Bir insanın gerçekten yaratılışı bir damla kerih sudur. O suya o pisliğe inmesi lâzımdır. Bütün vücudun ifna edip yok ve hiç olduğu zaman, Allah-u Teâlâ dilerse onun göstermesi ile Azamet-i ilâhîyi görür. Azamet-i ilâhîyi görünce kendisinin bir zerre hakir olduğunu görür ve bilir. Vahdet-i vücud bundan sonra başlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde “Rabbimi Rabbimle bildim.” buyurmuşlardır.
Fakat şu hale inmeyen, bunları Allah-u Teâlâ’nın nuru ile görmeyen kimse Vahdet-i vücud’dan nasıl bahsedebilir? Bu gibi kimseler Vahdet-i vücud’dan bahsetmeye sahib-i salâhiyet bile değildirler.
Yaratılışı olan bir damla meniye indiği zaman, âyân-ı sâbitesini gördüğü zaman, Allah-u Teâlâ’nın tecellisi husule geldiği zaman bir de bakar ki yalnız O var. Vücud da O, mevcud da O...
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” buyuruyor. (Nur: 35)
Ve bunu Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bize Hadis-i şerif’le açıklıyor, fakat biz o tecelliyâta mazhar olmadığımız için anlamıyoruz.
Buyururlar ki:
“Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz süflî arza bir ip sarkıtmış olsanız Allah’ın üzerine düşerdi.” (Tirmizi)
Bakınız az önce geçen Âyet-i kerime’yi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz nasıl görmüş ve nasıl açıklıyor. Yani Âyet-i kerime ile bu Hadis-i şerif’le açıklamaya çalışıyorum daha doğrusu.
Gerek bu pisliği gerek âyân-ı sâbiteyi görebilmek için ancak Allah-u Teâlâ’nın lütuf nur ışığı lazımdır.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah bir kimsenin kalbini müslümanlık için açarsa, o Rabbinden verilen bir nur üzerindedir.” (Zümer: 22)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:
“Müminin ferasetinden korkunuz. Çünkü o aziz ve celil olan Allah’ın nuru ile bakar.” (Münâvî)
Ancak bu nura sahip olanlar bunu görür, başkası göremez, başkasına şâmil değildir, çünkü o göz onun değildir. İlâhi bir nur ile bakar. O’nunla bakar, O’nu görür. Ve fakat bunlar da dünya yüzünde pek az kişidir. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın tecelliyat-ı ilâhîsine mazhar olanlardır. Bunlar Hakkal-yakîn olan kimselerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İçinizde... Görmüyor musunuz?” (Zâriyat: 21)
İşte bunlar Allah-u Teâlâ’nın içte olduğunu görüyor, O’ndan başkasını da görmüyor. Allah-u Teâlâ’yı gördüğü zaman kişi kendisini göremez. Bu hitab-ı ilâhîye mazhar olanlar bunlardır.
Kim ki bunu görmezse bu mevzudan bahsetmesin.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Biz insana şah damarından daha yakınız.” (Kaf: 16)
Bunu bilmeyen Vahdet-i vücud’dan nasıl bahsedebilir? Dikkat ederseniz size Vahdet-i vücud’u hem izaha hem de Âyet-i kerime’lerle ispata çalışıyoruz.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Evvel O, Âhir O, Zâhir O, Bâtın O...” (Hadid: 3)
Allah-u Teâlâ Evvel’dir, ezelidir.
Âhir’dir; sona ermekten münezzehtir.
Zâhir’dir; her görünen varlık O’nun kudretinin eseridir, O’nun varlığı ile kaimdir.
Bâtın’dır; Ulûhiyet sırları her zerrede mevcuttur, varlık da vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir. Olması için bir emre bakıyor. “Kün feyekûn.”, “Ol” buyuruyor, her şey oluyor. O’nunla oluyor. Hepsi bir cesetten, bir elbiseden, bir perdeden ibarettir.
O ise her şeyden her şeye yakındır.
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.” (Vâkıa: 85)
Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Sana ruhtan sorarlar. Onlara de ki; Ruh Rabbimin emrindendir.” (İsrâ: 85)
Ruhu koyduğu zaman var gibi görünüyorsun. Emrini çektiği zaman yok oluyorsun. Sen de böylesin, kâinât da böyledir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Bedir’de Cebrâil Aleyhisselâm’ın tavsiyesi üzerine yerden bir avuç kum alarak müşriklerin üzerine attı. Bu atış onların hezimetine vesile oldu.
Âyet-i kerime’de ise:
“Habibim! Sen atmadın Allah attı.” buyuruluyor. (Enfal: 17)
Görünüşte Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- attı, fakat Hazret-i Allah “Ben attım!..” buyuruyor.
Ancak bu hale gelen Vahdet-i vücud’dan bahsedebilir. Bu hale gelen ise hiç bahsetmez, hiç konuşmaz. Bir de bu var. Bilen bu sırrı açmadı, bilmeyen konuştukça konuştu. Ve bu bir zehirdir, bilmeyerek bu mevzudan konuşursa, kişi kendisini ve etrafını zehirlemiş olur.
İnsan bildiği mevzuda konuşmalı, bilmediği mevzuda konuşmamalı, aksi halde cehaletini ortaya koymuş olur.