyle. İnkâra sapanlar bâtıla uydular, iman edenler ise Rabblerinden gelen Hakk’a uydular.” (Muhammed: 3)
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, size merhamet edilsin.”
Âyet-i kerime’sinden anlaşılıyor ki insanlar fâni hayatlarının sebebi olan bir babaya bağlı oldukları gibi, müminler de ebedi hayatlarını temin eden imana mensupturlar. Bütün müslümanlar bir âilenin fertleri gibidirler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ruhum kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de hakkıyla iman etmiş olamazsınız.” (Müslim)
Allah-u Teâlâ müminler arasındaki birliği temin edecek olan âmillerden bahsederken Âyet-i kerime’sinde ihtilafa düşmemelerini emir ve tavsiye etmektedir:
“Siz gerçekten inanıyorsanız Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah’a ve Peygamber’ine itaat edin.” (Enfâl: 1)
Müminlerin birleşmeleri, her hususta yardımlaşmaları farz-ı ayın hükmündedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Kendisinin adını öne sürerek birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan korkun ve akrabalık bağlarını kesmekten sakının.” buyuruyor. (Nisâ: 1)
Fâni olan kan kardeşliğinden ibaret olan akrabalık alâkasının kesilmesi bu kadar şiddetle yasaklanırsa, artık ebedî ve sermedî olan din kardeşliği bağlarının koparılmasının ne derece günah olduğu kendiliğinden anlaşılmış olur. Zira geçici dünya hayatına mahsus olan akrabalığa nisbetle ebedî olan ahirete âit din kardeşliği pek tabiidir ki daha mühim ve daha kıymetlidir.
Bir müslüman vefat ettiği zaman, kâfir olan kardeşinden başka kimsesi yoksa, mirası müslümanlara kalır.
Nuh Aleyhisselâm’ın oğlu inanmayanlarla beraber suda boğulmuştu. “Ya Rabbi! Oğlum benim ehlimdendir, sen benim ehlimi kurtarmayı vâdetmiştin!” diye münacaatta bulunduğu zaman Allah-u Teâlâ:
“Ey Nuh! O senin ehlinden değildir. Çünkü o kötü bir iş işlemişti.” buyurdu. (Hud: 46)
İnsana kendi evladından daha yakın hiç kimse olmadığına göre, Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki, hakiki yakınlık iman yakınlığıdır.
Bu hakikat şu Âyet-i kerime’de daha şümullü olarak beyan buyurulmaktadır:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mücadele: 22)
Gerçek iman budur.
Görülüyor ki Âyet-i kerime, iman yakınlığı olmayan akrabalıkları kökünden yıkmış oluyor.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir.” (Tevbe: 23)
İşte bugünkü bu bölücülerin durumları da aynen böyledir. Kim ki onlarla herhangi bir dostluk kurarsa o onlardandır.
Allah-u Teâlâ İslâm dininde kimlerin kardeş olduklarını beyan buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor:
“Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse artık onlar dinde sizin kardeşlerinizdir. Bilen bir kavme biz âyetlerimizi böyle uzun uzadıya açıklıyoruz.” (Tevbe: 11)
Kupkuru bir zanla “Bunlar da dinde kardeşimizdir.” diyen, Allah-u Teâlâ imanla küfrü kesinlikle ayırdettiği halde bu emirleri kaldırmaya kalkan, iman ile küfrü karıştırmaya gayret eden kimse, Allah-u Teâlâ’nın hükmünü hükümsüz hale getirmeye çalıştığı için küfre kaymıştır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde, müminlerin kimleri sevip kimlerle dost olacaklarını beyan buyurmaktadır:
“Sizin yegâne dostunuz Allah’tır, O’nun Peygamber’idir ve Allah’ın emirlerine boyun eğerek namaz kılan, zekât veren müminlerdir.” (Mâide: 55)
Şu Âyet-i kerime’de ise iman dostluğunun mahiyeti ve hakikatı beşeriyete ilân edilmektedir:
“Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileri (dostları ve yardımcılarıdırlar.) Onlar iyiliği emreder, kötülükten menederler. Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah’a ve Peygamber’ine itaat ederler.
İşte Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz ki Allah Aziz’dir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe: 71)
İslâm kardeşliği ebedidir, ahirette de devam eder.
