Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:
“De ki: O Allah bir tektir. Allah Samed’dir, herşey O’na muhtaç, O hiç bir şeye muhtaç değildir.” buyuruyor. (İhlas: 1-2)
Vücud O, mevcud O. O’ndan başka ne vücud ne de mevcud var. Bütün mevcudat vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir. Ama sen yaratılmışlarda kaldın. Hakk’ı bilemedin, bildiğini sandın.
Halbuki vücud elbisesini çıkarırsan O var. Vücud elbisesini giydiğin zaman sen varsın. O halde onu nasıl göreceksin?
Farz-ı muhal ki bütün kainat bir tepsi, üzerinde de birçok nimetler var. Sen ise görebildiğin kadar tepsiyi görebiliyorsun. Kainat tepsisinin üzerindeki nimetleri de görüyorsun.
Fakat o nimetleri yaratanı, o tepsiyi tutanı görmüyorsun. “Lâ” da, yaratılmışlarda kaldın. Bir de utanmadan Vahdet-i vücud’tan dem vuruyorsun. Bu büyük bir yalan değil midir?
Çünkü O “Ehad” buyuruyor. Ondan başka hiçbir mevcud yok.
O birdir. Her şeyi O yarattı ve herşey O’na muhtaçtır. Zira O yaratıyor, O yaşatıyor, O öldürüyor ve yine O diriltiyor. Ama sen O’nu göremedin.
“Kulhüvallâhü ehad” diyorsun, fakat isimde kaldın, kelamda kaldın, amma onu göremedin.
Zerreden kürreye kadar herşey herşeyi kuşatmıştır. Kimini zar ile kuşatmış, kimini deri ile, kimini kabuk ile...
Yani Allah-u Teâlâ her zerreyi bir şey ile çevirmiştir. Yerler de böyledir, gökler de böyledir. Arşurahman ile de her şeyi kuşattırmıştır. Hazret-i Allah ise her şeyi kuşatmıştır, bütün âlemleri çepeçevre çevirmiştir.
“O herşeyi çepeçevre kuşatandır.” (Nisa: 126)
Sen “Lâ” da kaldın, yeri göğü gördün.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” buyuruyor. (Nur: 35)
Gösterdikleri bunu görüyor, böyle olduğunu da biliyor. Ama sen yeri gördün, göğü gördün. O’nun nuru olduğunu göremedin.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyuruyor ki:
“O zahirdir.” (Hadid: 3)
O ki “Ben zahirim.” buyuruyor.
Böyle buyurmasına rağmen O’nu gördün mü? Göremedin. Fakat gösterdiği ve bildirdiği kimseler bunu böyle olduğunu biliyor. O’ndan başka bir mevcud olmadığını da görüyor.
Ve yine buyuruyor:
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf: 16)
Senden sana yakın olduğunu söylüyor. Bunu görebildin mi? Fakat bildirdiği ve gösterdiği kimseler bunu hem görüyor ve hem biliyor. Sen bunları nereden görüp bileceksin? Çünkü senin içinde nefsin var, masiva putları mevcud. Sen bu hakikatı nasıl bileceksin?
Allah-u Teâlâ yine buyuruyor:
“Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.” (Vâkıa: 85)
Yani Allah-u Teâlâ herşeyden herşeye yakındır. Sen bunu görebiliyor musun? Bunu gösterdiği kimseler bunun böyle olduğunu biliyor ve görüyor.
Bunların hepsi Allah-u Teâlâ’nın bildirdiği kullara mahsustur. Bunu yalnız onlar görür ve bilir. Zira onlar Cenâb-ı Hakk’ı görür, O’ndan başka bir şey görmez.
O biliyor... Vücud O, mevcud O...
Sen ise bu kadar körlükten sonra Vahdet-i vücud’tan bahsediyorsun.
Allah hırsızı, sahte Vahdet-i vücud’çu! Âyet-i kerime’lerin tecelliyatına varamadan bu mevzulardan nasıl bahsedebilirsin?
Buradan görülüyor ki Allah-u Teâlâ senden de sana yakın. Herşeyden herşeye yakın. Bunu bizzat O buyuruyor. Sen ise O’nu göremediğin için göklerde veyahut başka yerlerde olduğunu zannediyorsun. Ve O’nu kıt düşüncenle hâlâ mülkün içinde olduğunu sanıyor, hem de Vahdet-i vücud’tan bahsediyorsun.
O ise bütün kâinatı çepeçevre kuşattığını beyan buyuruyor:
“O herşeyi çepeçevre kuşatandır.” (Nisâ: 126)
Ama sen Yaratan’ı göremedin, yaratılmışları gördün.
Oysa Âyet-i kerime’sinde buyuruyor ki:
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zâriyat: 21)
“İçinizdeyim!” buyuruyor. O bunu buyurduğu halde, içinde olduğunu görebildin mi? Göremediğini iyi biliyorum. Çünkü senin içinde nefsin var. Nefis putuna dayandın, O’nu gördüğünü sandın, şeytanı rehber edindin.
Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Muhakkak ki şeytan size daima kötülüğü, hayasızlığı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.” (Bakara: 169)
Hakikat yolunda gittiğini sanıyorsun, şeytanla arkadaşlık yapıyorsun. Ve bir gün uykudan uyanacaksın, kiminle olduğunu göreceksin.
Ve diyeceksin ki:
“Ey şeytan! Keşke benimle senin aranda gün doğusu ile batısı kadar uzaklık olsaydı. Ne kötü arkadaşmıssın sen.” (Zuhruf: 38)
Sen bu esrar-ı ilâhiyi nasıl bileceksin ve nasıl göreceksin? Zira aklın Akl-ı meaş, ilmin zandan ibaret. Bildiğini sandın, kibrin sana kendini bir allâme olduğunu gösterdi. Ama bir gün gelecek gerçekten cahil olduğunu anlayacaksın.
Allah-u Teâlâ şöyle buyuracak:
“Andolsun ki sen bundan gafildin. İşte şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir.” (Kaf: 22)
Ama dönüş yok.
Kalp kulağının açılması lazım, hakikatı duyman için. Ama senin açılmadı.
Kalp gözünün açılması lazım. Esrar-ı ilâhiyi görmen için.
İlmin Ulül-elbâb’a varması lazım, bu hakikatları öğrenmesi için. Ama sen zanda kaldın, İlmel-yakin’de kaldın.
Senin aklın Akl-ı meaş’tır. Akl-ı meaş’tan sonra Akl-ı mead, Akl-ı nurani, Akl-ı kül var. Ulül-elbâb’a varanlar ise Allah-u Teâlâ’nın duyurması ile duyar. Ne duyurmuşsa, ne göstermişse onu görür. Bu da ancak zâhiri ilimden sonra tarikat ilmine, tarikat ilminden sonra hakikat ilmine, hakikat ilminden sonra marifetullah ilmine geçtiğin zaman husule gelir. Bunu ancak dilediğine lutfeder. Rabbanî’lerden kime bildirdiyse yalnız onlar bilir. Zira onların muallimi Hazret-i Allah’tır.
Kalbinin kilidi kapalı, kalp gözün kör, kalp kulağın duymuyor. Bu ilimlerin olduğunu dahi bilmiyorsun. Çünkü ilmin ilm-i cehil olup da zandan ibaret. Dan dan edip duruyorsun! Ve bunun büyük bir mesuliyet olduğunu da bilmiyorsun.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“De ki: Allah hakkında yalan uyduranlar elbette iflâh olmazlar.” (Yunus: 69)
Ey Vahdet-i vücud hırsızı!
Bir düşün, giydiğin elbise vücudun yanında ne ise, vücud elbisesi de Hazret-i Allah’ın yanında budur.
Kâinat da böyledir. Sen elbisede kaldın. Gördüğünü, bildiğini sandın. Kendi vücudunu ilâh edindin.
Niçin bunlara Allah hırsızı dendi? Çünkü kendi nefislerini dahi bilemiyorlar. Bütün âlemleri yaratanı tarif etmeye çalışıyorlar. Ve böylelikle kitap yazıp para kazanıyorlar. Bu bir sahtekarlık değil midir?
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, hiçbir bilgisi olmadığı halde Allah hakkında mücadele (münakaşa) eder ve her bir inatçı şeytanın ardına düşer.” (Hacc: 3)
Allah-u Teâlâ kime murad ettiyse, kime duyurup kime gösterdiyse bu hakikatı ancak onlar bilir. Yüz senede bir gelenlerin içinde dahi nadir kimseye bu sırrı açmıştır, bunu ancak onlar bilir. Bilebilmesi için de Allah-u Teâlâ o kişinin:
1- Kalb kilidini açmıştır.
2- Kalb kulağını açmıştır.
3- Kalb gözünü açmıştır.
4- Nurunu akıtmıştır.
5- Bütün esrarını kalbine nakşetmiştir.
Bunu da ancak kendi has kulları olan Rabbanî’lerine bildirmiş ve duyurmuştur. Çünkü bunların muallimi bizzat Hazret-i Allah’tır.
Ama Allah hırsızları bu varlıkların mevcudiyetinden dahi habersizdirler. Bunları hayatında hiç duymamıştır, hiç bir bilgileri yoktur. Kendilerini dahi bilmezler. Çünkü “Men arefe”nin sırrından mahrumdurlar. Kendisini bilmeyen, nefsini tanımayan, Marifetullah ilmi ile aşina olmayan kimseler bunları nasıl bilebilirler? Bir de âlemlerin Rabbini güya tarife çalışmak cehaletinde bulunuyorlar. Hiç şüphe yok ki bu da ahir zamanda türeyecek olan ahir zaman ulemasının icraatıdır.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyururlar ki:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum kalacak.
Onların âlimleri gök kubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara dönecektir.” (Beyhaki)
İşte bu icraatları ile bu duruma düştüklerini göstermiş oluyorlar.