Âyet-i kerime’de:
“Dostlar o gün birbirine düşmandır, takvâ sahipleri müstesnâ.” buyuruluyor. (Zuhruf: 67)
“Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün yere bir çizgi çizerek “Bu Allah yoludur.” buyurdular. Yine bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizdikten sonra “Bunlar da yollardır, bu yolların her birisinde insanları o yola çağıran birer şeytan bulunur.” buyurdular ve:
“İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyunuz. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah’ın yolundan ayırmasın.”
Âyet-i kerime’sini okudular.” (Dârimî-Sünen)
İbn-i Abbas -radiyallahu anh- buyurur ki:
“Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime ile müminlerin tek bir cemaat olmasını emrediyor, ayrılıkları, gruplaşmaları yasaklıyor ve geçmiş milletlerin bir çoğunun bölünüp parçalanma yüzünden yıkılıp yok olduklarını haber veriyor.”
Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan.
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime’sinde kendi yolunu tek olarak zikretmiştir. Zira hak birdir. Şeytanın davet ettiği yolların ise çok olduğunu beyan buyurmuştur.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Allah iman edenlerin dostudur. Onları ‘KARANLIKLAR’ dan kurtarıp ‘NUR’ a çıkarır.
İnkâr edip kâfir olanların dostları ise Tâğut’tur. Onları ‘NUR’dan alıp ‘KARANLIKLAR’a götürür. İşte onlar cehennemliklerdir, orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara: 257)
Kim ki Allah-u Teâlâ’nın “Benim dosdoğru yolum” buyurduğu yolundan çıkarsa, ahirette de kaçınılmaz olarak cehenneme gidecektir. Çünkü O’nun yolunun haricindeki bütün “Başkaca yollar” cehenneme çıkar. Bu da yetmişiki fırkanın cehennemlik olduğunu gösterir.
Bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Artık bundan sonra sizden kim inkâr yolunu tutarsa, gerçekten o dosdoğru yoldan sapmış olur.” (Mâide: 12)
Âyet-i kerime’de geçen “Dosdoğru yoldan sapmış” olmanın mânâsı “Önce doğru yolu bulmuşken, sonra o bir yolu bırakmış ve helâk yollarına girmiştir.” demektir.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Şüphesiz ki inkâr edip insanları Allah yolundan çevirenler, Hakk’tan çok uzak bir sapıklıkla saptılar.” (Nisâ: 167)
İşte gerçekten Ümmet-i Muhammed’i sapıklığa ve şaşkınlığa uğratmaya çalışanlar da bu sapıklardır. Çünkü İslâm gibi görünüyorlar ve fakat kendi çıkarları uğruna İslâm’ı âlet ediyorlar. İslâm’ı bilmeyenler, Kur’an-ı kerim’in emir ve beyanlarından haberi olmayanlar, bunları İslâm zannediyor ve Din-i İslâm’ı yıksınlar diye onlara yardım ediyorlar.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyurur ki:
“Fâsıka ikram eden kimse İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvî)
Fâsıka yardım eden de fâsıklardan olur.
“İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşınız, kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız.”
Bu emr-i ilâhî karşısında bütün müslümanların birleşmesi ve Hazret-i Allah’ın ipine sımsıkı sarılması gerekir.
Kim ki bunu yapmazsa Allah-u Teâlâ’nın apaçık emr-i şerif’ine itaat etmemiş olur. Din-i İslâm’ı parçaladığı için şeytan fırkasından olmuş ve kendisini cehenneme hazırlamıştır.
“Allah’a ve Resul’üne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra korku ile zaafa düşersiniz ve kuvvetiniz elden gider. Bir de sabırlı olun, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”
Hazret-i Allah’ın emri budur. Hazret-i Allah’ın kitabı budur, Hazret-i Allah’ın dini budur.
Allah-u Teâlâ muhakkak birleşmeyi emir buyururken bizim Allah ve Resul’ünde birleşmemiz mi daha hayırlıdır, yoksa her bir bölücüye ayrı ayrı tabi olup paramparça olmamız mı? “Elbette birliktir” diyeceksiniz. O halde Allah ve Resul’de birleşelim.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Size açık açık deliller geldikten sonra yine kayarsanız, bilin ki Allah Aziz’dir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara: 209)
“Kendilerine kitap verilenler, onlara apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler.
Oysa kendilerine, dini yalnız Allah’a has kılıp O’nu birleyerek Allah’a kulluk etmeleri, namaz kılmaları, zekât vermeleri emredilmişti. İşte dosdoğru olan din de budur.”
Allah-u Teâlâ’nın bu emr-i şerif’lerine itaat eden, namaz kılan, zekât veren kimse Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne iman etmiş olur.
Din budur ve Allah-u Teâlâ’nın vaad-i Sübhânisine nâil olanlar işte bunlardır.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Kim Allah’a ve Resul’üne inanır, beş vakit namazını kılar, Ramazan orucunu tutarsa, Hakk yolunda cihad etse de veya doğduğu yerde otursa da, Allah onu Cennetine koymayı vâdetmiştir.”
–Yâ Resulellah! İnsanlara bunu müjdeleyeyim mi?
“Elbet Cennette yüz derece vardır. Allah onu Hakk yolunda cihad edenlere hazırlamıştır. İki derece arasındaki mesafe gökle yer arasındaki mesafe gibidir. Allah’tan istediğiniz zaman Firdevs’i isteyiniz. Çünkü o, Cennetin ortası ve yücesidir. Üzerinde Allah’ın arşı vardır, ondan cennetin ırmakları akar.” (Buhari. Tecrid-i sarih: 1179)
“Dine bağlı kalın ve dinde ayrılığa düşmeyin.”
Bu, Allah-u Teâlâ’nın apaçık emridir. İşte bölücüler Allah-u Teâlâ’nın bu kadar açık emirlerini hiçe saydıkları için dinden atılmış oluyorlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mahrem-i esrârı olan Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri buyururlar ki:
“Münafıklık Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- devrinde vardı. Şimdi ise imandan sonra küfür vardır.” (Buhârî. Fiten 21)
Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri’nin bu sözü ile ne demek istediğine dair bazı alimler şöyle söylemişlerdir:
“Cemaate tefrika sokmak Allah-u Teâlâ’nın “Velâ teferrekû = Tefrikaya düşmeyin.” emrine aykırıdır. Bütün bunlar artık gizli kapaklı değildir. Öyleyse bu, imandan sonra küfür gibidir.”
Bölücülerin bütün gayeleri ilâhi hükmü silmek, dinlerini ayakta tutmaktır. Biz de onlara deriz ki “Küfürde kalmayı hoş görmüyorsanız bölücülüğü terk edin. Hazret-i Allah ve Resul’üne teslim olup, emir ve nehiylerinde birleşelim. Yetmişüç fırkadan çıkın, o bir fırkada toplanalım.”
“Ümmetim benden sonra yetmişüç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna diğerleri hep ateştedir.”
– “Onlar kimlerdir yâ Resulellah!”
“Benim ve ashâbımın yolunda olanlardır.” (Ebu Dâvud)
Hadis-i şerif’ine ittiba edin ki, böylece müşrik olarak yaşamamış ve cehennemlik olmamış olursunuz.
Dikkat edilirse Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Benim ümmetim” buyuruyor, ben-i İsrail buyurmuyor.
Bu Âyet-i kerime’leri hatırlattığımızdan dolayı bize teşekkür etmeniz gerekmez mi?
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendisine Rabbinin Âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz suçlulardan öç alacağız!” (Secde: 22)
Bu sözü Allah-u Teâlâ beyan buyuruyor. Çünkü müslümanların birleşmelerini emreden, tefrikayı, bölücülüğü şiddetle yasaklayan bunca Âyet-i kerime’ler yüzlerine karşı okunuyor da yüz çeviriyorlar.
Bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Bunlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar.” (Nisâ: 78)
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!”
İman etmenin en mühim şartlarından birisi de teslimiyettir. Bir müslüman Allah-u Teâlâ’nın bütün emir ve nehiylerine uymak zorundadır.
Hüküm koyucu tek makam O’dur, hükmünde asla kimseyi ortak kabul etmez.
Âyet-i kerime’sinde:
“Yaratmak da emretmek de O’na mahsustur.” buyuruyor. (A’raf: 54)
Bunu bir kere insan evvelâ kendi nefsine duyuracak. Bu duyulmuyor.
Mâdem ki yaratmak da emretmek de O’na mahsustur, artık sen yüzünü O’na çevireceksin. Ne emrediyor, neyi nehyediyor diye bakacaksın. Aklını, gözünü, kulağını bu hedefe yönelteceksin.
Emrettiği herhangi bir şeyi umursamayarak, O’nun kesin beyanlarını dinlemeyerek, O’nun düşmanlarına hoşgörü ile bakmak, kişiyi otomatik olarak onlara kaydırır. O’nun emrini ve hükmünü nazar-ı itibara almayıp onlara meylettiği için, onların arasına dahil eder, hiç ruhu bile duymaz. Allah-u Teâlâ hükmünü koydu. O onlardandır artık. Allah-u Teâlâ’nın onu onlarla haşredeceğini kesin olarak bilir.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir dini ortaya koyan ortakları mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi.
Şüphesiz ki kâfirlere can yakıcı bir azap vardır.” (Şûrâ: 21)
Allah-u Teâlâ dinini ve dini hükümleri ancak kendisinin koyacağını, hükmünde asla kimseyi ortak kabul etmediğini ferman buyurduğu gibi, Zât’ından başka din koyanlara uymalarının sebebini sual etmekte ve onlara uymanın kötü âkıbetini haber vermektedir.
“Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirine yardım ederler.”
Bunu ancak müslümanlar yapar, hiçbir bölücü bunu yapmaz. Neden? Çünkü o kendi dininin kuvvetlenmesini düşünür, İslâm’ı düşünmez.
Nitekim durumlar meydanda.
Paramparça etmişler ve küffara zemin hazırlamışlar.
“Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Alay edilenler belki de Allah katında kendilerinden daha hayırlıdırlar.”
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime ile müminlerin ne kadar yüksek bir terbiye seviyesine yükselmelerini emir buyurmaktadır.
Çünkü bir mümini hakir görüp beğenmemek kendini beğenmekten ileri gelir ki, bu da şeytanın sıfatıdır. Şeytan kendisini Âdem Aleyhisselâm’dan üstün görmesi sebebi ile dergâh-ı izzet’ten tardedildi ve ebedî hüsrana mahkûm oldu.
Âyet-i kerime’nin nihayetinde:
“Kendi kendinizi ayıplamayınız.” buyuruluyor. (Hucurat: 11)
Allah-u Teâlâ burada müminleri bir tek can gibi olduklarını beyan buyurmaktadır. Çünkü bütün müminler bir tek bedenden ibarettirler. Her mümin o bedene bağlı bir uzuvdur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Bir mümin diğer bir mümin için birbirine kenetlenen tuğlalar gibidir. Birbirinden kuvvet alır.” (Münâvî)
Tevhid inancı altında bir araya gelen müminler, kardeşlik bağlarıyla bir bütünlük arzederler. Kardeşini ayıplayan dolayısı ile kendisini ayıplamış olur.
Şu Âyet-i kerime ne kadar ince ve derin bir noktaya işaret ediyor:
“Gözlerinizin hor ve hâkir gördüğü mümin kimseler için, Allah onlara hiçbir hayır vermeyecektir diyemem. Özlerinde olanı daha iyi bilen Allah’tır.
Bunu söylediğim takdirde mutlaka ben de zâlimlerden olurum.” (Hud: 31)
Müminleri özle ve sözle değil gözle bile hakir görmenin en büyük zulüm olduğu ortadadır.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Bir kimseye şer olarak bir müslüman kardeşine hakaret etmesi kâfidir.” (Müslim)
Ola ki Allah-u Teâlâ’nın bir veli kulunu hor görmüş olursun. Bu da senin helâk olmana vesile olur.
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.”
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri kendi has kullarını tarif ediyor ve buyuruyor ki:
Onlar yalnız benim hoşnutluğumu kazanmak için çalışırlar. Hiç kimsenin hiçbir şeyine iltifat etmezler. Hazret-i Allah’ın dininin kaim olmasını isterler. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’ya iman etmişler ve Allah-u Teâlâ’nın düşmanlarına hasım kesilmişlerdir.
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kâfirlere karşı çok çetin, birbirlerine karşı çok merhametlidirler.” (Fetih: 29)
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.”
Bu Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ yalnız Rızâ-i Bârî’si için çalışanları tarif ediyor.
Onlar rızâdan başka hiçbir şeye eğilmezler, hiçbir maddi menfaata değinmezler. Ancak onların doğru yolda olduğunu açık olarak ifade ediyor. Ve fakat cep cihadçılarından da hiç şüphesiz ki nefret ediyor. Çünkü bunlar bu cep cihadçılığı ile din-i İslâm’ı küçük düşürüyorlar, halkı yoluyorlar. Her topladıkları haramdır.
Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz, Hakk’ı tebliğ ettikleri, hakikata çağırdıkları topluluklara:
“Sizden buna karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfâtım âlemlerin Rabbine âittir.” demişlerdi. (Şuarâ: 109)
“Onlar Allah’a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emreder kötülükten men ederler. Hayırlı işlere koşuşurlar. İşte bunlar sâlih insanlardandırlar.”
Allah-u Teâlâ iyiliği emredip kötülükten nehyederek, hayır işlerinde yarışmamızı bize öğütlüyor.
İşte gerçek müminler bunlardır.
Bunu yapmayanlar hakkında ise bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar işledikleri kötülükten birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun ki yaptıkları ne kötüdür.” (Mâide: 79)
“Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever.”
Buradan anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ gerek iç düşman olan bölücülerle, gerek harp meydanında dış düşmanlarla, kâfirlerle cihad etmek için rızâsında birleşenleri, İ’lây-ı kelimetullah için çalışanları sever, onlardan hoşnud olur.
Nitekim bir Âyet-i kerime’sinde de şöyle buyuruyor:
“Müminler içinde öyle erler vardır ki, Allah’a vermiş oldukları ahde sadakat gösterirler. Onlardan kimi bu uğurda canını feda etti, kimi de bu şerefi beklemektedir. Ahidlerini hiç değiştirmemişlerdir.” (Ahzab: 23)
Allah-u Teâlâ’nın bu has kulları her zaman için mevcuttur. Kimisi canını bu uğurda fedâ ederek ebedi saâdete nâil olmuş; kimisi de ebedî saâdetin şerefine nâil olmak için canını ve malını hiçe saymış, Rızâ-i Bâri yolunda gayret sarfetmektedir.
Zira bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Hiç şüphesiz Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah, cennet kendilerinin olmak karşılığında satın almıştır. Onlara vaad olunan cennet haktır ki, Tevrat’ta da İncil’de de ve Kur’an’da da sabittir. Allah’tan ziyade ahdine vefa gösteren kimdir? O halde yaptığınız bu hayırlı alışverişten dolayı sevinin. İşte bu çok büyük bir saâdettir.” (Tevbe: 111)
Hazret-i Allah Hâlik iken mahlûkunu alış verişe dâvet ediyor. Hâlık ile alış-veriş yapabilmek şerefine nâil olmak ne büyük saâdettir.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Elem verici can yakıcı bir azaptan sizi kurtaracak bir ticaret yolunu göstereyim mi size? Allah’a ve Resul’üne imanda sebat eder, Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok daha hayırlıdır.
Böyle yaparsanız Allah günahlarınızı size bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerinde hoş yerlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur” (Saf: 10-11-12)
Bu alış-verişi bırakıp şeytan ile alış-verişe girişenlerin durumu ne olur?
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar âhiret karşılığında dünyâ hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden azapları hafifletilmez, onlar yardım da görmezler.” (Bakara: 86)
“Onlar hidayet yerine dalâleti, mağfiret yerine azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe ne kadar da dayanıklıdırlar!
O azabın sebebi, Allah’ın Kitab’ı hak olarak indirmesidir. (Buna rağmen) Kitap’da ayrılığa düşenler, derin bir anlaşmazlık içindedirler.” (Bakara: 175-176)
“İşte bundan ötürü sen onları tevhide, birliğe dâvet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma.
Ve de ki:
Allah’ın indirdiği kitaba inandım, aranızda adalet yapmakla emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz sizin de Rabbinizdir.
Bizim işlediklerimiz bize sizin işledikleriniz size aittir. Bizimle sizin aranızda tartışılacak bir şey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar. Dönüş de ancak O’nadır.”
Âyet-i kerime’ye dikkat edilirse, hakikat apaçık öğrenilmiş olur.
Allah-u Teâlâ bu gerçeği gözler önüne sermiş, tartışılacak hiçbir şey bırakmamış.
Binaenaleyh bir kimse çıkıp da bunları bizim beyan ettiğimizi iddia ederse, iyi bilsin ki Hazret-i Allah’ın emirlerini yok etmeye, bu emr-i ilâhi’yi mahlûka bağlamaya çalışmaktadır. Halbuki biz her fırsatta deriz ki “Hükümsüz ve değersiz bir mahlûkum, hüküm ve değer sahibime âittir.”
Bunu bize isnad etmeleri ilâhi hükmü çürütmeye çalışmalarından ileri gelir.
Diğer Âyet-i kerime’lerde ise şöyle buyuruluyor:
“Seni yalanlarlarsa de ki:
Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız sizedir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım.” (Yunus: 41)
“De ki: Allah bizim de Rabbimiz sizin de Rabbiniz iken, O’nun hakkında bizimle tartışıyor musunuz? Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size âittir. Biz O’na gönülden bağlananlarız.” (Bakara: 139)
Binaenaleyh ben Hazret-i Allah’a inanmışım, iman etmişim, ilâhi hükümleri size tebliğ etmekle vazifeliyim. Hakikatı söylemek mecburiyetindeyim. İster kabul edin, ister etmeyin. Bizimkisi bizim olsun, sizinkisi sizin olsun.
Dikkat ederseniz kendimden konuşmuyorum. Ancak Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri esas tutarım, hep Âyet-i kerime’leri konuştururum ve karşımdakini de durduttururum. Niçin durduttururum? Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onlara de ki: Yanınızda bize karşı çıkarabileceğiniz bir bilginiz var mı? Siz sadece zanna uyuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz.” buyuruyor. (En’am: 148)
Hazret-i Allah’ın beyanı varken ben niye konuşayım?
Hazret-i Allah’ın kitabında olan sizin kitabınızda yok. Onun için susmak mecburiyetindesiniz.
“İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın hizbi (partisi)dir.”
Benim partim budur, “Ülâike hizbullah”tır. Yani yalnız Hazret-i Allah ve Resul’ünün partisindenim. Başka hiçbir parti ile ve hiçbir din kurucu ile de ilgim ve işbirliğim yoktur.
Zira Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)
“Semi’nâ ve eta’nâ” Bu Âyet-i kerime’yi işittim ve itaat ettim. Hiçbir parti ile, hiçbir bölücü ile ilgim yoktur.
Zira her din kuran bölücü, İslâm dinini yıkmak için, kendi dinini ayakta tutmaya çalışır. Binaenaleyh bunlar Hazret-i Allah’ı ve Resul’ünü âlet ederler. Gaye ve maksatları, cemaatı kendilerine çevirmek ve kurdukları dini kuvvetlendirmek içindir.
Bunlar dinlerini kurmuşlar, böylece dinden çıkmışlardır. Bunun içindir ki en büyük İslâm düşmanıdırlar.
Bugünkü partilere gelince;
Beş parmağın hepsi de bir değildir. Bunların içinde iyiler de var, kötüler de var. Gerçekten Allah için çalışanı göremedim. Hepsi de, bu çiftlikte benim de bir koltuğum olsun istiyor ve “Cebim dolsun” diyor, “Borum ötsün, filmim de çekilsin.” diyor. Fakat aslında dünya bir sinemadır. Herkes denenmek için gönderilmiştir.
Âyet-i kerime’de:
“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.” buyuruluyor. (Mülk: 2)
Hiçbir din kurucularından değilim. Onların bütün faaliyetleri kurdukları dini kuvvetlendirmek içindir. Allah-u Teâlâ’nın dinini yıkmak için çalışırlar ve ceplerini doldururlar. Şöhretim çok olsun isterler.
Bu mülkün sahibi olan Hazret-i Allah iki kişi gönderecek. Birisi Nurullah, diğeri Hidayetullah. Bu haşeratı temizleyecekler.